Yaşar Sökmensüer
Adını koymak…
İnsan bir şeyin adını yaşadıklarıyla koyuyor, öyle “biliyor” bazen. Mesela faşizm çocukluğumuza sonradan sızan terimler arasında… O günlerde faşizmi “anlamak”, parmağınla göstermek de daha kolay sanki. Faşiste faşist demek de… Bugün pek kolay değil. Gündelik münazaralarda sıklıkla telaffuz edilen faşizmin, “kavga”da kolayca söylenebilen “faşist”in adını koymak bile mesele.
Kumbarama pul doldu
Çocukluğumun bankalarını kumbaralarıyla hatırlıyorum. Başta evlere öyle, çocuklar vasıtasıyla sızıyorlar; o pırıl pırıl kumbara senin, velâkin “anahtar”ı bankada! Bozuk paralarını orada boşaltıyorsun, düzleşiyor. “Parayla satın alınamayan” değerlere bile dil uzatıyorlar: “Çocuğun en iyi arkadaşı kumbarasıdır.” Resimli, açıklamalı-izahlı… “Şu neş’eli çocuklar arasında: Bu çocuk Niçin Mahzun Duruyor? (Reklâmında okla da işaretli) Çünkü onun kumbarası yok!”.
Sayıların, paraların “piti piti” tarihi
Madeni 5 TL nihayet çıktı. İçimde sevinç mi desem, hüzün mü, bi duygu, bi nostalji… Yarım asır önce ilk çıktığında da bize karışık duygular yaşatmıştı. Zira çocukken kuruşların dünyası yetiyordu “ihtiyacımıza gereken” her şeye… Bayramlarda ise “1 Lira”larla, o koca “2.5”luklarla Yeşilçam konaklarının “küçük bey”i gibi dolaşıyorduk mahallede. Bugün yeni 5 TL’yi verip marketten sakız alamasan da üzerindeki “Türkiye Yüzyılı” logosuyla derin mânâsı, “ulusal varlığı” önemli. O eski şarkıdaki gibi: “Varlığı bir dert, yokluğu yara…”
Haziranda ölmek zor
Ahmed Arif 33 yıl önce bugün ayrıldı hayattan. Yürek enfarktı… Çocukluğu “Türkiye mozaiği”, şiiri kültür resitali. “Otuzüç kurşun”u yazınca -yine- târumar o mozaik.Sevdası ise “leylim leylim” kitaplara konu olmuş, ölümünden sonra herkes duymuş. Oysa en sevdiği türkü “Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar”. Memleketindekibüstüne de yazılan dizelerindeki gibi saklı kalacağına inanmış belki: “Bir ben bileceğim oysa /Ne afat sevdim /Bir de ağzı var dili yok /Diyarbekir Kalesi…”
Kızgın sacdaki gelenekler ve “şefkat medeniyeti”nde uyutma
Canlıların, hayvanların da payına düşen kültürümüz, âdetlerimiz pîrüpâk değil. Sokak hayvanlarıyla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “inşallah inancımıza, kültürümüze ve şefkat medeniyetimize göre çözeceğiz” açıklamasını da o çerçevede anlamalı. Tarihîinsan zalimliğinin köpekleri “uyutma”yla arasındaki -varsayılan- düşünsel mesafeyse “şefkat medeniyeti”, o masalın sonu anca “bir arpa boyu yol gittik”e bağlanır. Öldüren değil, yaşatan yasa…
Gençlik ve bayram
“Bugün Ondokuz Mayıs, /Mayısın ondokuzu! /Sen ey Türk istiklâlinin koruyucusu, /Sen ey ülkemizin geleceği, /Sen ey demirparmaklıklarda barfiks yapan, /Ranzalarda perende atan /Sportmen ve kahraman Türk Gençliği, /Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık, /Ama her zaman Samsun’a çıkılmaz a, /Bu sabah da avluda volta atmağa çık!”
Hayatıyla değil ölümüyle anılanlar
Hayatıyla değil ölümüyle hatırlanan insanlar ne kadar çok. Toplumsal hafızaya nakşolanı da var, hikâyesi öyle ölümlere dair “karşı hafıza”nın baskısıyla sınırlanan, değiştirilen, hatta yok edilenler de… Güncel, neredeyse “sıradan” yollarından birisi de “erişim yasakları”. Öyle müdahalelerle ölümlerin ardındaki gerçekler de kayboluyor, o siluetler de unutuluyor bazen. Kalsa kalsa usulca bir “Ah” geride…
Sigaranın dumanı…
“Önemli olan hayatınızdaki yıllar değil, yıllarınızdaki hayattır” demiş Paul Auster. Hayat da ona göre anlattığımız ve inandığımız hikâyelerden ibaret. Dünya da birbirine bağlı hikâyelerden oluşan bir (b)ağ. Anlattığı hikâyeler, mekânlar, insanlar hep dumanlı: “Yazmak, normalde duman gibi kaybolacak olanı anmanın, fizikleştirmenin bir yolu.” Dumanın ağırlığını bile teraziye koyup ölçmüş hikâyelerinde. Ki hayat da o terazide bazen: Biraz kül, biraz duman…
Film düzeltmenliği
“Düzeltme şart!” da… “İcapsız düzeltmecilik” diyebileceğim bir patoloji var. O mevzuya
film eleştirmenliğinin eğri, kırık bir dalı olarak -tabiri caizse- “film düzeltmenliği”yle değinmeye çalışacağım. Nuri Bilge Ceylan filmleri bir bakıma öyle münasebetsizliklerin de yarıştığı geleneksel “eleştiri”, “yağdırma” festivali. Her filminde saklı ya da potansiyel bir “Ben olsaydım mesela” sendromu… Hem de “gölgelerin gücü adına güç bende artık” tavrıyla.
“Tanrım onları affet…”
Affetmek, helalleşmek, yüzleşmek, hesaplaşmak birbirine yabancı, hasım kavramlar değil. Lâkin tasavvurunun geçmişin de, var olan durumun da kafesinden azade seyredebildiğini söylemek zor. Zira o yolda öyle temennilere, yakarışlara, dualara mevzu olan her şeyi beddua gibi yaşadık bu ülkede. Yaralı, arızalı psikolojilerin en zorlu ama zorunlu sınavı da böyle süreçler belki. Öyle sınavları vermeden mezun olamıyorsun.
Heyecan…
Son seçimin sonuçları, 2019 yerel seçimlerinde -her şeye rağmen- kazanılanı da unutturmuş, o tebessümü de dondurmuş. Amiyane deyimiyle bir nevi “Bi cacık olmaz” psikolojisi, seçim haritalarını yıllardır kaplayan renge teslim sarı odalara çökmüş… Heyecansız bir bekleyiş. Yine gelmeyecek bir türlü gelmemekte olan… Seçim televizyonun karşısındaki bekleyiş bile yorgun bir alışkanlık. Evde ne bir “seçim masası”, ne bir hazırlık.
Vakvak Ağacı’na adam asmaca
Çocukluğumuzdan yâdigâr bir oyunu hatırlıyorum: Adam Asmaca. Bilemediği her harfte rakibinin çizdiği darağacını, nihayetinde infazı kaybedenin cezası-kazananın zaferi yapan “çoluk çocuk” oyunu. Baktım, bugün dijital ortamda da oynuyorsun. Ağaçta sallandırılan “adalet”e de çocukluktan aşinayız. Kovboy filmleri bir yana, tarihimizde de yeri ayrı… Adıyla çizgi filmleri hatırlatan Vaka-i Vakvakiye gibi örnek olaylarımız bile var.
Linç partileri: Olduğun gibi gel…
Linç kelimesi “dar”, doğrudan sözlük anlamıyla vardı çocukluğumda. Hafızama miras kalmış, eklenmiş görselleri de öyle… Öyle demesi insanlık için korkunç ama “Bildik linç işte!”. Bugün “toplumsal linç”in araçları da, arenası, hatta “güruh”u da daha farklı. Mecazen de olsa anlamı geniş. Lâkin ölümle noktalanmasa da ölümcül, taşla, sopayla olmasa da infazıyla linç bazen.
İstemem, eksik olsun…
Tarihe geçen bazı insanlar tarihte esâmesi bile okumayanlardan alıyor bazen tüm “nâm”ını, sıfatını, adını… Onu bize öyle tanıştırıyorlar, biz de “memnun” oluyoruz. Koca bir hayatın, tarihin skeci “Deli” İbrahim’den, “Sen de mi” Brütüs’ten, “Baltacı Mehmet’in Katerinası”ndan ibaret bazen o sahnede. Boyu posu, saçı-başı, kolu-bacağı bile yeter. Tarihe geçen o özellik bir burun bile olabilir mesela. O da burnunu diker, bakar dünyanın hâline… “İstemem, eksik olsun” der.
“Bağımsız Teksas”ın Korucuları
Çocukluğumuzun çizgi roman serilerinden “Teksas” Amerika’nın bağımsızlık mücadelesinin kahramanlarını anlatıyordu. O tarihte savaş “Kırmızı Urbalılar”la yani İngilizlerle... Bağımsızlık henüz kazanılmamış. Ama bugün de gündeme gelen “Bağımsız Teksas”ın “belgeseli”, kahramanları, Korucuları -60 yıl geçse de- tek tek gözümün önünde, kanlı-canlı! Derin mevzu ama gireceğim.
Dört yaşıma daha girdim!
Doğum günleri geleneğiyle, felsefesiyle, yaş aldıran “hediyesi”yle derya-deniz bir mesele. Dibine vurmak da var. Gün gelip de pastan “mum alayı”na dönünce kutlamak yeni bahaneler, buluşlar gerektiriyor. Doğum tarihini günü gününe öğrenemememin yanında, saatini bilememenin derdi de bünyeye göre. “Doğum günü 29 Şubat” dersen o da ayrı mevzu.
Serbest dalış: Pekiyi, Çok iyi…
İlkokulda not sistemi de değişti,”Pekiyi”miz “Çok iyi” oldu epeydir. “Orta, Zayıf” da kalkmış; yeni sistemin Ortası -bize- “Yeterli”, beteri “Geliştirilmeli”… Kırıcı olmayan söylemiyle biteviye “Gelişmekte Olan Ülkeler”e biçilmiş kaftan. Milli Eğitim’de de sonsuz imar izniyle biteviye inşaat var zaten. Çok katlı, ruhsatı “daima daima daima” hazır. İnsan kendini o inşaatın duvarlarındaki bir tuğla gibi hissediyor. Genç fidanlarken Pink Floyd’un “Duvar”da yankılanan nidâsı öyle de sar(s)mıştı bizi: “Hey, öğretmen, çocukları rahat, bi’ serbest bırak!”
Çıngıraklı yalanlar, vasıfsız palavracılar
Erzurumlu ünlü palavracı Tey(y)o Pehlivan’ın harika hikâyeleri tarih artık. “Palavra” hikâye anlatıcılarının, mübalağa mizahının, o zengin kültürün dilinde kazandığı vasfını, şiştikçe şişen “vasıfsız yalancılık”ın tombul koynunda yitirdi maalesef. Çıngıraklı yalanları koynunda da beslemişsin… Her an duyuyor, görüyorsun da zehri cirminden de, cürmünden de fazla.
Altı da bir üstü de bir ise yerin…
Bir yılın ardından deprem, istatistikler, sayısal skandallar… Hayatını kaybedenlerin sayısı bir yerden sonra çakılı kalmış. Oysa enkaz kaldırma çalışmaları bile sürüyor. “Faydalı” sayılar ise ilk günden küsuratıyla uyduruluyor: “Yıkılan binaların yüzde 98’i eski, 1999 öncesinden…” Yani “Bizden önce”. Yetkililerin sayıyı boş verip daha “ilk gün” külliyen ve cümleten yaptığı açıklamalar da ortada: “Her yer kontrol altında, ulaşılamayan yer yok.” Memleket de zaten sabit: “Yüzde 99.5’u Müslüman olan ülke”.
Keşke…
Antakyalı Meryem Nene ölen kocasının ardından Arapça ağıt yakıyor: “Ey yer, yarıl da yut beni!” 2005’de… Nereden bilsin o deyimin 18 yıl sonra gerçek olabileceğini. Görmüyor 6 Şubat depremini. Neredeyse bir “İyi ki…” geçiyor içimden. 2017’de, 91 yaşında ölmeden birkaç gün önce bir ömür yaşadığı evinin avlusuna bakıp “Bu avluya daha bakabilecek olanlara ne mutlu!” demiş. Depremde o ev de yerle bir. Eğer yaşasaydı, görseydi koskoca bir ömrün elde kalan harabesini… Yüreği yarılır, duyulurdu o feryadı yine.
Sahibinden az kullanılmış kedi
“Bir yaşında ev kedisi ücretsiz sahiplendirilecektir”. İlanın altındaki mesajlara bakınca bir sürprizle karşılaştım. “Ücretsizmiş” ama kedi mâliki kedisine yaptığı “masraf”ı ve kediciğin eşyalarının parasını alacakmış. Bir yanıyla “normal”; araba satanlar da yaptıkları ekstra masrafın, ilave aksesuarların parasını isteyebiliyor. Ama “sahibinden az kullanılmış” da olsa bana biraz pahalı geldi doğrusu.
Mehtaplı gecelerde…
Aya “sert iniş” yapmak yahut ayı roketle vurmak, hatta “Aya Seyahat” tam 104 yıllık bir fikir. Lâkin bugün bile bazı hâlleri beni -hayretle- dumura uğratıyor. Mesela aya giden astronotumuzla attığımız ilk adımın, o adımı ayda 55 yıl önce atan insanlık için çok büyük olup da, şimdi öyle sayılmamasını anlıyorum elbette. Ama kalkıp 55 milyon dolara “ay yolcusu” olmanın bizim için “büyük” adım olmasına dumru aklımı erdiremiyorum. Biz dünyalı değil miyiz?
Şeytan “Eline sağlık”da gizli
Atılan-yenilen yumruklarla dolu haberler. Çoğu vaka-i âdiyeden, hatta âdetten. Manşetlere çıkması gazeteciliğin 5N1K formülündeki payına da bağlı. “Haber değeri”nin cârî olmasına… Kim atmış, nerede, kime atmış öncelikle önemli. Damat düğünde geline, beden hocası tâziyede bakana, başkan maçta hakeme atarsa manşetlik mesela. Haberin toplumsal değerini, geçer akçe olduğunu öncü birliklerin “Eline sağlık” korosuyla da hissediyorsun.
“Artık gece olmayacak”
“Göz”ün iktidarında, iktidarın -her şeye kadîr- gözüyle yaşamak-ölmek… “Artık gece olmayacak. Kameralar geceyi gündüz yapıyor. Artık mesafe olmayacak. Hiçbir şey uzak ya da yakın olmayacak. Artık sığınaklar, kuytular olmayacak. Saklanacak, kaçacak hiçbir yer kalmayacak. Siluetleri ayırt edeceğiz. Ama yüzlerini göremeyeceğiz. Yakında insan sıcaklığı, tüm insani sıcaklık da yok olacak ve (termal) kameralara karşı bile görünmez olacaklar”.
Yeni Yıl ve üst üste binen görüntüler
Ekranlarda hep üst üste binen görüntüler… Yine, öylece bekliyoruz Yılbaşı ekranlarını: “Eğlenelim gel gülüm /Önümüzde bak ölüm”. Coşkuyla, hep birlikte geriye sayılan 2023’ün son saniyelerinde hayattan “fukara” adresler yine kar altında. Gencecik ölümlerle iyice harabe, fukara… Bu sene de Yeni Yıl dilekleri, bez parçaları, yani fukara kurdeleler bağlanacak ekranlara. De ki kefen bezinden… Umutlar da yorulur, yaşlanır, ağıtlar “Yılbaşı dilekleri”nin arasına karışır, dileklerin bile mahcubiyetten yüzü kızarır bu ülkede. Utanır…
Cezasızlık, pişkinlik, vesaire…
“Hiçbir şey olmamış gibi elini kolunu sallaya dolaşmak”… Bir deyimden bestelenen bu cümle nicedir dolaşıyor “her şey”le boğuşan asabi zihnimde. Güncellendi zira. Ekranlarda ne görsem bu cümle kalıbı sallantıdaki sükûnetime omuz atmak için pusuda. Yanında arkadaşlarını da getiriyor: Cezasızlık, pişkinlik, utanmazlık, kibir, küstahlık, vicdansızlık, onlarcası… Toplu paket; birini aldın mı üçü beşi bedava.
“Örnek çocuk” olmamak…
“Ben kimsenin ‘örnek çocuğu’ olmayı kabullenmiyorum, reddediyorum”. Düşündüğünde ne büyük başkaldırı… Hele ki ebeveynlerin, “büyükler”in sadece hayatlarına değil hayallerine bile koyduğu ambargoya çocukluğunda direndiğinde. “Zor çocuk” da diyorlar onlara. Yetiştirilmesi, ehlileştirilmesi zor… “İradeli çocuk” diyen de var. Onları “Hayalperestler” diye adlandıranlar da…
“Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler“
Filistin’deki bebekler, çocuklar bildiğimiz anlamda büyümüyor, yetişmiyor. Onlar ruhuyla, bedeniyle, sağlığı, beslenmesi, yaşadıkları ağır travmalarla “ölü çocuklar”. Nâzım Hikmet’ten mülhem “büyümez ölü çocuklar”. Oradaki insani yardım teşkilatlarının yetkilileri, medya aynı cümlede buluşuyor: “Çocukları savaş öldürmezse açlık öldürür.”
Oysa yaşıyoruz hepimiz
Fotoğraflar anların kareleri, dizileri, albümleri… Bir araya geldiklerinde hayatın kabataslak, atlaya zıplaya özeti sanıyorsun. Oysa zaman o karede dursa (donsa) da, çabuk öğreniyor insan mutluluğun bir durak değil uğrak noktası, ânı olduğunu… Tebessümün uçuculuğunu, konmasının/kondurulmasının zorluğunu da biliyor. O nedenle fotoğraflar da, “fotoğraf insanları” da yaman mesele. Durduk yere ölümü de hatırlatabiliıyor.
Okunuşuyla fenomen: Fena-mena…
Lisede lisandan çok telaffuzu belletmeyi seven hocamızın “fena-mena” nağmesiyle okuduğu “phenomenon”, melodisi, şamatasıyla mahallenin diline de anında yerleşmişti. Enteresan, komik, şifreli, ince bir durum mu oldu… Aynen hocanın telaffuzuyla “fena-mena”. Bugünler için de tam isabet. Türkçe'de de o kelime dümdüz değil aynen öyle, aslı astarıyla okunmalı bence. Kelimelerin, hatta meselelerin “yazıldığı gibi okunması” her zaman hayırlara vesile değil. Resmi Tarih, ondan resmi olmasın medya misal.