Alper Görmüş
Otoriterliğe karşı siyasi sertlik ve kararlılık: Evet ama yetmez!
Popülist-otoriter siyasetler duyguları istismar ederek büyüyorlar ve insanlığın önündeki sorunlara çare olma ihtimalleri yok. Fakat demokrasiler neden bu tür siyasi akımlar üretiyor? Popülist-otoriter liderler kitlelere neden cazip geliyor? Bu liderler insanların hangi duygusal-psikolojik ihtiyaçlarını karşılıyor? Demokrasiler, bu sorulara cevap vermeden, yükselen ve kendilerini açıkça tehdit eden otoriter devletleri-liderleri salt siyasi kararlılık ve sertlikle geriletemezler.
Tarih, 2022’yi demokrasilerin otoriterliğe karşı muhkem durmayı karara bağladığı bir yıl olarak kayda geçirebilir
Biri 2021’in (6 Ocak, Trump’çıların Kongre baskını), öbürü 2022’nin (24 Şubat, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı) başlarındaki iki olayın, otoriterliğin yükselişi ve tehlikeleri konusunda demokrasiler üzerinde uyarıcı bir etkide bulunmaması düşünülemezdi. Merak edilen, demokrasilerin bu uyarıcılar karşısında nasıl bir tavır alacağıydı. Ortaya çıkan ‘barbar enerjisi’ karşısında yatıştırmacı bir çizgi mi izleyeceklerdi yoksa kararlı bir tutum mu sergileyeceklerdi? Son iki yılda ama özellikle son aylarda ortaya çıkan bir dizi gelişme, demokrasilerin hem de birlikte verdikleri bir kararla ikinci yola girdiklerini akla getiriyor.
Fatih Terim: Türkiye’nin insan hali…
Bundan tam 14 yıl evvel, yine bir Eylül ayında bir Fatih Terim portresi yazmıştım. Güzin Sarıoğlu dünkü “Fatih Terim harikalar diyarında” başlıklı yazısında ondan söz etti. Madem öyle, dedim, ben de o yazıyı 14 yıl sonra bir daha yayımlayayım… Okuduğumda şunu gördüm: 2008 Türkiyesi, kendisiyle birlikte -artık ne kadar değiştiyse- Fatih Terim’i de değiştirmiş gibi görünmüş o zaman gözüme. Fakat şimdi baktığımda, bir Rusun Nobel ödüllü yazar Svetlana Aleksiyeviç’e söylediği o çok çarpıcı söz geliyor aklıma: “Rusya’da 5 yılda her şey değişir fakat 200 yılda hiçbir şey değişmez.”
ANALİZ | RTÜK Başkanı Ebubekir beyin insanı çaresiz bırakan ‘tarafsızlık’ vurgusu
Her şeyin apaçık olduğu durumlarda her şeyin apaçık olduğunu ispatlamaya kalkmak yalnızca faydasız değil, mantıksal olarak saçmadır da. Fakat yine de birileri çıkar ve ortada yanlış bir şeyin olmadığını söylerse yapabileceğiniz iki şey vardır: Susmak ya da bu ağrınıza gidecekse gülmek; bu da az bir çaresizlik değil. RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in “Tarafsızız”, “Bütün kanallara eşit mesafedeyiz” sözleri insanda böyle bir çaresizlik duygusu yaratıyor.
Otoriterliğin alâmet-i fârikası olarak ‘Türkiye Modeli’: Yönetimde, ekonomide, iletişimde…
Gazeteci olarak benim ayıbıma sayabilirsiniz: Türkiye İletişim Modeli diye bir modelin varlığından haberdar değildim; ta ki Reuters’in, İletişim Başkanlığı’nın kendisini iktidarın kollarına bırakmış gazete ve televizyonları nasıl denetlediğini incelediği haberine tepki gösterirken Fahrettin Altun’un ‘model’in altını bu defa kalınca çizmesine kadar… Böylece ‘Türkiye Yönetim Modeli (Türk Tipi Başkanlık Sistemi) ve Türkiye Ekonomi Modeli’nden sonra ‘biricik’ karakterde bir modelimizin daha olduğunu anladık. Gerçi üçünde de içerikler pespaye ama ne gam; ‘biz’e has ya!
Hablemitoğlu cinayetini İpekçi-Mumcu cinayetler serisine bağlayan görüşler, ya da ‘leş analizler’de gerileme
Hablemitoğlu cinayeti soruşturmasının, Türkiye’nin son 40 yıllık aydın cinayetleri serisini Kontrgerilla bağlamına oturtma ihtimalinin heyecan yaratmamasını anlamak mümkün değil. Susurluk soruşturmasının vaat ve ima ettiğinden daha önemli bir soruşturmayla karşı karşıyayız ama, Susurluk’ta gördüğümüz heyecanın yerinde yeller esiyor. Onun yerine gördüğümüz şey kâh göz kapama kâh tuhaf analizlerle olayı perdeleme çabası… Fakat galiba son iki haftada bu eğilimde bir gerileme, ilk bakışta görüneni görmezlikten gelmeme yönünde bir eğilim var.
Yine de şu soru geçerli: Lider karşısında sürekli susanları mı tercih edersiniz, bir parlayıp bir sönen Bülent Arınç’ları mı?
Bülent Arınç’ın, “kral çıplak” dedikten sonra Erdoğan’ın davetine icabet edip Manisa mitingine katılmasını ve orada Erdoğan’a oy istemesini eleştirenlere, “Yoksa benim miting meydanında kürsüye çıkıp ifadelerimin tam tersi yönde bir konuşma yapmamı (mı bekliyordunuz)” diye sorması çok çarpıcı. Haklı. Yine kendi sözleriyle “Akıl onu gerektirir ki böyle bir kalabalığa söylenecek söz ancak budur…” Fakat işte bütün mesele burada: “Kral çıplak”tan sonra o kürsüye çıkmamak gerekirdi. Çıktıktan sonra zaten “akıl” hangi talimatı verirse o söylenir. Ama bu, Arınç’ın büyük çelişkisini izale etmiyor.
Bülent Arınç: Müdanasız olmayı seviyor, sevilmemeye dayanamıyor
Bülent Arınç’ın ‘kral çıplak’a kadarki AK Parti eleştirileri partinin kendince yanlış gördüğü politikalarına, pratiklerine dairdi. Bu, “partimin yanlışlarını eleştiriyorum ama doğruları yanlışlarından çok”a inanan bir siyasetçinin pozisyonuydu; dolayısıyla Arınç’ın aynı anda AK Parti’yi hem eleştirmesi hem ona destek istemesi arasında çelişki yoktu. Fakat ‘kral çıplak’ başka bir seviye; bu, Arınç’ın eleştiri silsilesinde niteliksel bir sıçramayı ifade ediyor ve bu eleştiriden sonra ‘çıplak kral’cılık hiçbir tevil kaldırmıyor. Arınç gibi birinin bunun böyle yorumlanacağını bilmemesi düşünülemez. Öyleyse neden yaptı bunu? Anlamak için belki de psikolojiye bakmak ve Arınç’ın “müdanasızlığını” şimdi “müdanasız ama yalnız kalmayı göze alacak kadar değil” diye tashih etmek gerekiyor.
‘Leş’ analizler (3): Levent Göktaş ‘FETÖ tetikçisi’yse devlet içinde bu devirde onu kim, neden, nasıl koruyor?
Necip Hablemitoğlu’nu Gülen cemaatinin 2002’de Özel Kuvvetler’deki üç subayı tetikçi gibi kullanarak öldürttüğü ısrarını sürdüren analiz sahiplerinin cevap veremedikleri bir soru daha var: Hepsi, Levent Göktaş’ın “yakalanamadığından” değil, “yakalanmadığından” söz ediyor ve devlet içindeki güçlü koruma ağına işaret ediyor. Peki, Levent Göktaş ‘FETÖ’nün tetikçisiyse devlet içinde bu devirde onu kim, neden, nasıl koruyor? Göktaş yakalandığında Hablemitoğlu’nun ‘FETÖ cinayeti’ olduğu ispatlanacaksa, nasıl oluyor da kaçması için yol açılıyor ve neden korunuyor?
ANALİZ | ‘O’na; ‘O’nun öncülüğüne, liderliğine, talimatına referans vermeden konuşamayan koca koca insanlar
Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın, Balıklı Rum Hastanesi’ndeki yangına “cumhurbaşkanımızın talimatıyla” müdahale edildiğini söylemesi espri konusu oldu ama bu ifade bir yanıyla da hüzünlü ve üzücü… Çünkü bu ‘O’na; ‘O’nun öncülüğüne, liderliğine, talimatına referans vermeden konuşamayan koca koca insanlar listesine yeni bir ilave anlamına geliyor. Bu konuda iki yıl önce Mühiminsan’lardan oluşan eğlenceli bir liste sunmuştum…
Hablemitoğlu cinayetinde ‘leş’ analizler (2): Çıplak bir Kontrgerilla eylemi nasıl sulandırılır?
Hablemitoğlu cinayetinde tetiği çekenin, olayda gözcülük edenin ve öldürme emrini verenin o tarihte Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın (ÖKK) en seçkin birimi olan Muhabere Arama Kurtarma (MAK) alayına mensup subaylar olduğunun ortaya çıkmasından sonra ortaya atılan “demek ki cinayet bir FETÖ-ÖKK ortak operasyonu” analizlerini, Şengül Hablemitoğlu’nun bir tweet’ine nazireyle “‘leş’ analizler” diye tanımlamıştım. Bu bölümde bu türden birkaç ‘analiz’ aktaracağım.
Hablemitoğlu cinayetinde ‘leş’ analizler: “‘FETÖ’ ÖKK-MAK’ı tetikçi olarak kullandı”
İnanması zor, biliyorum ama inanın tastamam böyle diyorlar: ‘FETÖ’ Hablemitoğlu’nu öldürmeye karar vermiş ve bunun için de tetikçi olarak ÖKK-MAK subaylarını kullanmış. Ve de bu iş 2002’de olmuş. Şengül Hablemitoğlu, Levent Göktaş adına açılan Twitter hesabının “Her şeyi açıklayacağım” tehditlerinden sonra hiçbir şeyi açıklamadan kapanmasından sonra “Leş pazarlıklar dönüyor belli ki, leş adamların elinde oyuncak olmuş memleket…” tweet’i atmıştı. Olan bitenlerden sonra “‘FETÖ’ ÖKK-MAK’ı tetikçi olarak kullandı” analizleri için de aynı sıfatı kullanmak yanlış olmaz sanırım.
ANALİZ | Cumhurbaşkanının ‘askeri alanlar yeşil kalacak talimatı’: Sonradan talimatından vaz mı geçti yoksa talimatına uyulmadı ve o farkında değil mi?
Akla iki ihtimal geliyor. Birinci ihtimal: Cumhurbaşkanı Erdoğan o talimatı verdikten bir süre sonra kararını değiştirmiştir. Bu durumda verdiği talimattan pişman olup değiştiren fakat talimatını değiştirdiğini kamuoyuna ilan etmeyen bir cumhurbaşkanı tablosuyla karşı karşıyayız demektir. İkinci ihtimal: Cumhurbaşkanı, talimatını değiştirmemiştir, bütün bunlar talimat yerli yerinde dururken vuku bulmaktadır ve o hâlâ ilk verdiği talimatın geçerli olduğunu sanmaktadır.
ANALİZ | Kürtler, Kürt siyasetçiler ve Çanakkale
Kürtler, aynı ülkede birlikte yaşadıkları Türklerin kendilerine haksızlık ettikleri duygusunu ortak vatan vurgusuyla birlikte paylaşırken zaman zaman tarihten de örnekler veriyorlar. Bunların en başta gelen iki örneği 1071 Malazgirt savaşı ve 1915 Çanakkale savaşı… Birinci örnek tartışmalı fakat ikinci üzerinde hiçbir tartışma yok. Demirtaş’ın “Türkiyelileşme”yi Çanakkale’yle anlatması şaşırtıcı değil; 2009’da Osman Baydemir de ‘Demokratik Açılım’ sürecini sona erdiren Habur krizini Çanakkale Şehitliği’ni ziyaretle aşmak istemişti.
Bahçeli’den sonra TBMM Başkanı Şentop: İktidar siyasetçileri ‘Misak-ı Milli’yi hatırlatmaya devam ediyor
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra başlattığı Misak-ı Milli vurgulu konuşmalarına taze bir katkı 15 Temmuz’un 6. yılında TBMM Başkanı Mustafa Şentop’tan geldi. Şentop, TBMM’deki törende ‘Mavi Vatan’ı “Milli Misak’ın önemli bir tamamlayıcısı ve ayrılmaz bir parçası” olarak tarif ettikten sonra “Aziz milletimiz için ‘ilk hedefiniz Akdenizdir’ emri, lüzumu halinde ifası elzem bir vazife olacaktır” dedi. Önceden hazırlanmış sıkı örgülü bir metinde yer alan bu cümleleri Devlet Bahçeli’nin ‘Denizlerdeki Misak-ı Millimiz’ haritasından bağımsız düşünmek zor.
Hâlâ cevaplanmamış oluşuna hâlâ şaşırmadığımız 15 Temmuz soruları
“Ya saçmaladığımı gösterin ya siz de bir şey söyleyin…” Bu kalıbı, gazeteci olarak takip ettiğim, kamusal önemi apaçık ama ‘tekinsiz’ birkaç olayda habere bulaşmamayı tercih eden meslektaşlarıma hitaben birkaç kez kullanmıştım. Aynı kalıbı 15 Temmuz’a dair her yıl sorduğum sorular bağlamında bir kez daha tekrarlamak geliyor içimden: Ya sorularımın temelsiz ve yanlış olduğunu gösterin ya siz de sorun.
Son 30 yılda ‘sağ’da ve ‘sol’da Misak-ı Milli sesleri
Devlet Bahçeli’nin Ege’deki Yunan adalarının çoğunun ‘bizim’ olduğunu gösteren “Denizlerdeki Misak-ı Millimiz” başlıkla haritayla verdiği poz, işin bir tarihi olmasaydı yaklaşan seçimi kutuplaşma ve milliyetçilikle kazanma hesapları yapan iktidarın bir iç politika numarası olarak algılanır, üzerinde fazla durulmazdı. Fakat işin 100 yıllık bir tarihi var ve dolayısıyla her yeni vurgu bölge ülkelerinde bu basitlikte algılanmıyor, bir gün kuvveden fiile çıkacak bir niyet olarak görülüyor. Ama biz bu tarihin son 30 yılına bakmakla yetineceğiz.
Cumhur İttifakı altı yılda bölge ülkelerinin zihnindeki endişeyi pekiştirdi: “Türkiye Misak-ı Milli’den vaz geçmemiş”
Bir ülkede, başka bir ülkeye ait olduğu bilinen toprak parçalarının ‘bize’ ait olduğunu gösteren haritalar dolaştırılıyorsa, olağan şüpheli olarak akla hemen o ülkedeki, başka her ülkede de bulunan “aşırılıkçılar” gelir. Yine kimsenin aklına haritayla o ülkenin resmi makamları arasında bir bağ kurmak gelmez. Fakat mesele Ege’deki Yunanistan’a ait adalar, Lozan, Kerkük, Musul, Misak-ı Milli sınırları falan olursa iş değişir. Çünkü Türkiye 100 yıldır yalnız “aşırılıkçılar” marifetiyle değil, bizzat ana akım siyasetçiler üzerinden bunları tartışma konusu yapıyor.
“Stoltenberg ‘FETÖ terörizmi’ dedi” haberi hangi gazetecilik tuzağının çıktısıydı?
Gazetecilerin önüne gelen enformasyonun bazısı doğru olamayacak kadar ‘uçuk’tur. Böyle haberler gazeteciye adeta “dikkat et, mahçup olabilirsin” diye bağırır fakat bazen gazeteci yine de onu dinlemez. Bu türden vahim hatalar, gündeme damga vuracak büyük bir haberin altına imza atacak olmanın yarattığı mesleki-insani coşkuyla ‘kuşkuyu asla elden bırakmama’ düsturu arasındaki mücadeleyi birincinin kazanması sonucunda ortaya çıkıyor. Hele bir de ‘normal’ gazeteci değilseniz, işinizi iktidarı sevindirecek ya da üzmeyecek haberler vermek olarak algılıyorsanız, tuzağa düşme ihtimaliniz daha da büyür.
Polisle milletvekilinin karşı karşıyla geldiği iki taze olayın ışığında devlet-millet algımız
Bir milletvekili polise karşı müessif bir fiilde bulununca ortalığı birbirine katan Meclis başkanı, tersi gerçekleşip de bir polis milletvekiline müessif fiilde bulununca tek kelime etmezse, Meclis başkanı yönünden ortaya çıkan tuhaflığı nasıl açıklayabiliriz? Acaba Millet’in birinci olaya ikinciden daha büyük bir tepki göstermesi, Millet’in meclisinin başkanının nasıl olup da bu tuhaflığı göze alabildiğini izahta bize yardımcı olabilir mi?
Cüneyt Arkın: ‘Saçma’yı sahici kılan adam!
Son yıllardaki siyasi savruluşundan önce, 2008’de Cüneyt Arkın’ı anlatan bir portre kaleme almıştım. Aktüel dergisinde yayımlanmıştı. Ölüm haberini alınca o geldi aklıma, döndüm baktım. “Sevenleri, onun en ‘absürd’ filmlerinde bile garip bir samimiyet sezer, bu tür filmler onun ‘Cüneyt abi’liğine asla gölge düşürmez. Bunu, ne yaparsa yapsın ciddiyetle yapmasına ve yaptığı şeylere her zaman saygılı olmasına bağlıyorum” diye yazmışım. Hâlâ öyle düşünüyorum.
Harbiyelilerin tahliyesinde siyaset rol oynamış olabilir mi?
Ekim 20020’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Askeri öğrencilerle ilgili alınan kararların toplum vicdanını yaralaması ve adalete olan güveni zedelemesinden dolayı” avukatına bu davaların yeniden incelenmesi talimatını verdi. Yaşandığı günlerde bile ses getirmemiş, bugün ise kimsenin aklında olmayan iki yıl önceki cumhurbaşkanı inisiyatifiyle birlikte düşündüğümde, “acaba Harbiyelilerin tahliyesine siyaset mi yol verdi” sorusuna kafadan “saçma” diyemiyorum.
Bir Türkiye sorusu: Yoksa eşimi ‘bizimkiler’ mi öldürdü?
Gazeteci Umur Talu 2008’de şöyle bir soru sormuştu: “Milliyetçi, ulusalcı, Atatürkçü, Kemalist, cumhuriyetçi, artık her neyse, kendilerini bu sıfatlarla beyan edebilenlerin, tam da o kimliklerle anılan kişileri (de), kurumları (da) hedef alması nedir? Daha uzak geçmişin kimi olayına da böyle mi bakmalıyız?” (Sabah, 27 Ocak 2008). Ben de cevaben “Evet, tabii öyle bakmalıyız” diye cevaplamıştım Talu’yu. Fakat katledilen aydınların yakınlarının böyle bakmaları kolay değildi. Zaman lazımdı ve zamanı geldiğinde onlar da öyle bakabildiler.
Hablemitoğlu cinayetinin hemen sonrasındaki (2002) ve 20 yıl sonrasındaki (2022) medya telaşı
Konu bir insanın hunharca katledilmesi bile olsa, hakikat yerine -ideolojik yarar lehine- ‘bükülmüş hakikat’ peşinde olan bir medyamız var. Hablemitoğlu cinayetinin hemen ardından “irtica” ezberi devreye girmişti, çünkü o zamanın ideolojik-siyasi ihtiyaçları katilin ‘irtica’ olmasını gerektiriyordu… Bugün ise ortaya çıkan dev gibi kuşkulara rağmen cinayeti “FETÖ”nün işlediği ısrarından vazgeçilmiş değil. O kadar ki, bu uğurda Ergenekon’dan yıllarca hapis yatanlar bile bir kalemde “FETÖ’cü” olabiliyor.
Güven kaybı, ‘gündemi belirleme’yi amaç haline getirdiğinizde başınıza gelen şeydir; Kılıçdaroğlu örneği
Bazı kavramlar, zaman içinde onlara atfettiğimiz olumlu içeriklerinden sıyrıldıktan sonra dahi ‘kıymetlimiz’ olmaya devam edebiliyor. Mesela siyasette ‘gündemi belirlemek’ böyle bir kavram. Muhalefetin öne çıkan cumhurbaşkanı adayları arasında en isabetlisi olan Kemal Kılıçdaroğlu, bir siyasi lider için önemli bir hedef olan gündemi belirlemeyi amaç haline getirdikten sonra ortaya attığı ‘gündem’ler sorunlu olmaya başladı. Kılıçdaroğlu’nun bu çabası bir süredir aleyhine işliyor ve ona duyulan güveni azaltıyor.
ANALİZ | 2009’da terörün güç kullanarak tümüyle bitirilebileceğini ispatlayan Sri Lanka’nın bugünü
Bundan 13 yıl önce, yine bir Mayıs ayında Sri Lanka’da 25 yıldır süren iç savaşın “son isyancıların öldürülmesiyle dün bittiğini” bildiren gazete haberleri yayımlandı. Haberler gerçeği yansıtıyordu. Sri Lanka ordusu başlattığı “nihai saldırı”da on binlerce Tamil gerillasını bir kilometrekarelik bir alanda sıkıştırmış, liderleri dâhil hepsini öldürmüştü. Gerçekten de ondan sonra Tamil gerillalarının tek bir eylemine bile rastlanmadı. 13 yıl sonra, şimdi, temerrüde düşmüş ve açlıktan ölen insanların ülkesi, Sri Lanka… Peki, bugün Sri Lanka’da yaşananlarla, ülkenin en önemli sorununun salt ve mutlak bir şiddetle “çözülmüş” olması arasında bir bağ var mı?
ANALİZ | Bir kendi varsayımını delil sayma hadisesi: “Vakıf kurdular, demek ki yurtdışına kaçacaklar”
Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün (24 Mayıs) Meclis grup toplantısında akşam 22:00’de açıklayacağını duyurduğu ‘büyük haber’in yarattığı heyecan ile devşirilen hasat arasında çok büyük bir fark var. Buradan, yine de (az da olsa) bir fayda temin edildiği gibi bir sonuç çıkmasın: Tam tersine, ‘kuvve’ ile ‘fiil” arasındaki fark pozitif değil, negatif. Kılıçdaroğlu’nun hamlesinin yerindeliğine delil gösterilen argümanlar de pek tuhaf. Ben bunlar arasında birinciliği şuna verdim: “Erdoğan çıkıp ‘Hayır kaçmayacağım’ diyebildi mi? Diyemedi.”
İngiltere devleti ile BBC’yi mahkemelik eden haberin anlattıkları…
İngiltere’de BBC’nin yayımlamak istediği bir haber başsavcılık tarafından “ulusal güvenliği tehdit ettiği” gerekçesiyle yasaklandı. BBC ve İngiltere devleti mahkemelik oldu. Geçtiğimiz günlerde sonuçlanan dava gösterdi ki: a) Devlet sırrı ve çıkarı söz konusu olduğunda, bireylerin endişeleri ve hakları İngiltere’de de ikinci plandadır, b) İngiltere’deki gazetecilikle Türkiye’deki gazetecilik arasında dağlar kadar fark vardır.
Öfkesinin tatminini arzusunun tatmininin önüne geçiren muhalif kimlikler
Türkiye’de iktidar iddiası taşıyan solda (daha açıkçası CHP’de) siyaset yapan siyasetçiler, son yirmi yılda etkisi bazen çok güçlü bazen de nispeten zayıflamış olarak hissedilen bir çaresizlikle baş etmeye çalışıyor. Bu çaresizliğin adı, “’gıcık’ olduklarına beslediği öfkesinin tatminini iktidar arzusunun tatmininin önüne geçiren bir taban ve o tabandaki bu eğilimi sürekli olarak kışkırtan bazı okur-yazarlar…” Bir siyasi topluluğu, siyasetin temel amacı olan iktidar hedefini ikincil kıldıracak kadar öfkeli hale getiren şey ne olabilir?
Müslüman aydınların Gezi davasına itirazlarının ilhamıyla: Eleştirinin ve hak savunusunun en kıymetli hali
Aşırı ölçülerde kutuplaşmış toplumların “hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” bireylerinden hiç değilse bir bölümü önceliği “eleştiri”de kendi dünyasına, “hak savunusu”nda ise başka dünyalara vermiyorsa, o toplum deli gömleği giymiş bir toplumdur. Toplumsal grupların kendi özgürlükleri hususunda hassas ve dirençli olmaları, o grupların özgürlüklerinin iktidarlar tarafından gasp edilememesinin başta gelen sigortalarından biridir. Fakat toplumsal grupların tamamının özgürleşmesinden, yani gerçekten özgür bir toplumdan söz edeceksek, bu türden “grup sigortaları” için en fazla “yetmez ama evet” denebilir.