Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBaşkalarını İslam’a saygılı olmaya zorlamak, dindarların inançlarına duydukları güvene dair nasıl bir...

Başkalarını İslam’a saygılı olmaya zorlamak, dindarların inançlarına duydukları güvene dair nasıl bir ölçü veriyor?

10 yıl önce birçok Avrupalı Müslüman genç “günah dolu bir seküler hayat”la inançları arasındaki mesafeden kaynaklanan gerilimden, şüpheden, pişmanlıktan kurtulabilmek için Müslümanlıklarını çok sert bir pratikle dışa vurmuş, son aşamada IŞİD’e katılmış, başkalarını da kendileri gibi olmaları için onlar üzerinde şiddet uygulamıştı. Ne var ki yaşattıkları zorbalık inançlarının gücüne duydukları güveni değil, o inancın gereklerini yerine getirememiş olmanın yol açtığı duyguyu ödünleme gayretini yansıtıyordu. Tabii büyük bir doz farkı var ama bu tecrübe, ülkemizde seküler yaşam biçimini benimseyenlere İslam’a saygılı olmayı dayatan dindarların da benzer bir ruh hali içinde olduğunu gösteriyor.

Bu yazı için ilk düşündüğüm başlık “‘Kökten dindar’ olamayanların bitmeyen öfkesi… Ya da ‘kökten’ bir dindar Cem Yılmaz’a ne derdi?” idi. 

Sonra, Cem Yılmaz’ın Ramazan’ın ilk gününde rakı şişesiyle poz verdiği bir sosyal medya paylaşımının yazımda sadece bir göndermeden ibaret kalacağını düşünüp başlığı değiştirmeye karar verdim. Evet, bu yazıda dindarların Cem Yılmaz’a neden bu kadar büyük bir öfke duyduğunu anlamlandırmaya çalışacağım ama bu hadiseye bir daha hiç göndermede bulunmadan…

Anlaşılabileceği gibi burada ‘kökten dindar‘ı ‘köktendinci’ye tersten bir nazireyle olumlu anlamda kullanıyorum. Köktendinci, ‘günahkâr öteki’nin bu dünyadaki varoluşu konusunda kendisini sorumlu hisseder, bu nedenle onu değiştirmeye çalışır yani ona karşı tahammülsüz ve zorbadır. Kökten dindar ise başkalarının günahlarına karşı bir sorumluluk duymaz, o sadece kendi günahlarını tartar.

Meseleyi Cem Yılmaz’ın ‘günah’ına getirmeden önce şu dediklerimi biraz daha açmak istiyorum.

Bundan tam 10 yıl önce Slavoj Zizek’in bana çok çarpıcı gelen bir makalesini okumuş, onu okurlara tanıtmak amacıyla kendi yorumlarımı da kattığım bir yazı yazmıştım. Makale, IŞİD’in (ya da İslam Devleti – İD) İslam’ı bir ‘kurtuluş ideolojisi’ olarak -ve tabii kaçınılmaz bir şiddet pratiğinin eşliğinde- kullandığı bir zamanda (Eylül, 2014) yazılmıştı ve başlığı “ISIS Is a Disgrace to True Fundamentalism” (“IŞİD, Sahici Köktendinciliğin Maskara Edilmiş Halidir”) idi. (10 yıl önce itiraz etmemişim ama köktendinciliğin iyice yerleşmiş anlamı ortadayken onun tam zıttı bir inanç kategorisini, önüne ‘sahici’ sıfatı ekleyerek de olsa kullanmayı kafa karıştırıcı buluyorum şimdi. Dolayısıyla işaret ettiğim kafa karışıklığını önlemek için Zizek’in köktendincilik dediği şeyi zihnimizde ‘kökten dindarlık’, ‘hakiki dindarlık’ ya da benzeri bir başka kavramla karşılamak iyi olur.)

Zizek makalesinde, köktendinciliği derin, hakiki bir dindarlık olarak tanımlıyor ve IŞİD’in bu tanımın hakkını vermek bir yana, onu maskara eden bir pratik sergilediğini savunuyor, sonra da çok kışkırtıcı bir soru soruyordu: “IŞİD’çiler gerçekten inanıyorlar mı?” (Ya da: “IŞİD’çiler gerçekten köktendinci mi?”)

Zizek’in bu soruya cevabı kesindi: “Hayır.” (Zizek abartıyı, düşünsel provokasyonu seven bir felsefeci olarak “IŞİD’çiler inanmıyor” diyordu fakat asıl kast ettiği hiç kuşkusuz onların inançlarının, içerdiği şüphe nedeniyle sakatlanmış oluşuydu.)

Zizek, bu önermesini temellendirirken epey beyin kurcalayıcı ama epeyce de tartışmalı şeyler söylüyordu (Ümit Kıvanç’ın araya kendi yorumlarını da katarak yaptığı çeviriyle):

“(…) Yazının bir yerinde, ‘Peki bu terörist köktendinciler sahiden terimin otantik anlamında köktendinci mi? Sahiden inanıyorlar mı?’ diye soruyor ve kendi sorusuna cevaben, ‘Tibet rahiplerinden ABD’deki Amish’lere bütün otantik köktendincilerde kolaylıkla fark edilebilen bir şey’in İD militanlarında eksik olduğunu ileri sürüyor. Zizek’e göre sahici köktendinciler hırssız, garezsiz insanlardır ve kendileri gibi olmayanlara kızmazlar, ‘inanmayanların hayat tarzına karşı derin bir kayıtsızlık’ içindedirler. ‘Bugünün sözde köktendincileri eğer sahiden Hakikat’e giden yolu bulduklarına inansalar,’ diyor Zizek, ‘neden inanmayanlarca tehdit edildiklerini hissetsinler ki?’”

“Zizek, ‘köktendinci’ye bir Tibet rahibinin sükûnetini, bir dervişin içe kapanıklığını yakıştırıyor. ‘Bir Budist,’ diyor, ‘Batılı bir hedonist ile karşılaştığında onu ayıplamaz bile.’ Budistimiz, hedonistin zevk ve sefa yoluyla mutluluk arayışının ‘sonunda kendini tüketeceğini yardımsever bir tavırla belirtip’ geçer gidermiş, düşünürümüze göre.“

“Zizek şöyle devam ediyor: ‘Gerçek köktendincilerin aksine, sözde köktendinciler, inanmayanların günah dolu hayatı karşısında derinden rahatsız olurlar, kafaları karışır ve büyülenirler. Günahkâr-öteki ile savaşırken, onların bizzat günaha ayartılmaya karşı mücadele ettiklerini hissedebilirsiniz.’”

“İşte bu yüzden İD gerçek köktendinci değilmiş, köktendinciliğin de şanına halel getiriyormuş.”

10 yıl sonra, inanç sahiplerinin iktidar pratiğini gördükten sonraki tashih

10 yıl önce, bu iki görüş karşısındaki pozisyonumu Nasreddin Hoca’ya benzetmiş, “ikisi de haklı” demiştim:

“Bence Zizek, değil IŞİD’vari bir şiddetin, yumuşak bir baskının bile kişisel, derin, hakiki bir dindarlıktan neş’et edemeyeceğini söylerken haklı. Ümit Kıvanç da, Zizek’in açtığı bahsin mevcut somut şiddeti açıklayamadığını, tam tersine perdelediğini savunurken haklı.”

Fakat…

Fakat: Zizek’in hakiki bir dindarlığın nasıl bir şey olduğuna dair görüşlerine olumlu referansla yazdığım 10 yıl önceki yazıda şimdi önemli bir tashih yapma ihtiyacı duyuyorum. Şimdi baktığımda gördüğüm şu: Zizek tarif ettiği olgun-derin dindarların iktidara nazaran konumlarını dikkate almadan bir analiz yapmış ve ben de aynı şekilde bunu hiç dikkate almamışım. Oysa bizatihi kendi tecrübemizden biliyoruz ki bu her şeyi değiştirir ve ondan bağımsız bir ‘iyi-kötü’ dindarlık tanımı yapılamaz.

Bu yazıda da buraya kadar tümüyle inanç-maneviyat bağlamında kaldım. Fakat dindarları derin-hakiki bir dindarlık mertebesine ulaşamadıkları için tahammülsüz hatta ‘günahkâr öteki’ye karşı şiddete meyyal hale getiren başka etmenler de var. Mesela eksik, olgunlaşmamış dindarlığın iktidarı ele geçirmiş versiyonlarında problem katmerlenir. Çünkü artık başta bizatihi ulaşılmış iktidarın ve bin türlü başka maddi imkânın kaybedilmesi ihtimalinin yarattığı korku ve onu koruma azmi de devrededir. Böyle bir durumda yapılması gereken, ‘bizim’ dışımızdakileri gayrılaştırmak, onların yaşadığı hayatı kötülemek ve onları giderek ‘bizim’ gibi yaşamaya zorlamaktır. İnanca uymayan her davranış üzerinden kutuplaştırma daha da artırılmalı, iktidarın ‘bizim’ kalmaya devam etmesi başka araçların yanı sıra bu propaganda üzerinden de sağlanmalıdır.

İktidar konumu elde etmiş Müslümanların İslamiyetin teorideki ve pratikteki -Kuran ayetlerine dayandırılan- kapsayıcı toplumsal iddialarını da hesaba kattığımızda, Zizek’in tek boyutlu yaklaşımının hayli naif kaldığı biraz daha çıkar ortaya. Yaşıyoruz işte: İktidara yakın ilahiyatçılar ve Diyanet, iktidarın korunabilmesi için, ne lazımsa ona uygun ayetleri seçerek kamuoyu yapıcılığı rolü oynayabiliyor.

Sonuç olarak: İslamiyetin dünyevi iddialarının genişliğini ve ‘siyasi iktidar’ meselesini de hesaba kattığımızda Zizek’in söyledikleri şeyler beyin kurcalayıcı olsa da karşı karşıya olduğumuz somutluğu açıklayamıyor.

Cem Yılmaz hadisesine dönersek: Eskiden böyle olaylar karşısında gösterilen tepki üzüntü belirtmekten ibaret kalırdı fakat şimdi onun yerini tehdit aldı. Bu da bir kez daha Zizek’in yaklaşımının bir ölçüde iktidar konumunda olmayan bir dindarlığın davranış kodlarını analiz etmede işe yarayabildiğini, iktidar konumundaki dindarlığı anlamada ise pek fazla işimize yaramadığını gösteriyor.

- Advertisment -