Alper Görmüş

Fotomaç’tan Yeni Şafak’a, eleştiri girişimini ‘saçma’ kılan düzeysizlikler

Yani hiç değilse kendinizi, sanki mesleğinizin en temel ahlaki ilkelerini satılığa çıkarmamış gibi gösterecek birkaç incelik sergileyin, azıcık gayret gösterin, öyle ki sizi eleştirmek isteyenler zorlansın biraz, yaptıklarınızın ‘yuh artık’ dışında tepkilere de imkân verecek bir içeriği olsun. Ve nihayet: Sizi eleştirmenin bir tadı olsun.

‘Yargılanacaksınız’ çıkışları neden iktidarla bağı oy vermekten ibaret olanları da ürkütüyor?

Trakya ve Balkan coğrafyasında “yeniden doğuş”u simgeleyen marteniçka ipi bağlanmış çiçekli bir fotoğrafın iktidar çevrelerinde -idam ipi ve darağacı benzetmeleri üzerinden- istismar edilme biçimi çok şey anlatıyor. Bu istismarı, “Yargılanacaksınız” üzerinden yürüyen öforik kampanya ile birlikte düşünmek lazım. Çünkü sahiplerinin murat ettiğinin tersine, bu tehdit dili sadece iktidar elitlerini değil iktidara oy verenleri de ürkütüyor.

“Kartaca yıkılmamalıdır”

AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesinden hemen sonra, iktidarın meşruiyetini tanımayan, onu ‘düşman’ olarak kodlayan sert bir muhalif çizgi belirdi. Zamanla bütün muhalefetin benimsediği bu çizginin bir de sloganı vardı: “Kartaca yıkılmalıdır…” Aradan 20 yıl geçti, şimdi kendisi dışındaki herkesi ‘vatan haini’ sayan iktidar “Kartaca yıkılmamalıdır” diyor. Çünkü o, hainlere karşı vatanı, din düşmanlarına karşı İslam’ın izzetini korumaktadır. Aynı madalyonun iki yüzü, ideoloji ve siyasetten ziyade zihniyete dair bir mesele: İktidar olmak bana hak, sana değil!

6284 tartışmaları üzerinden, ‘büyüyen erkek şiddeti’ ve ‘azalan erkek kimliği’ tartışmasına dönüş

Bugün, erkek dindarlar 6284 sayılı kanuna sahip çıkan dindar kadınları dehşet içinde izliyor; nereden çıktı bu kadınlar diye soruyorlar kendi kendilerine, bazen de kendilerini tutamayıp küfrediyorlar. Benzer bir şaşkınlığı, mahcubiyetlerinden ötürü ifade etmeseler de seküler kadınlar da yaşıyor olmalı. Türkiyeli kadınların erkek hâkim sınıfına karşı verdiği mücadelede ‘tarihsel yanılgı’nın sonuna gelmiş olabilir miyiz?

‘Gönüllü dezenformasyon’ bile geride kaldı, artık ‘kendi yalanını kendin uydur’ aşamasındayız

Maruz kalmayı, ‘kötü’ bir şeye zorunlu katlanış anlamında kullanırız. Mesela ‘yalan’a maruz kalırız fakat yeterince uyanık olursak onu başımızdan defedebiliriz. Fakat politik kutuplaşmanın düşmanlararası savaş boyutuna ulaştığı koşullarda yalan haberleri -şayet işimize geliyorsa- yalan olduğunu bile bile kabul etmek ve yayılmasına katkıda bulunmak sıradan bir davranış haline gelir. Bir sonraki aşama ise ‘kendi yalanını kendin uydur’dur. Şimdi o aşamadayız. Önümüzdeki iki ay boyunca bu derin çürümüşlük alâmetinin muhtelif versiyonlarıyla karşı karşıya kalacağız.

Devlet Kılıçdaroğlu’nu istemiyor mu? İstemiyorsa nedenleri ne olabilir?

Kılıçdaroğlu hakikaten “Devlet (güç ve rant), kimlik (vatandaşlık ve Kürt meselesi) ve Batı karşıtlığı (uluslararası hukuktan kurtulmuş bir bağımsızlık hevesi)” alanlarında devleti kaygılandıracak bir performans sergileyebilir mi? Benim bu sorulara cevabım, ‘hayır…’ Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’ye yön değiştirtecek bir radikalliğin adamı olduğunu düşünmüyorum. Fakat onun gerçekte benim düşündüğüm gibi bir siyasetçi olmaması, devletin ondan paranoya boyutlarında kuşku duymasına engel değil. Ve bence duyuyor.

Kılıçdaroğlu portrelerim: 2010, 2019, 2023

16 Eylül 2010 (Mükemmel İkinci Mutsuz Birinci, Aktüel dergisi): “’Liderlik kumaşı’yla ilgili en büyük handikapı şu: Bildiğimiz anlamda ‘liderlik’ten zevk almıyor… O aslında mükemmel bir ‘ikinci’ ve mecburen ‘birinci’ olmuş bütün mükemmel ikinciler gibi giderek derinleşecek bir mutsuzluğun esiri…” 9 Mayıs 2019 (Revize Edilmiş Kılıçdaroğlu Portresi, Serbestiyet): “Meğer birinci olmayı seviyormuş ve ‘ikinciliğine aşkla bağlı olmaktan’ kaynaklanan bir mutsuzluğu da yokmuş…” 7 Mart 2023: 2010’da yanılmışım, 2019’da yanılmamışım.

Devrede “Devlet odaklı, siyaset üstü, düzenleyici bir güç” var mı?

Devlet, siyasi iktidarla aşağı yukarı 10 yıl önce kurduğu ve giderek güçlenen ittifakının çıkarları gereği Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olmasını istemiyorsa, evet, “siyaset üstü, düzenleyici bir güç” olarak oyunun içinde olduğu söylenebilir. Peki, devlet neden Kılıçdaroğlu’nu kendisi için neredeyse bir ‘beka sorunu’ olarak görür? Şayet varsa böyle bir duygu, bunun rasyonel gerekçeleri neler olabilir?

‘Beka’cılık, ‘dış düşmanlar’ı yardıma çağırarak iflasını ilan etti; gerçek bir düşmanın halka iyilikte bulunmasına fırsat verilmez!

Şu ölçüye güvenin: Beka (varlık-yokluk) sorunu yaşamanın, yani sizi yok etmek isteyen bir düşmanla karşı karşıya olma durumunun en temel duygusu, hasmınızın ‘mutlak kötü’ olduğudur. ‘Mutlak kötü’den yardım istenmez. Peki, yıllar boyunca ülkenizi boğmak, bağımsızlığınızı yok etmek için yanıp tutuşan ülkelerden söz ettikten sonra, başınıza gelen bir felaketin ardından onları yardıma çağırırsanız? İşte o zaman o âna kadar ‘beka sorunu’na dair söylediğiniz her şeyin palavra olduğu çıkar ortaya.

ANALİZ | Cumhurbaşkanı’nın ‘be ahlaksız, be namussuz, be adi’siyle çekiçli adamın eylemi arasındaki rabıta

Ülkenin cumhurbaşkanının deprem bölgesindeki eksiklikleri eleştirenleri “ahlaksız, namussuz, adi” diye suçlamasından iki gün sonra deprem bölgesinde bir vatandaş, bir gazeteciye “hükümeti eleştirmeyeceksiniz” diyerek çekiçle saldırdı. Polis, şikâyetçi olmak isteyen gazetecinin ifadesini bile almayı reddetti, ‘vurmadı ki” dedi. Bu olaylar birbirinden bağımsız mı? Değilse, gazeteciler kamuoyuna bunu nasıl aktarmalı?

“Cumhurbaşkanı(mızın Liderliğinde) Hükümet Sistemi”nin o gecesi…

Malum, iktidar ve iktidar basını “acılar üzerinden siyaset yapmak” diye bir pozisyon tarif ediyor ve bu pozisyon sahiplerini susturmak için elinden geleni ardına koymuyor. Eh, yine de “siyaset yapıp” dayak yemeyi göze alan biri hiç değilse dayak yemeye değecek bir konu seçmeli, kendince en önemli başlık üzerinden siyaset yapmalı, değil mi? Ben böyle düşündüğümde, devlet görevlilerini yetki kullanmaya korkar hale getiren yönetim sisteminin büyük deprem karşısındaki performansını didiklemenin en isabetli tercih olacağı kanaatine varıyorum.

Yardım duygusunu şeytanlaştırmak ve bundan siyasi zarar görmemek!

Pandemide gördük, daha sonuçlanmadı ama depremde de görmekteyiz: Siyasetçiler kendilerinden olmadığını düşündüklerinin yardım gayretlerini şeytanlaştırıyor ve fakat bundan siyasi bir zarar görmüyorlar; taraftarları onları ayıplamıyor. Bir toplumun ahlaki ayarlarındaki bozulmanın büyüklüğünü bundan daha iyi ne anlatabilir? Peki neden böyle oldu? Neden böyle oluyor?

Felaket halinde bile esas derdi eleştirileri bastırmak olan bir devlet ve iktidar

Bizim devletimiz, şefkati işçilerin kendisini eleştirdiği âna kadar süren ‘babacan’ işadamlarına benziyor. Çalışanlarını ‘baba gibi’ seven o işadamları, o âna kadar ‘baba’sına sadece saygı gösteren işçilerden biri çıkıp da biraz sonra sahte olduğunu anlayacağı ‘baba şefkati’ne güvenerek onu eleştirmeye kalktığında ne oluyorsa, Türkiye’de devlet-yurttaş ilişkisinde de o oluyor.

Yargıda nihayet ‘kendilerine verilen yetkiye sahip çıkan kuvvetli adamlar…’

Anayasa hukukçusu Kemal Gözler, 23 Aralık 2020’de kaleme aldığı bir makalede Türkiye’de artık anayasa diye bir şeyin kalmadığını yazmıştı. Gözler, Anayasayı bitiren şeyi kuvvetler ayrılığının yokluğuna; kuvvetler ayrılığının yokluğunu da “kuvvetli adamlar”ın yokluğuna bağlamıştı o yazısında. Kemal Gözler tam bir ay sonra, 23 Ocak 2021’de bu defa “Elveda Anayasa Mahkemesi” diye yazdı. Yazısının tam başlığıyla: “Elveda Anayasa Mahkemesi; İrfan Fidan Olayı.”

Ya saçmaladığımı gösterin ya siz de bir şey söyleyin… Konu: ByLock, soru: Yüz binlerce kişilik gizli örgüt iletişim aracı olur mu?

Yaygın görüşe göre ByLock’çular ikiye ayrılır: a) ‘Morbeyin’ vb programlarla iradeleri dışında uygulamaya girmiş görünenler ve b) gönüllü katılımcılar. Birinciler ‘ByLock mağduru’dur ve mağduriyetleri giderilmelidir, ikinciler örgüt üyesidir ve cezalandırılmalıdır. Ben, ByLock’un ona gönüllü olarak katılanlar için de suç teşkil edemeyeceğini söylüyorum. Bir gizli örgüt, en mahrem sırlarının yüz binlerce kişi tarafından paylaşıldığı bir platform kurar mı?

Sinan Ateş suikastında soruşturmacılara verilen talimatın derecesi “Çözün ulan”dan “çözün”e mi geriledi?

Sinan Ateş suikastı soruşturmasında hafta içinde ortaya çıkan gelişmeler, Bahçeli’nin meclis grubundaki ültimatomuyla (“Yargılatmayacağım, tek bir evladımı vermeyeceğim, surda gedik açtırmayacağım”) bağlantılı görülüyor. Fakat bir yandan da Bülent Arınç’ın üst üste verdiği mesajlarla hatırlattığı “Cumhurbaşkanının kararlılığı” var. Bahçeli öyle Cumhurbaşkanı böyle derken bundan sonra ne olur? Demokles kılıcı bu defa taraflardan birinin değil ikisinin de elinde.

Sulu gözlü bir çocuk, pervasız bir ihtiyar…

Sulu gözlü bir çocuktu, fakat bu, düşüncelerini hayatının sonuna gelmiş yaşlı insanların pervasızlığıyla dile getirmesine engel değildi. O kadar samimi bir insandı ki, başkaları telaffuz etse “çelişki yığını” algısı yaratacak düşünceler, onun dilinde çok sesli fakat ahenkli bir senfoniye dönüşüyordu.

Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi (8-son): İslamcılık üstü az milliyetçilikten, milliyetçilik üstü az İslamcılığa

İttihatçılık orijinal biçiminde millî kimliğin (Türklük) dinî kimlikten (Sünni İslam) daha önemli olduğu bir ideoloji olarak şekillendi. İdeolojinin bu başat karakteristik özelliği AK Parti’yi ve devleti 2013’ten itibaren önce iş birliğinde ardından ittifakta buluşturan yeni İttihatçılık ideolojisinin de temel yapı taşını oluşturdu. 2017’de yaşanan “İslamcılığın AK Parti’den tasfiyesi” tartışması, ‘yerli’ AK Parti’nin ‘millîlik’ açığını kapatmak üzere aldığı yolun artık görünür hale geldiğini gösteriyordu.

“Yargılatmayacağım, tek bir evladımı vermeyeceğim, surda gedik açtırmayacağım”ın anlamı ne?

Devlet Bahçeli’nin, Sinan Ateş suikastı bağlamında son iki grup toplantısında tablonun bütün açıklığına ve onca sıkışmışlığına rağmen dile getirdiği ‘rest’ tonundaki çıkışları bir yanıyla onun büyük çaresizliğini gösteriyor. Fakat burada asıl sorulması gereken soru şu: Ya bu kadar çıplak bir tablo karşısında bile dediklerini yaptırır; “yargılatmaz, tek bir evladını vermez, gedik açtırmazsa?..” Böyle bir sonuç a) toplumsal ruh halini nasıl etkiler, b) bugünkü iktidar yapısı, bugünkü ve yarınki Türkiye hakkında bize ne söyler?

Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi (7) 15 Temmuz sonrasında gönül titreten Misak-ı Millî vurguları

15 Temmuz darbe girişimini izleyen aylarda, anlamı ve önemi ancak ‘alıcı gözle’ bakıldığında fark edilebilecek iki ‘söylem’ dikkat çekti. Bunlardan biri, Erdoğan’ın, önceki 14 yıllık iktidarı boyunca hiç telaffuz etmediği Misâk-ı Millî temalı konuşmaları, öbürü de “İslamcıların AK Parti’den tasfiyesi” tartışmalarıydı. Bunların ikisi de AK Parti’nin devletle bütünleşmesi macerasının son iki çıktısıydı… 15 Temmuz’dan sonraki Misâk-ı Millî söylemi bu yazının konusu. “Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi” dizisi, “İslamcıların AK Parti’den tasfiyesi” tartışmalarını ele alacağım sekizinci bölümle bitecek.

Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi (6) ‘otoyol’: Devletle bütünleşme macerasında geri dönüşsüz an: 15 Temmuz 2016

Dışa ‘açılma’ boyutunu da kapsayan sert ‘millîlik’; dozu giderek yükselen Batı karşıtlığı (‘anti-emperyalizm’) ve Kürt antipatisinin Kürt düşmanlığına evrilmesi… 15 Temmuz (2016) sonrasının bu üç temel siyaseti, Gülen cemaatinin devlet dışına sürülmesinin ötesinde bir tahayyülün yapı taşlarını oluşturuyordu. Artık, cemaatten arındırılmış ve ‘millîleştirilmiş’ devletle siyasi iktidarın, ‘her kafadan bir sesin çıkmadığı’ yeni bir siyaset ve toplum düzeni oluşturmak amacıyla oluşturdukları yeni bir ittifak vardı.

Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi (5) 2015-2016: Laiklik kutuplaşması yerine millîlik kutuplaşması

Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘yerli ve millî’yi ilk olarak 7 Haziran ve 1 Kasım (2015) seçimleri arasında kullandı. Tesadüf değildi. Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminden önce muhafazakâr kitleleri ‘millîliğe” davet eden bir dil geliştirmeye başlamıştı; iktidarını artık laiklik temelli kutuplaşma üzerinden götüremeyeceğini anlamıştı, ‘millîlik’ çok daha elverişli bir kutuplaşma imkânı vaat ediyordu. Ve kararını verdi: Türkiye siyasetindeki temel saflaşma eksenini ‘laiklik’ten ‘millîliğe’ çevirecekti.”

Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi (4) viraj: Darbe davalarının sonu ve ‘Cemaat dışı’ devletle sıcak ilişkiler

Ergenekoncularla 2014’ün başından itibaren başlayan yakınlaşma (sonrasında ittifak), Erdoğan-devlet bütünleşmesinde ‘viraj’ın alınması anlamına geliyordu. O noktadan geriye dönüş yine de ihtimal dahilindeydi fakat 15 Temmuz’dan itibaren bunun mümkün olmadığı bir yola girildi, çünkü o bir otoyoldu ve geriye dönüş artık mümkün değildi.

ANALİZ | İmamoğlu’nun çağrısıyla o atmosfer doğmasaydı, Kılıçdaroğlu’nun Almanya gezisi sorgulanır mıydı?

Şurada yüzyüze bakıyoruz: Şayet mahkemeden İmamoğlu’na siyasi yasak kararı çıkarsa ne olacağı hususunda hepimizin açıkça söylemese de inandığı senaryo şuydu: Başta Ekrem İmamoğlu olmak üzere muhalefet liderleri kararı kınayan açıklamalar yapar, Kılıçdaroğlu da belki bir basın toplantısıyla Almanya’dan kınamalara katkı verirdi. Böyle bir siyasi atmosferde kimse de Kılıçdaroğlu’na “oldu mu ya sayın Kılıçdaroğlu” diye sormazdı.

Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi (3) endişe: Gezi ve 17-25 Aralık (2013)

2013 Aralık’ı 2013 Haziran’ından çok daha ürkütücüydü iktidar açısından. Altı ay içinde yaşanan bu iki travmatik olay Erdoğan’ı çok zor bir tercihle karşı karşıya bırakacaktı: Toplumun yarısı kendisine düşmandı ve şimdi devletin de yarısı karşısına geçmiş, onu devirme isteğini açıkça ortaya koymuştu. İşte o çaresizlik içinde Erdoğan ‘eski’ devletle barışmaya karar verdi ve bir daha geri dönmemek üzere virajı aldı.

Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi (2) Devlet-Erdoğan yakınlaşmasının ‘nüve’si Uludere 2011 hakkında birkaç söz daha

“Dün Başbakan Tayyip Erdoğan’ın grup konuşmasını dinlerken içimden şu geçti: ‘İşte budur...’ Uludere’deki elim olay konusunda, her önüne gelenin küçük, küçücük, mide bulandırıcı bir popülizm yaptığı günlerde, ülkenin başbakanından beklenen ses budur. (...) Evet, Sayın Başbakan. Doğru olanı yaptınız. Siz ordumuzun arkasında durdunuz; biz de sizin arkanızdayız.” (Ertuğrul Özkök, 4 Ocak 2012)

Yeni ittihatçılığın müsvedde tarihi (1) Nüve: Uludere, 2011

Günümüzde AK Parti iktidarıyla devlet bütünleşmesine bakıp devletin AK Parti’yi teslim aldığını ya da tam tersine Erdoğan’ın ortada devlet diye bir şey bırakmadığını, yani devleti bir Erdoğan devletine dönüştürdüğünü düşünenler yanılıyor. Bu tezlerde olduğu gibi ortada birinin kaybedip öbürünün kazandığı bir tablo yok; bu, kaybedenin demokrasi ve özgürlükler olduğu bir kazan-kazan oyunu. Türkiye İslamcılarının içindeki devlet geni, gelişmelerin onları sürüklediği bazı mecburiyetlerle birleşince ortaya böyle bir tablo çıktı. AK Parti’nin Uludere’yle başlayan devletle dansının 10 yıllık tarihi bunu açıkça gösteriyor.

Hablemitoğlu iddianamesindeki cinayet gerekçeleri: Devlet ve TSK için iki ‘şer’den hangisi ‘ehven?’

Hablemitoğlu iddianamesinde iki olası cinayet gerekçesinden söz ediliyor ve bunlar akla şu soruyu getiriyor: Devlet ve TSK için hangisi ehven-i şerdir? “Bir eşinin daha olmadığı kahraman bir TSK mensubu”nun dört başka ‘kahraman’la örgüt kurup para için cinayet işlemesi mi, yoksa aynı kahramanın bir devlet postu için rakibini öldürmeyi göze alması mı?

Kutuplaşmanın yan etkileri: Zekâyı durgunlaştırır, ahlâkı ve özsaygıyı erozyona uğratır

Yol açtığı tahammülsüzlük, öfke, saldırganlık, şiddet, siyasi düşmanlık gibi belirtiler satıhta görülebilir olduğu ve öne çıktığı için, kutuplaşmanın kötülükleri bahsi açıldığında hep oralara odaklanıyoruz. Oysa kutuplaşma derinde, çok derinde, çok daha kalıcı problemler üretiyor. Kutuplaşma ahlak ve özsaygı erozyonuna, hatta zekâ durgunluğuna yol açıyor.

‘İzmir Duvarı’ ve ‘beyaz göç’

“Laik-seküler hassasiyeti olan geniş kesimler, siyasal alandaki rekabetin ‘distopyan bir İslâmcılığı’ işaret etmesiyle, mikro-bireysel dünyalarına çekiliyordu. Bu çekilme süreci aynı zamanda siyasal İslâm ve taşra muhafazakârlığından nispeten korunan ‘steril ve pür’ mekânlarda yaşama arzularını da tetikliyordu. İzmir, ‘beyaz göç’ diye tabir edilen bu mekânsal yönelimin temerküz ettiği alanların başındaydı. Özellikle Urla, Çeşme, Seferihisar gibi denizle iç içe ilçeleri, kültür motivasyonlu seküler tabakaların yeni yaşam alanı olarak cazipti.”