Alper Görmüş

Kemal Kılıçdaroğlu kimlerin asabını bozuyor?

O bunu dedi, şu önce kabul etti sonra reddetti, öbürü açıklarım dedi ama sonra sessizliğe gömüldü... Bunlar, Türkiye siyasetini günlerdir rehin alan hikâyenin şeklî tarafı... Bizi işin esasına götürecek olan soru şudur: Oyunu kuranların CHP'de türbülans yaratma amacı hasıl olduktan sonra, ortaya çıkan tablodan kimler ne surette yararlanmaya çalışmışlardır?

‘Acı çekeni kimsenin bilmediği yer’in yeni sâkinleri: ‘FETÖ iltisaklıları’

Devletin, Gülen cemaatinin yalnız kriminal merkezini ve darbeye katılan üyelerini değil, etrafındaki geniş sempatizan ağını da cezalandırma tercihi, misli görülmemiş bir adaletsizlik üretti. Yargıtay’ın bu adaletsizliği seyreltebilecek gollük paslarını görmezden gelen savcılar ve hâkimler, hukuk nispî de olsa geri geldiğinde bu davranışlarını bakalım nasıl izah edecekler.

Orta sınıfların yeniden yoksullaşması ve şehirli cinayet intiharları

Birbirini izleyen ve “kopya” olma ihtimali yüksek cinayet intiharlarını “geçim sıkıntısı”yla izah etmeye çalışanların ihmal ettiği bir nüans var: Cinayete ve ardından intihara baş vuranlar, zaten hep yoksul olan ve yoksulluklarından asla sıyrılamayacaklarına inanan kişilerden çok, yoksulluktan kurtulma umutları kırılmış olanlara benziyor.

Türkiye’nin ‘ölmeden evvel ölen’ adalet sistemi

Ahmet Altan’ın, tahliyesinden bir hafta sonra, aralarında “pişmanlık göstereceğine dair beyanlarının olmaması”, “haber üzerinden birçok sempatizanı etkilemesi” gibilerinin de olduğu bir dizi tuhaf gerekçeyle yeniden tutuklanması ve tabii ona ön gelen binlerce hukuk dışı uygulama, yaşayan canlı bir organizma olarak adalet sisteminin de ölmeden evvel ölebileceğini hepimize gösterdi.

Erdoğan’ın bir aya sığan meydan okumaları ve ricatları

Milliyetçi ruh hali, ülke yönetenlerin arayıp da bulamadıkları bütün koşulları sağlar ve onlar için son derece konforlu bir hareket alanı yaratır. Öyle ki, o atmosferde, bir gün sonra geri adam atma ihtimallerine rağmen “ülkenin düşmanları”na hadlerini bildirip puan toplama fırsatları her zaman vardır. Bu konforun en güzel tarafı da hemen hemen hiçbir siyasi maliyetinin olmamasıdır.

Ahmet Altan nefreti, nefret sahipleri hakkında neler söylüyor?

Ahmet Altan nefreti, demokrasiyi laiklikten ibaret gören ve o kadarını da sadece “Türk”ün hakkı olarak gören kesimler için darbe davalarından çok önce başlamıştı. Yani nefret, iddia edildiği gibi darbe davaları sürecinde ortaya çıkan insani acılarla değil, Ahmet Altan’ın darbecilikle mücadele azmiyle ve kararlılığıyla bağlantılı... Bu kesimler, davalar boyunca ortaya çıkan insani acıları, nefretlerinin ideolojilerinden kaynaklandığını örtmek için ustalıkla kullandılar ve bunda son derece başarılı oldular.

Bu artık son Hürriyet yazısı, çünkü sıra cenazeyi kaldırmada…

Güle güle Hürriyet! İnanmayacaksın ama sırf bir duruşun vardı diye eski militer ruhlu halini bile özlüyoruz, o kadar beter oldun yani!

Barzani nefreti neyin turnusol kâğıdı?

Türk milliyetçileri ile ulusalcılarının Barzani nefretinin bugünlerde yine alevlenmesi boşuna değil. Çünkü bu nefret, kendi Kürtlerimiz üzerinden ifade ettiğimizde ayıp kaçacak bir duygumuzu kusmak için mükemmel bir araç niteliğinde: Temsil ettiği Kürtlerin eşit insan ve vatandaş sayılmalarında önemli rol oynamış bir Kürt lideri aşağılarken şunu söylemiş oluyoruz: Biz, böyle bir eşitliği asla kabul etmeyiz!

Cumhuriyet’in kuruluşunun en muhkem ezberi

Cumhuriyet’in demokrasisiz başlangıcının tarihsel bir zorunluluk olduğuna inanmak, en muhkem ezberlerimizden biri: “O zaman koşullar öyleydi, başka türlüsü mümkün değildi...” Cumhuriyet’in başka türlü kurulamayacağına dair yaklaşım, döneme eleştirel yaklaşan kimi kesimler tarafından da kabul ediliyor.

CHP, Suriye harekâtında farklı davranabilir miydi?

CHP tabanındaki “milliyetçi kabarma” ya da “anti-Kürt” eğilimlerin dünde kalmış bir ezberden başka bir şey olmadığı kanaatindeyim. Artık Kürt partilerinin konvoylarının taşlandığı “İzmir dellenmesi” günlerinde değiliz. Laik kesim, öfkesini bir zamanlar eşit olarak bölüştürdüğü Kürtler ve “şeriatçılar” arasında artık bâriz bir ayrım yapıyor. Zaman içinde “Kürt düşmanlığı” seyrelirken “şeriatçı düşmanlığı” koyulaştı.

CHP’nin imkânsız denklemi: ‘Siyaset yanlış, devamı olan savaş doğru!’

Ülkenin muhalefet partisi lideri, yıllardır iktidarın izlediği dış politikanın bir batak siyaseti olduğunu ve giderek daha fazla batmanın kaçınılmaz olduğunu söylüyor ve günün birinde dediği çıktığında da atılan o son adımı onaylıyor. A Haber’ciler muhalefet partisinin liderinin “büyük bir çelişki içinde” olduğunu söylerlerken hiç de haksız değiller.

Türkiye’nin herhangi bir savaşta haksız olma ihtimali var mı?

Yüksek bir haklılık duygusuna sahipseniz, bir tarafını oluşturduğunuz münakaşalı durumlarda verileri gözden geçirerek karar verme ve böylece belki kendi haksızlığınıza hükmetme ihtimaliniz de ona paralel olarak azalır. Hele onu da aşan “mutlak” bir haklılık duygusuna sahipseniz, kendinizi haksız bulma ihtimaliniz hiç yoktur. Savaş, bütün bir toplumu böyle kişiler haline getirebilir.

Müslüman siyasetçiler “Allah’ın kendilerini gözetlediğini” neden ve nasıl unutuyorlar?

Allah korkusu, iktidarı ele geçirmiş Müslüman kimlikli siyasetçileri “madde”nin iğvasından bir dereceye kadar (“çok az bir mal ile imtihan oldukları” sürece) koruyabilir. Fakat “mal” çoğaldığında bunun sigortası “inanç” olamaz, sigorta ancak bir toplum sözleşmesiyle belirlenmiş ve sıkıca denetlenmiş ölçüler ve kriterler olabilir.

Son defa yazıyorum ve havlu atıyorum: ‘Balyoz çetesi’ne neden ulaşılamıyor?

Yok, yok... Bu öyle basitçe gazeteciliğimizin fikri takip zaafıyla, meraksızlığıyla açıklanabilecek bir hikâye gibi görünmüyor... Bu hikâyede iktidarından muhalefetine, herkesi rahatsız eden bir şeyler olmalı... Bana gelince: Bu, Balyoz davasının beraatle sonuçlanmasından (1 Nisan 2015) itibaren yazdığım beşinci yazı ve artık ben de havlu atıyorum; belli ki o yazıların da suya yazılmış olmaktan başka bir hükmü yok. Yine de meslektaşlarıma umutsuzca şöyle seslenerek bitirmek istiyorum: Ya saçmaladığımı gösterin, ya siz de bir şey söyleyin!

Halkı suçlamakla anlamaya çalışmak arasında popülizm tartışmaları

Popülist liderleri oylarıyla iktidara getiren toplumlara kızarak elde edebileceğimiz hiçbir şey yok. Olan biteni anlamada “insan doğası” gibi değişmez parametreler işe yaramaz. Doğru soru şudur bence: İnsanı çevreleyen hangi koşullar değişti de insanlar popülist liderlere yönelmeye başladılar?

Popülist liderlere değil, onları seçene bak!

Popülist-otoriter liderlerin, meşruluğu tartışılmayan seçimleri kazanıp iktidara gelmeleri, şimdilik utangaçça ve üstü kapalı da da olsa genel oy sisteminin günümüz koşullarında isabetli olup olmadığı hususunda bir tartışmayı da tetikledi. Tartışmada, insanoğlunun modern demokrasiyle uyumlu olmadığını öne sürenler de var, popülist liderlerin seçimle geldiğini hatırlatıp “hırsızın hiç mi suçu yok” diye soranlar da...

Hazin bir Türkiye hikâyesi: Devlet sopasıyla bireyselleşme

İnsanlar, ait oldukları dinî ya da ideolojik cemaatin dışına düşmektense, beyinlerini ve kalplerini gemleyip, gerilim yaşamaya başladıkları cemaatlerinin içinde kalmaya devam ederler; bunun tersi nadirattandır. Böyle insanlar, ait oldukları cemaate vurulmuş dağıtıcı dış darbeleri bazen kendilerine bile itiraf edemedikleri bir memnuniyetle karşılarlar. Çünkü onların kişisel iradelerine kalsa asla terk edemeyecekleri cemaatlerini bu sayede terk etme imkânı bulurlar; hem de “hain” darbesi yemeden!

İktidarın ‘düşman’ sıralaması: Demirtaş, HDP, PKK

Yalan makinesi gibi bir “düşmanlık hissinin seviyesini ölçme makinesi” olsaydı ve iktidarı buna bağlayıp sorsaydık, makine sıralamayı şöyle yapardı: Demirtaş, HDP, PKK... Bunu iktidarın ve iktidar medyasının dilinden anlayabiliyoruz. Zaten en son 23 Haziran seçimlerinden birkaç gün önce sergilenen performans böyle bir makine işlevi görmedi mi?

‘Gerçek’in başına gelen en büyük felaket: Deep fake (derin sahtelik)

Gerçek insanların asla söylemediği ve yapmadığı şeyleri söylemiş ve yapmış gibi gösteren ses ve videolar oluşturmak artık mümkün. Çünkü artık fotoğraftan (hatta tablodan) yüksek gerçekçiliğe sahip sahte videolar üretilmesine olanak sağlayan bir teknolojimiz var: Deep fake (derin sahtelik)... Deep fake’li bir dünyada siyaset bir kâbusa dönüşebilir.

Babacan’ın partisi: Maddesi belli değil ama ruhu belli

Sakin, hatta şimdiye kadar görmediğimiz kadar sakin bir parti... “Ben” değil, “Biz” diyen bir parti... Büyük “dava”ların değil, “küçük” toplumsal taleplerin güdülediği bir parti... Hamaset üzerinden değil somut başarılar üzerinden duygu ve heyecan üretmeyi hedefleyen bir parti...

Okur mektuplarıyla tarikat-cemaat-devlet tartışmasına devam

Gülen Cemaati tecrübesinden sonra, tarikat ve cemaatlerin tümden yasaklanması yönündeki eğilimler daha da güçlendi. Bu yasakçı yaklaşımı benimsemeyen liberal demokratların, tarikat ve cemaatlerin devlete sızma girişimleri karşısındaki tavırları nasıl olmalı?

İstanbul Sözleşmesi’ne karşı toplu İslami seferberlik

AK Parti hükümeti tarafından imzalanmış olsa da, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı girişilen kampanya İslami kesimin neredeyse tamamını kapsıyor. Hükümeti her konuda destekleyen gazeteler ve yazarlar İstanbul Sözleşmesi söz konusu olduğunda laflarını kesinlikle esirgemiyorlar.

‘Wife of man’den türeyen ‘woman’ ya da kadın cinayetleri üzerine tuhaf bir deneme

Türkiye’de bir günlük gazete (Diriliş Postası) birinci sayfasının tamamını, esin kaynağı kadın cinayetleri olan bir manifestoya ayırdı. Ne var ki “Hanım” başlıklı manifesto, cinayetleri kınamak amacıyla değil, “Medeniyetimizde kadının yerinin Batı tasavvurunun hayalini bile kuramayacağı kadar yükseklerde” olduğunu anlatmak için kaleme alınmıştı...

Tarikat-cemaat-devlet: Sert laik ezberle de olmuyor, liberal ezberle de…

Sert laiklerin tersine liberal ve demokratlar tarikat ve cemaatlerin toplumsal meşruiyetlerini kabul ediyorlar. Fakat bilhassa Gülen Cemaati’nin devlet içindeki varlığının idrak edilen sonuçlarından sonra onlar da ciddi bir soruyla karşı karşıya: Tarikatların ve cemaatlerin devletteki temsillerine dair eski liberal ve demokrat çözümler bugün de serâzâd savunulabilir mi?

Diyanet’in ‘Ortak nitelik kaybı’ ölçüsüyle ihraç ettiği imamlar

Diyanet, “ortak nitelik” ölçüsüne uygun bulup işe aldığı imamları daha sonra “ortak niteliği kaybetme” gerekçesiyle işten atabiliyor. Fakat hangi tür söz, tavır ve tercihlerin “ortak niteliği kaybetme” anlamına geldiğini öğrenince iş değişiyor; o zaman anlıyorsunuz ki, “ortak nitelik kaybı”, son yıllarda iktidarın belirlediği “normal”den sapanları süründürmek için kullanılan o muğlak kavramlardan biridir.

OYAK’ın İngiltere hamlesinin siyasal anlamı üzerine bir spekülasyon

Şayet “yeni Türkiye”nin eskiden hayal bile edilemeyecek bir gerçeği İktidar-OYAK ittifakı ise, bu ittifakın ilk büyük operasyonunun İngiltere bağlamında gerçekleşmiş olmasında da şaşıracak bir şey yok. Çünkü iktidar özellikle İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) çıkma sürecinin (Brexit) başlamasından sonra bu ülkeyle ikili ilişkilerine çok özel bir önem atfediyor (aynı şey İngiltere tarafı için de geçerli).

İmamoğlu’na ‘yetmez ama evet’ diyen ‘yetmez ama evet’ düşmanları

İmamoğlu’nun “yetmez ama evet”çi destekçileri, “Ya tam benim istediğim gibi davranırsın ya da desteğimi çekerim” şeklindeki mutlakçı tavırlarını esnetmezlerse, ileride kendileriyle tutarlı kalmak için her hatasında ondan uzaklaşacaklar, bu arada yaptığı olumlu şeylerin hiçbirini göremeyeceklerdir.

E, hani AK Parti’den hiçbir olumluluk sâdır olamazdı?

AK Parti “özsel olarak ‘yanlış’” olduğu için ondan herhangi bir olumluluk sâdır olamazdı... Böyle dediler ve AK Parti’nin başlangıç yıllarının “yanlış”ların yanı sıra “doğru”ları da içerdiğini savunanlara dünyayı dar ettiler. Şimdi “yeni AK Parti”yle tanıştıktan sonra ise iki AK Parti arasındaki “fark”ı vurgulamalara, partiyi terk edip yeni parti kurmaya girişenleri övmelere doyamıyorlar.

15 Temmuz sonrasında OYAK neden teğet geçildi? (3)

15 Temmuz’dan sonra iktidarın giriştiği “hallaç pamuğu” harekâtı sırasında ordu içinden gürültülü homurdanmalar yükselmedi, fakat paketin içinde OYAK da olsaydı, yani mesele doğrudan tek tek askerlerin ceplerini ilgilendirseydi işler iktidar için o kadar da kolay olmayabilirdi... Galiba OYAK istisnailiği esasen iktidarın bu gerçeği görmesinden kaynaklanan bir tavır olarak şekillendi.

15 Temmuz sonrasında OYAK neden teğet geçildi? (2)

Alternatifli cevaplardan biri Mısır örneğine nazireyle oluşturulabilir mi? Yani Erdoğan, askerlerin siyasi ve toplumsal gücünü geriletecek son derece radikal adımları atarken, ordunun bilhassa tepe noktasını bu tavizle yumuşatmak istemiş olabilir mi?