Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBu Abdüllatif Şener portresini 15 yıl önce yazmıştım, şimdi kendime ‘bravo’ diyorum

Bu Abdüllatif Şener portresini 15 yıl önce yazmıştım, şimdi kendime ‘bravo’ diyorum

Abdüllatif Şener, kurucusu olduğu AK Parti’den 2007 yılında ayrıldı. Cumhuriyet mitingleri ve AK Parti’yi kapatma davasının Türkiye gündemini esir aldığı günlerde meydana gelen bu gelişme toplumsal ve siyasi muhalefete ilaç gibi geldi; Abdüllatif Şener, “AK Parti’nin gerçek yüzünü teşhir eden” siyasi figür olarak kahramanlaştırıldı. Ben aynı fikirde değildim. 2008 Mart’ında, birkaç cümlesinden ve sezgilerimden yola çıkarak olumsuz bir Abdüllatif Şener portresi çizdim, portre Aktüel dergisinde yayımlandı. Malûm gelişmeler üzerine hatırlatmaya karar verdim.

Aşağıda okuyacağınız portreyi, Abdüllatif Şener’in siyaseti bırakıp ‘sıradan bir vatandaş’ olduğunu açıklamasından kısa bir süre sonra parti kurmaya karar verdiğini duyurduğu 2008’de kaleme aldım. İktidar konumundan kendi isteğiyle sıradanlığa geçme kararı beni çok etkilemişti. Dolayısıyla “dönüş” kararı canımı çok sıkmış, kendimi aldatılmış hissetmiştim. Portrenin başlığını bu duygudan yola çıkarak “Kaçışı ‘istikbal’eymiş” diye koymuştum.

***

Aktüel için kaleme aldığım portrelerin, bir nevi “portrecinin portresi” sayılabilecek birincisinde şöyle yazmıştım:

“Yazılarımda -her şeye rağmen- kimi haksızlıklara kaynaklık edebilecek kötü bir huyum var: Portresini yazdığım kişi benim için çok temel nitelikteki kimi değerleri iğfal eden biriyse eğer, onun başkaca olumlu özelliklerini tespit ve ilan konusunda ciddi bir mesai harcamam, kendimle epeyce mücadele etmem gerekir. (…) Burada ayrıntısına girmeyeceğim sözünü ettiğim değerleri anne-babaların çocuklarıyla ilişkisi konusunda test ediyorsak eğer, durumum daha da zorlaşıyor. (…) Portresini yazacağım kişilerin kahir ekseriyeti ya anne ya baba olacak ve bakalım ben onların çocuklarıyla ilişkisinin zihnimde yaratacağı sempati ya da antipatiden ne ölçüde kurtulabileceğim?”

Aslında korktuğumun başıma gelmediğini söylemeliyim; ya ben bu çerçevedeki bilgilerden bilinçdışı bir itkiyle kaçtım ya da anne-babalar çocuklarıyla ilişkisinden konuşmaktan fazla hazzetmedikleri için karşıma bu yönde bilgiler çıkmadı. Ta ki Abdüllatif Şener’in portresini yazmaya karar verene ve kendisiyle yapılmış söyleşileri okumaya başladığımda karşıma çıkan ilk söyleşinin ana konusunun Şener ve çocukları olduğunu görene kadar…

Babam ve Oğlum filminin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde yapılan söyleşide, Sabah gazetesi muhabiri Elif Korap, Şener ve iki oğluyla birlikte izledikleri filmin ardından, muhatabı siyasetçiyi siyasetten çok baba-oğul ilişkisi konusunda sıkıştırıyordu.

Bu defa korktuğum başıma gelmişti işte. Oğulları, “Babanızla birlikte kendinizi hatırladığınız ilk an? Sizinki nasıl bir fotoğraf karesi” sorusunu şöyle cevaplıyorlardı:

Bedirhan: “Herhalde 3-4 yaşındaydım. Babamla annem beni Adana’da yaşayan anneanneme bırakmışlardı. iki ay mı, üç ay mı ne kadar kaldım hatırlamıyorum. Babam beni almaya geldi. Sadece onu gördükten sonra kaçtığımı hatırlıyorum. Babamla ilgili ilk hatırladığım sahne bu. Herhalde çok etkilenmişim ki unutmadım.”

Şamil: “Dönüp baktığım zaman çocukluğum babasız geçmiş gibi. Kısmen de annesiz geçti diyebilirim.”

Gözümün önündeki o resim

Fakat süngümün düşmesi için Abdüllatif Şener’in, “Çocuklarınıza gereği kadar alâka gösterememenin ezikliğini yaşıyor musunuz” sorusuna verdiği hüzünlü cevabı duymak yetti: “İşte bak beraber sinemaya geldik, film izledik, demek ki ilgileniyoruz ailemizle de.”

Çocuklarıyla ilişkisini başaramamış “başarılı” insanlar bana göre değil. Ama Abdüllatif Şener, her şeye rağmen benim ölçülerimle “geçer” not alabilecek bir baba gibi görünüyor…

Fakat gözümün önünde öyle bir resim var ki, birazdan sıralayacağım “iyi, sempatik insan”lığına dair her şeyi silikleştiriyor… Üstelik, inanmayacaksınız ama, resim, Abdüllatif Şener’in bakanlık dahil bütün kariyer imkânlarını tepip sıradan vatandaşlığını ilan edişini tasvir ediyor; tam o “bilge politikacı” anını:

Hükümetin en önemli bakanlıklarından birinin başındaki, itibarlı, gelecek vaat eden bir politikacı olan Abdüllatif Şener, Sivaslı partili gençlerin, “Sen yoksan biz de yokuz, intihar ederiz” yollu tehditlerine aldırmamış, yeni seçimlerde değil bakanlığa, milletvekilliğine bile aday olmadığını açıklamıştı. İşte tam o günlerde bir televizyon programının konuğuydu. Programın sahibi konuğuna ilk olarak, beklendiği gibi “Neden” diye sordu. Şöyle dedi Şener: “Oraya gelmeden önce bir hatırlatma yapmak isterim; bu tavır Türkiye’de ilk kez gösteriliyor, zannederim dünyada da örneği yoktur.”

Duyduklarıma ilk anda inanamadım. Hadi egosu fena halde şişmişti, peki soruyla hiç ilgisi olmayan böyle tuhaf bir cevaptan imtina edecek basiret de mi kalmamıştı bakanda?

Benim de “bilgeliğini” teslim etmeme ramak kalmış bu istikbal vaat eden politikacıdan o gün fena halde soğudum. Bu portre için hakkında yaptığım okumalardan edindiğim izlenimlerin son toplamda olumsuz olması da belki bu “ön”den edinilmiş “yargı”dandır, bilmiyorum.

Bu “yargı” olmasaydı…

Hiç kuşkusuz bu “yargı” olmasaydı, standart bir politikacı olmadığını gösteren kimi tavırlarının bende yarattığı sempati duygusu çok daha yoğun olacaktı. Sayalım mı?

Mesela, “bizi bölmek, parçalamak isteyen” Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’e Kürtçe “ez te hezdikim” (seni seviyorum) deme cesaretini gösteren bir politikacı olması…

Mesela, katıldığı bir şarapçılık toplantısında söylediği “put kırıcı” o sözler: “Sen şaraptan ne anlarsın diyen varsa, ben bu nesnenin her şeyini bilirim de sadece tadını bilmem.” O vesileyle öğrendik, hayatının en güzel anlarının içki toplantılarında geçtiğini ve fakat ağzına bir damla bile alkol sürmediğini. (Bir politikacı için ‘cesur’ sıfatını hak edecek bir kalendermeşreplik; sanırım siz de kabul edersiniz).

Mesela, kulağındaki küpeyi şöyle izah eden bir oğulun babası olması: “İki gün önce deldirdim. Babama sormadım. Görünce ‘Deldirdin mi, yoksa takma mı’ dedi. ‘Delik’ dedim. ‘İyi, güzel olmuş’ dedi.” (Türkiye’de bu kadarını modern-laik bir sürü babanın söyleyemeyeceğini teslim edersiniz.)

Sıra geldi, “bu kadarı yetmez bana” diyenlere… Onları da Şener’in malvarlığıyla ikna edeyim: “Sadece bir evim var. Bir politikacının daha fazla birikim yapamayacağı kanaatindeyim.”

Fakat heyhat, her şeye rağmen tam olarak ikna edemiyorum kendimi. Para hırsı yok belli ki, ama çok güçlü başka hırslarının (mesela iktidar) olduğunu hissediyorum. Bunu tolere edebilirdim ama bir şartla: Bu hırs gizlenmeyecek, ifade edilecek… İktidardan vazgeçme, daha büyük bir iktidarı satın almanın bedeliyse eğer ve fakat bu bize söylenmiyorsa, olmaz. Daha doğrusu olur da, bana uymaz.

Benim gibi bir ara “Latif Abi”nin hiçbir politikacıya benzemeyen tavrından etkilenen, ama sonradan gene benim gibi çark eden Hürriyet yazarı Ahmet Hakan şöyle yazmıştı:

“Sevgili Latif Abi… Hatırlarsan, ‘Politikayı bırakıp bir sahil kasabasına yerleşme’ havasına girdiğin günlerde sana ‘Kaç Latif Abi kaç’ diye seslenerek bir parça cesaret aşılamak istemiştim. Kaçtın… Ama Latif Abi, benim arzu ettiğim kaçış, böyle bir kaçış değildi ki! Ben daha melankolik, daha yiğitçe, daha ders verici bir kaçış arzu etmiştim. (…) ‘Bana sunduğunuz tüm nimetleri elimin tersiyle itiyorum’ türünden bir kaçış!”

Abdüllatif Şener’in kaçma ihtimali ve sonradan takındığı “Kaçtım ama, buradayım, görün beni” tavrının ağzımda bıraktığı kekremsi tatla Ahmet Hakan’ın ağzındaki tadın aynı olduğunu hissediyorum.

Neyse, işi tadında bırakalım… Ayrıntılara girersek ağzımdaki tadın daha da bozulacağını hissediyorum.

NOT. Portrenin yayınından bir gün sonra Yeni Aktüel dergisinin editörlerinden Çağla Kalafat’a şu e-mail’i göndermişim:

“Biraz önce Abdüllatif Şener aradı, portresi onu çok düşündürmüş, ‘siyasete girme’ konusunda benim kendisine tavsiyemi sordu, ben de daha önceki birkaç tavsiye vukuatımdan sonra bu işlerde yeminli olduğumu anlattım; yardımcı olamayacağımı söyledim. Bol kahkahalı bir görüşme oldu. Sonunda bir gün buluşup konuşmak üzere bitirdik.”

- Advertisment -