Alper Görmüş

Hrant Dink’i ölmeden evvel öldüren dava ve Türk önyargı sistemi

“Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarda mevcuttur…“ Bu cımbızlanmış cümleyle Hrant Dink’i ‘Türklüğe hakaret’ten mahkûm etmek nasıl bir şeydi biliyor musunuz? Hani ‘Abdest almadan namaza durmayın’ diyen birini şeriat mahkemesinde ‘namaza durmayın’ dediği gerekçesiyle cezalandırmışlar ya, işte tam öyle bir şeydi. Hrant Dink, yazısında ‘Türklerin kanının’ değil, tam tersine ‘Ermeni kimliğindeki Türk algısının zehirli olduğunu’ savunuyordu. Ölümünün 17. yılında Yargıtay’ın ‘imkânsız’ kararını bir daha hatırlayalım.

Kürt sorununda mağdur adına şiddet: ‘Soyun o zaman, dövüşeceğiz’in meşruiyeti kaldı mı?

Kürtler adına sürdürülen şiddete dayalı hak arama yönteminin meşruiyetine ve bu meşruiyetin sınırlarına dair 30 yıldır yazdığım yazılarda zaman zaman kullandığım bir Ortaçağ hikâyesi var. Şimdi, yine bir seçim arifesinde PKK’nın şiddet eylemlerinin yeniden bir numaralı gündem maddesi olduğu mevcut koşullarda yöntemin meşruiyetine o hikâyedeki ölçüyle bir kez daha bakmak istiyorum.

Çaresiz bıraktığından minnettarlık devşirmece: Sabahları çorba, Cumaları etli pilav

Benim ölçülerimle ahlaki açıdan en kötü yönetim, kendi beceriksizliği (ya da ideolojisi, zihniyeti vb) nedeniyle mutsuz ettiği, çaresiz bıraktığı insanlara birtakım çerezler sunan ve bunlardan dolayı kendisine minnettarlık duyulmasını bekleyen yönetimlerdir. Böyle iktidarları, sert-gaddar sorgucudan sonra elinde su şişesiyle sorgu odasına giren, sorgulananın varoluşsal zaaflarını sömürerek onu çözen ‘nazik, anlayışlı’ sorguculara benzetiyorum ve öfke duyuyorum.

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (3): 2005, ülke aniden ısınıyor, ısıtılıyor…

2005'ten itibaren ülkede ilginç bir şey olmaya başladı... Sanki, 2003-2004 darbe girişimcilerinin günlüklerinde anlattığı, arzu ettiği şey olmaya başlamış, ülke, içlerinden kesif provokasyon kokusu yayılan birtakım eylemlere, gösterilere sahne olmaya başlamıştı. Trabzon’daki milliyetçi link girişimine Başbakan Erdoğan’la TBMM Başkanı Bülent Arınç’tan gelen taban tabana zıt iki tepki, AK Parti’nin başlangıçta bir ‘koalisyon’la yönetildiğinin en net kanıtıydı.

Kızıl Goncalar’dan tarikatların rahatsız olmasına değil seküler kesimin rahatsız olmamasına bak!

Kızıl Goncalar dizisinin -tarikat ya da imam hatip mensubu- dindarları arasında ‘hoşgörüsüz’, ‘katı’ ve ‘kötü’ karakterler mevcut ama onlardan daha fazlası dizinin laik-seküler tiplemelerinde var. Ne var ki diziye “bizi kötü gösteriyor” diye sadece İslami kesimden tepki geldi. Bu tepki iktidar konumundaki dindarların kibirli ve yasakçı tavırlarına bağlandı, ki doğruydu. Peki en az öbürleri kadar ‘kötü’ temsil edilen laik-seküler kesimin diziye itiraz etmemesinin nedeni onların hoşgörülü-özgürlükçü tavırları mı yoksa o temsilde bir sorun görmemeleri mi?

Süper Kupa finalinin iptaline tepkiler: Hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışının muhalif versiyonu

Süper Kupa finalinin iptalinin ardından yaşananlar, ülkenin tasavvur edilebilecek en büyük lanetlerden birine dûçar olduğunu bir kez daha gösterdi: Türkiye, yalnızca eksik hakikate değil, yeri geldiğinde hakikatin düpedüz çarpıtılmış biçimlerine dahi gönüllü müşteri olmaya hazır ikiye bölünmüş bir toplum ve bu defa olgunun muhalif versiyonuna tanık oluyoruz. Muhalifi muvafıkı fark etmiyor, hakikatin ‘faydalı’ çarpıtılışı ya da ‘faydalı’ görmezlikten gelinmesi her iki kesimi de içten içe çürütüyor, birbirlerine yönelttiği eleştiriyi sıfırlıyor.

İktidarın Kürt meselesi ve laiklik faylarında kurguladığı tuzaklar: CHP birincide iyi gidiyor, ikincide tabanı nedeniyle işi zor

AK Parti iktidarı Türkiye’nin iki başat fay hattı olan Kürt meselesi (“bunlar terörle iş tutuyor”) ve laiklik eksenli kutuplaşma (“bunlar iktidara gelirse dininiz-diyanetiniz kalmaz”) üzerinden etkili bir propaganda yürütüyor. Kemal Kılıçdaroğlu, büyük hataları bir yana, en azından niyet olarak ‘Baykalizm’in düştüğü tuzağa düşmedi ve iktidarın bu araçları kullanamayacağı bir söylem geliştirmeye çalıştı. CHP’nin yeni liderliğinin bu alanlarda ne yapacağı merak ediliyordu, şimdilik görünen şu: Birincide iyi gidiyor, ikincide tabanı nedeniyle işi zor.

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (2): Mayıs 2003, ülkenin saygın anayasa profesörü: “Ne yapılacaksa beş ay içinde mutlaka yapılmalıdır

“Anayasa’ya Giriş” kitabının yazarı, Anayasa hukukçusu Prof. Mümtaz Soysal 19 Mayıs 2003’te Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı Sekseninci Yıl başlıklı yazısında seçimle gelmiş beş aylık iktidarın hal’edilmesi için çağrıda bulunuyor: “Sekseninci yıla girişe şunun şurasında beş ay kaldı. Gelecek 29 Ekim'in çelişki dolu olacak ve sinsi bir cenaze namazına benzeyebilecek olan o görüntüsü yaşanmak istenmiyorsa, ne yapılacaksa o zamana kadar mutlaka yapılmalıdır.”

Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu (1)

2012 yılının ortalarında, başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini olgular üzerinden anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti birilerini mağdur eden bir iktidar kurmaya başlamıştı ve o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi. Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra, Etyen Mahçupyan’ın Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşide yer alan bir değerlendirme düşüncemi değiştirdi; kitabı, özetleyerek ama bazı ilaveler de yaparak Serbestiyet’te tefrika etmeye karar verdim. Bu dizide, evet, geçmiş yılları hatırlatıyorum fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu hatırlatmak için deşiyorum.

Demokrasi mücadelesinde samimiyet ve kararlılığın resmi: İspanya, 1976-1981

Üçü de İspanya İç Savaşı’nın (1936-1939) cephelerinde çarpıştı. Bittiğinde ikisi yenenlerin (Faşistler) biri yenilenlerin (Cumhuriyetçiler) safındaydı. Diktatör (Franco) ölüp de (1975) demokrasi için geçiş dönemi başladığında üçü de hayatlarını demokrasinin yerleşip kökleşmesi mücadelesine adadı. Biri başbakan, biri başbakan yardımcısı, öbürü de Komünist Parti genel sekreteri ve muhalefet lideriydi. Üçü de parlamentoda kendi yoldaşlarının ‘hain’ suçlamalarına maruz kaldı. Fakat yılmadılar, sonunda 1981’de darbeci askerler parlamentoyu bastığında koltuklarının altına sığınanlar onlar değil onları suçlayanlar oldu. O ‘an’da ayakta kalan üç adamın ya da “demokrasi için mücadele öyle olmaz böyle olur”un hikâyesi…

Demokrasi derdinde samimiyet ve kararlılık sorunu: İspanya’nın Üçlü’sü, Türkiye’nin Altılı’sı

Kemal Kılıçdaroğlu’nun iktidar hırsının yoğunluğuna şahit olduktan, Akşener’in “bu bacınıza neler neler ettiler”den ibaret büyük dertlerini dinledikten ve tabii seçim yenilgisinin ardından gelen topluca yere serilme halini gördükten sonra anladık ki bizim Altılı Masa’nın demokrasiye geçiş tecrübesiyle İspanya’da 40 yıl önce yaşanan demokrasiye geçiş tecrübesi arasında büyük bir samimiyet ve kararlılık farkı var. Ünlü romancı Javier Cercas’ın “Bir Anın Anatomisi”nde anlattığı üç siyasetçiyle bizim Altılı Masa’nın altı siyasetçisinin karşılaştırılmasından çıkan ders: Hayal kırıklığı, uğruna mücadele ettiği şeyde samimi ve kararlı olmayanı yıkar, samimi ve kararlı olanı ise sarsar ama yıkamaz.

İktidar ve duygu üretimi (2): Yanılabilen hükümet ve sık sık onu ‘düzelten’ lider formülünün sağladığı faydalar

İdarenin, geniş halk kitlelerinin canını yakan gündelik uygulamalarına halk adına müdahale eden ve ‘son noktayı koyan’ Cumhurbaşkanı imajının duygu yaratmaya matuf ‘çalışılmış’ bir strateji olduğunu gösteren çok örnek yaşadık. Bu örneklerde Erdoğan geniş kitleleri rahatsız eden gelişmeleri izliyor, sonra da onları ilk defa duymuş gibi ‘müdahale’ ediyor, yanlışları gideriyor, halkın öfkesini yatıştırıyor.

İktidar ve duygu üretimi (1): Muhalefetin yasa tekliflerinin tamamını reddederek hakkında ‘etkisiz, sünepe aktör’ hissi uyandırmak

AK Parti, duyguların düşüncelerden daha muhkem ve uzun ömürlü olduğunu bilen ve bunu iktidarı için kullanma becerisine sahip bir parti. Kampanya dönemlerinde bu becerinin ‘akut’ versiyonlarına şahit oluyoruz; fakat bunlar, konjonktürün sunduğu mönüyle sınırlı, ‘kullan-at’ türünden, tabir caizse anlık duygu yönetimleri. Bir de sürekli olarak müracaat edilen, stratejik karakterli, her zaman devrede olan duygu yönetimleri var. İktidar, bunlardan ikisini çok seviyor ve kullanıyor. AK Parti, toplum hakkında laik-seküler muhalefetten ve onların partilerinden çok daha gerçekçi fikirlere sahip.

Denizciler 20 yıl önce de ABD ve NATO’yu Karadeniz’de görmek istemiyordu (bkz. Özden Örnek günlükleri)

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Ercüment Tatlıoğlu “NATO'yu veya Amerika'yı Karadeniz'de istemediğimizi beyan ediyoruz” dedi ve nedenlerini bazı güncel ve askeri gerekliliklerle sınırlı tuttu. ABD ve NATO savaş gemilerinin Karadeniz’de bulunması konusunun en önemli veçhesinin ‘askeri’ içerikte olması eşyanın tabiatı gereği… Fakat daha altta siyasi-ideolojik bir bakışın, ABD-NATO’dan uzaklaşma ve Rusya’ya yaklaşma gibi bir boyutun da bulunduğunu saptamazsak mesele eksik kalır.

Pek spekülatif bir 50+1 yazısı: Erdoğan zemini yumuşatmak için ‘imkânsız’ı istedi, şimdi ‘mümkün’ü telaffuz edecek

Erdoğan, yalnız Bahçeli’nin değil muhalefetin de ‘hayır’ diyeceğini bildiği halde neden “50+1’i terk edelim” dedi? Çare olarak yüzde 30-35’le seçilmiş başkan modelini öneriyor ama o da biliyor ki bu oranlarla başkanlık sistemi olmaz; gerçekçi değil, kimse kabul etmez ve asla uygulanamaz. Dünyadaki başkanlık sistemlerinin hiçbirinde böyle bir seçim sistemi yok. O zaman da akla şu soru geliyor: Acaba sırada Erdoğan’ın muhalefetin de kabul edebileceği ‘gerçekçi’ önerisi ya da önerileri mi var ve onlar neler?

Kılıçdaroğlu CHP’si (3): Kozadan çıkma hamlesi inandırıcı olmadı çünkü sahih değildi

CHP ne yaparsa yapsın kendisini yüzde 25’e sabitleyen tarihi ve psikolojik bagajıyla esaslı bir biçimde hesaplaşamazsa etrafındaki kozayı parçalayamayacak. “Kılıçdaroğlu denedi işte, o da çare olmadı” itirazı yüzeysel bir bakışla haklı görülebilir fakat öyle değil. ‘Yapacağız’ demek ve bir şeyler yapıyor gibi görünmek başka gereğini yapmak başka. CHP’de “kozayı parçalamak” dışında bir çözüm olmadığına hâlâ inananlar varsa Kılıçdaroğlu’nun iyi niyetli hamlesinden doğru dersi çıkarmalı: Bir cemaat partisini, sesini toplumun bütününe ulaştırabilen bir partiye dönüştürmek çok ama çok zor bir iştir.

Kılıçdaroğlu CHP’si (2): Toprağı yumuşattı ama taşlaşmış bir toprak ne kadar yumuşatılabilirse

Baykal döneminde CHP tabanında bir kısmı irtica korkusundan bir kısmı da ahlaki üstünlük duygusundan kaynaklanan, rasyonel çözümleme araçlarıyla kavranamayacak bir psikoloji oluştu. İnsanlar sahip olduklarını düşündüğü mutlak ‘doğru’yla seçim kazanmalarının imkânsız olduğunu görüyor fakat yine de ‘doğru’larının tartışmaya açılmasına izin vermiyordu; bu yolla seçim kazanma ihtimali varsa onu da zül addediyordu.

Kılıçdaroğlu CHP’si (1): Tarih, son 13 yılı Baykalizmle Baykalizm arasında yaşanmış ‘tarihsel’ bir dönem olarak kaydedebilir mi?

Kemal Kılıçdaroğlu CHP genel başkanlığının ilk yıllarında Baykalcıydı. Dolayısıyla Baykal’dan nefret ettiğini söylese de zihnen Baykalcı olan CHP teşkilatı ve tabanı tarafından sevildi. İkinci dönemde Kılıçdaroğlu Baykalcılıktan uzaklaştı fakat teşkilat ve taban -tabii zahire aldanmayacaksak- esasen değişmedi. Bu dönem Kılıçdaroğlu’na tahammül dönemi olarak yaşandı. Tahammülün sürmesi için seçimi kazanması gerekiyordu, kaybetti. Peki, bu 13 yılda CHP Baykalizmden ne kadar uzaklaştı? Yanılmayı çok isterim ama bu soruya olumlu cevap vermek kolay görünmüyor.

Batı’nın hali ya da liberal demokratların ‘çıpa’ sorunu: Sosyalistlerin ‘sosyalist ülke’siz kalması gibi…

Sosyalistler, 1920’lerde somut ‘sosyalist dünya’ (Sovyetler Birliği) çıpası üzerinden zaten önceden beri benimsemiş oldukları sosyalizm idealine daha sıkı bir biçimde sarıldılar fakat Sovyetler Birliği’nin dağılması (1991) ve böylece çıpanın ortadan kalkmasıyla birlikte sosyalizm de bir fikir ve ideal olarak ikna gücünü kaybetti. Günümüzde aynı akıbeti liberal demokratlar ‘Batı çıpası’ üzerinden yaşıyor.

İnsan kıyıcılığının bir kaynağı olarak ‘aşırı haklılık’ duygusunun merceğinden Hamas-İsrail savaşı

Makul duygular ve fikirler belirli bir doz aşımından sonra ‘hastalıklı’ hale gelebiliyor. Mesela makul bir duygu olan ‘haklılığın’ aşırı biçimine gömülmüş biri, karşıtını yok etme hakkına sahip olduğuna inanır. Bu yönüyle aşırı haklılık duygusu bir şiddet kaynağıdır ve ‘aşırı haklı’ olduğuna inanan iki ulusun karşı karşıya gelmesi büyük felakettir; orada insan kıyıcılığının sınırı yoktur, çünkü savaş milliyetçiliğin nispeten makul haklılık duygusunu mutlaklaştırıp zirveye taşır. Hamas-İsrail savaşında tam olarak bunu idrak ediyoruz.

O Yahudileri çok sevdik… İyi de savaşta kendi devletini haksız bulana ‘vatan haini’ demiyor muyduk?

Herkes ‘bravo’ dedi ama en görkemlisini Ahmet Hakan’ın CNN Türk’teki programı ‘Tarafsız Bölge’de izledik. Gerek Hakan gerekse de stüdyodaki konukları, Gazze’de ateşkes talebiyle ABD Kongresini ‘basan’ Yahudilerin eylemini canlı yayında izlerken onları tebrik etmelere doyamadılar. Başka diyarlardaki iyi örnekleri onaylayarak aktarırken pratikte bunları hiç takmamakla malûl bir ahlakımız var. İnsanda “madem güzel, madem doğru, sen neden yapmıyorsun” diye bağırma duygusu uyandıran bu kötü pratik hiç değişmiyor.

Başsavcının mektubu ve AİHM’in ‘Nokta dergisi baskını’ kararındaki ‘whistleblower’ vurgusu

Başsavcı İsmail Uçar, HSK’ya gönderdiği mektubunda “Batı toplumlarında ‘whistleblowerları’ (derin gırtlaklar) korumaya yönelik yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu müessesenin bizde de teşviki gerekmektedir” demişti. Bu noktada AİHM’in Türkiye’den önüne gelen bir dosyada verdiği kararda, ‘whistleblowerlara’ dair mahkeme tarihinde ilk kez hüküm kurduğunu hatırlatmak isterim.

İttihatçı ruh (3): Esasen kendiliğinden ve ‘doğal’, fakat bir yanıyla da üretilmiş ve ‘proje’

15 Temmuz darbe girişimini izleyen aylarda, anlamı ve önemi ancak ‘alıcı gözle’ bakıldığında fark edilebilecek iki ‘söylem’ dikkat çekti. Bunlardan biri, Erdoğan’ın, önceki 14 yıllık iktidarı boyunca hiç telaffuz etmediği Misâk-ı Millî temalı konuşmaları, öbürü de “İslamcıların AK Parti’den tasfiyesi” tartışmalarıydı. Bunların ikisi de AK Parti’nin devletle bütünleşmesi macerasının bilinçle öne çıkarılmış son iki çıktısıydı.

İttihatçı ruh (2): Bugün baskın ama 15 yıl önce AB’ye, 10 yıl önce Çözüm Süreci’ne onay veren de aynı toplum

Türkiye halkı barış, huzur ve refahla bağlantısı kurulduğunda, değişmeyecek gibi görünen katı ideolojik ve kimliksel tutumlarını kolayca gevşetebiliyor ve hatta yaralı benliğinin müsebbibi olarak gördüğü Batı’ya bile farklı bir nazarla bakabiliyor. Bu bahiste yakın tarihte yaşanan en çarpıcı örnek Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin (AB) bir parçası olmaya doğru gittiğine inanıldığı dönemde her kesimden insanın bu sürece verdiği destek… AB örneği, yaralı benliğin izalesinin ille negatif bir milliyetçilik üzerinden gerçekleşmek zorunda olmadığını gösteriyor.

Yeni İttihatçı ruh halinin derinliği o kadar da fazla olmayabilir mi?

Etyen Mahçupyan bir yıldır kaleme aldığı ‘Yeni İttihatçılık’ yazılarında çok muhkem bir toplam koydu ortaya. Benim bu toplamda emin olamadığım, dolayısıyla Mahçupyan kadar güçlü bir biçimde savunamayacağım sadece bir nokta var: Yeni İttihatçılığın önümüzdeki 10 yıllar için (de) neredeyse kaçınılmazlığına dair imâ ve öngörülerin erken ve aşırı olduğu kanaatindeyim. Türkiye’nin yeni yüzyılının böyle şekillenmesi çok güçlü bir ihtimal fakat böyle olmayabilir de.

Bu AİHM de çok şey yani; ülkenin başkanının konuşmaları var, daha artık ne “kanunsuz ceza olmaz” falan…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014 başlarındaki bazı konuşmaları sadece iktidar ve iktidar basını tarafından değil, yargı tarafından da Gülen cemaatinin bir terör örgütü olduğunun miladı ve ‘kanuni gerekçesi’ olarak benimsendi, hükümler böyle verildi. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 17 Mart 2017 tarihli genel kurur kararından: “17/25 Aralık bürokratik darbe girişimini müteakip ilk defa Devlet katında yüksek sesle FETÖ / PDY terör örgütünün silahlı bir terör örgütü olduğu açıkça vurgulanmış[tır]… [Dolayısıyla 17/25 Aralık’ın FETÖ/PDY’nin] terör örgütü olarak nazarı itibara alınmasının miladi tarihi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır…” AİHM, hukukumuzun yerli ve milli özünü bilmediği için TC devletine naif sorular soruyor.

İktidar ve muhalefet seçmeninin aynı anda ‘partisini cezalandırma’ duygusu taşıdığı ilk yerel seçim

Oy verip iktidara getirdiği fakat uygulamalarından memnun olmadığı partisini yerel seçimde cezalandırmak, seçmenlerin sık sık baş vurduğu, sevdiği bir oyun… Anlamak kolay: Partisinden şikâyetçi olan fakat merkezi iktidar kaybından da korkan seçmenler yerel seçimi fırsat sayıyor uyarı için. Ağır ekonomik sıkıntıların iktidar seçmenini Mart’ta bir kez daha bu oyuna sevk edeceği açık. Fakat bu seçimi ilginç kılan, ilk kez muhalefet seçmeninin de ‘oyun’a dahil olma arzusu… Şurası kesin: Bu seçimde iktidar ve muhalefet seçmenlerinden oluşacak cezalandırıcılar kararsızlardan çok olacak. Kamuoyu araştırmacılarının “cezalandırıcılar”ı ayrı bir başlık altında ölçmesi makul bir fikir gibi görünüyor.

Merak ve kuşku mesleği gazeteciliğin ‘Profesör Kâbus’ sınavı

Psikiyatr Prof. Salih Zoroğlu çocuk ve ergen hastalarına ilaç verip telkinde bulunarak anne-babalarının kendilerine tecavüz ettiğini itiraf etmeye zorlamış. İnanması zor ama olabilir ve konuya dair savcı-polis soruşturmasını haberleştirmek gazetecilerin hakkı da görevi de. Fakat bu tarzda mı? Tuhaf ama gerçek: Türkiye’de gazeteciler, haberlerinin öznelerini polis ve savcılarla birlikte suçlamazlarsa, haberlerinin inandırıcılığının azalacağını sanıyorlar.

Erdoğan’ın ‘özgürlükçü’ sözlerinin gerçek sanıldığı o birkaç saatin öğrettikleri

Erdoğan’ın “yeme-içme kültürü” hakkındaki -gerçek olmadığı sonradan ortaya çıkan- ‘özgürlükçü’ çıkışını yorumlayan seküler sosyal medya kullanıcılarının neredeyse tamamı onun bu fazla radikal sözleri sarf etmesinde bir inandırıcılık sorunu görmedi, onların Erdoğan’a ait olduğuna inandı. Bizatihi bunun ve ilaveten yaptıkları yorumların içeriğinin muhalif ruh halini anlamada önemli ipuçları barındırdığını düşünüyorum. İktidar destekçilerinin -sözlerin içeriğinden memnun olmasalar bile- sessiz kalmaları da irdelenmeye değer; özellikle de benzer durumlarda muhalif seçmenlerin kendi partilerine karşı yönelttiği ani, hızlı ve sert tepkilerle karşılaştırıldığında…

‘Muhalefet siyaset yapmıyor’ çünkü iktidar icraatının teşhiri etkisiz ve anlamsız; bu benzersiz siyasi anomali nasıl oluştu?

Şu günlerde herkesin dilinde aynı haklı eleştiri var: “Muhalefet eskiden de kelimenin gerçek anlamıyla siyaset yapmazdı ama hiç değilse konuşurdu, artık o da yok…” Neden böyle? Çünkü anlaşılması zor olsa da düpedüz yanlış iktidar politikalarının ‘teşhiri’ suya yazılmış gibi sadece silik bir etki yaratıyor ve bu da kendisiyle birlikte muhalif siyaseti anlamsızlaştırıyor. Türkiye’de yıllardır yaşanan bu tuhaflık son seçimden sonra iyice kökleşti. Buraya nasıl geldik? Hangi sosyal-psikolojik ortam iktidara böyle bir ‘güzellik’ sunuyor? Buradan nasıl çıkılır? Benim, konu siyaset olunca biraz tuhaf karşılanabilecek bir önerim var: Bir süreliğine siyasi teşhirden vazgeçmek.