spot_img
Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİşte öyle bir şey…

İşte öyle bir şey…

Sinema dilin zorlandığı, yetersiz -hatta gereksiz- kaldığı anlarda “İşte böyle bir şey”i de kazandırdı anlatımımıza. Edip Cansever gibi “işte”siz kalırdık olmasaydı: “Ah sinema biletsiz çocuk yaşına, /(…) Sinema biletsiz bir akşamüstü vaktiydim. Ufukta /İşte diye bir şey yok / Yoktu işte diye bir şey ufukta”. Bu yazıma konu olan Açıkhava sinemalarına gelince… Halk iktidarını bir tek orada gördüm (görür gibi oldum) desem kuyruklu yalan sayılmaz.

İnsan sinemayla tanıştıktan sonra hayata başka türlü bakıyor. Belki bakmayı da öğreniyor orada. Dilin zorlandığı, kelimelerin yetersiz -hatta gereksiz- kaldığı anlarda çözülüyor dili, göstererek açıklıyor anlatılması en zor olanı. Yıllar içinde büyüyen parmağıyla “İşte!” diyor, “İşte böyle bir şey…”

Edip Cansever dolaşır ya dizelerinde; “Ah sinema biletsiz çocuk yaşına, /(…) Sinema biletsiz bir akşamüstü vaktiydim. Ufukta /İşte diye bir şey yok / Yoktu işte diye bir şey ufukta”. “Bakmalar”ı da dizeliyor, başlamaları: “Bakmalar görüyorum durmadan göz olan bakmalar /Başlama gözleri; çocuklu, masallı, sinemalı…” Hissediyor, anlıyor, anlatıyorsun kendince, “İşte öyle bir şey…”

“Açıkhava”da halk iktidarı

O duyguyla da çocukluğumda sinemaların yeri-perdesi geniş, “sinemaskop”. Daha net hatırlıyorum. Geçen Pazar “Her şeyir başı mevki” yazımda gezindiğim eski kapalı sinemalardan devamla Açıkhava sinemaları da öyle. Biraz büyüyünce “repertuvar”ı nedeniyle pabucu dama atılan çocukluğumun Açıkhava sinemaları, yıllar sonra da aklımda.

“Kapalı”da değindiğim “sosyal tabakalaşma” düşünüldüğünde, Açıkhava daha “halkçı”, bir örnek tahta sandalyeleriyle daha “eşitlikçi”. 70’lere gelirken Bahçelievler’de önde tahta sandalyeli, arkada, ayrılmış bölümde masalı-yemekli-semaverli düzen, “açıkhavada VIP” filan âdetten değil. Mahallendeki ünlü, zengin doktorun peri elbiseli kızı iki sıra ötende…

Halk iktidarını bir tek orada gördüm (görür gibi oldum) desem kuyruklu yalan sayılmaz. Ama yaz aşkları gibi… Kış, ayaz bastırınca, “halk sineması” kapanınca çocukların zalim dilinde yine o sınıfsal tekerleme: “Köylü köyüne, evli evine, evi olmayan sıçan deliğine…”

Erken Gelen Oturur (EGO)

Yazlık sinemalarda kapalıdaki gibi “mevki”lere, “yere-yerine” göre farklı ücretler yok. Sandalyeler numaralı da değil bazen; belediye otobüslerindeki gibi “Erken Gelen Oturur (EGO)” sistemiyle.

Sinemada o sistemin de sistemi uydurulmuş: Ailenin çocukları, ergenleri erkenden gidiyor, koca bir sıranın yarısını evden getirdiği hırka, şal vb. ile baştan uca ayırıyor, ilk delikanlılık sınavını büyükler gelene kadar o yerleri korumakla veriyor ya da veremiyor. “Yer (masa) kapma” Gençlik Parkı’ndaki aile gazinolarında da âdet. Günün-gecen orada, o masada.

Minderde tabakalaşma

Velâkin insan eşit olmak istemeyince ne yapsan boş. Bir yanda sinemaya elini kolunu sallayarak gelip, çekirdeğini-leblebisini kapıda, “sinema tarifesi”yle alan, içeride “frigo buz”unu-“sarı gazoz”unu ısmarlayan ve kaidesini tahta sandalyeye koymadan minder kiralayan “sosyal tabaka” var.

Diğer yanda sinemaya termosta-şişede çay-oralet, ekmek arası nevaleler, ceplerde kuruyemiş, koltuk altında da minderleriyle göçer toplulukları gibi gelen Münir Özkul-Adile Naşitgiller. Küçük yaşta sınıf bilinci açısından küçümsenemez bir durum. O minder bile tahta sandalyeyi taht, öyle baht da bebeyi veliaht yapıyor bazen.

Sinema ve eskort kafileleri

“Açıkhavacılar” semt, mahalle sinemalarına giden sokaklarda kafilesiyle de hemen ayırt ediliyor. Kalabalık ailelerde ev taşıma manzaraları… Ankara’nın mevsimi gündüzleri sıcak ve kurak, akşamları serin ve çaylı olduğu için yelekler, hırkalar, kilim cirminde şallar, battaniyeler, koltuk altında allı-güllü minderler, termoslar, şişeler, nevaleler, bebek arabalarıyla piknik kafilelerinden hallice. Sinemadan çıkarken hem çocukları sayıyorsun, hem de malzemeleri kontrol ediyorsun.

Sinemanın kapısında da eşini, çocuklarını Açıkhava sinemasına yollayan, çıkışta, hava karardığında onlara eve kadar eskortluk eden aile erkekleri bekliyor. Üstü hırkalı, altı pijamalı profiller sıradan. Ne zaman geldiklerini ayaklarının dibindeki izmaritlerden anlıyorsun.

Şarkılı filmler-filmli şarkılar

Kederde tasada, mutlulukta sevinçte, kıvançta birlik müzikle, çalınan şarkılarla, marş payesine ulaşan “şarkı marşları”yla da empoze ediliyor. Kulaktan aşılama… Orada, “Yıldızların Altında” herkesin gönlü sarhoş, herkes mehtaba çıkıyor.

Açıkhava sinemaları üç ayrı “müzik saati-yayını”yla da ünlü. Bir tür Dinleyici İstekleri… Film başlamadan ve aralarda semte göre değişebilen popüler şarkılar bağır bağır çalıyor hoparlörlerden. Film başladıktan sonra da “Yeşilçam film müzikleri”yle, “Ah nerede, vah nerede”lerlekonsere devam… Jenerikle başlıyor, film boyunca şarkılardan bir çelenk.

Müziğin dinlemekle geçmediği bünyeler için “şarkı filmleri” bile yapılıyor. Popüler şarkıların hepsinin filmi, filmlerde de güftenin hikâyesi var. Sanatçı ne demek istemiş, daha derinden, görerek anlıyorsun. “Şarkılı filmler” yahut “filmli şarkılar”, film türlerini de müzik türlerine göre belirliyor bir dönem.

“Ailemizin” sanatçıları

Filmlerdeki popüler şarkılar hit olurken, şarkı söyleyenler de artist oluyor bir günde. “Samanyolu” (Bir Şarkısın Sen)” ile ünü dünyaya ulaşan, şarkısı üç dille listelere giren Berkant 10’a yakın filmde oynuyor mesela. Erol Büyükburç 30’a yakın filmde, 20’ye yakın fotoromanda başrollerde.

Oyuncular da gazino sahnelerine çıkmaya başlıyor aynı dönemde. Transfer çok yönlü. Birkaç şarkılık repertuarıyla Filiz Akın’dan İzzet Günay’a, Fatma Girik’ten Fikret Hakan’a, Yeşilçam ünlülerinin hemen hepsi o sahnede. Bazısı sahnede öylece durup, boyunu posunu gösterse bile yeterli… Adı üstünde “aile gazinosu” onlarla da genişliyor. Yeşilçam’ın oyuncuları zaten aileden.

Perküsyon sanatçıları

Sinemadaki müzik yayınına elindeki “açacak”ı şişeye-gazoz kasasına vurarak çıkardığı özgün ritimle dolaşan “gazozcu”ların melodili “Buz gibi gazozzz” nakaratları da eşlik ediyor. Açacağın tersiyle tek hamlede patlattıkları gazozları da o günün “tıs tak”ları… Açıkhava senfonisini ay çekirdeğiyle kaplı organik halıda yürüyenlerin/koşturanların çıtır çıtır adımları tamamlıyor.

İzmir Marşı’yla Kıbrıs’a

Kesekâğıdını, naylon torbayı şişirip en heyecanlı sahnede patlatma faslı da istisna sayılmaz. Filmi izlemeyi bırakıp “Torbayı ne zaman patlatırım”a saranlar bile var o mevzuda. “Ay ay ay…” nidaları da müziğe kanto tadı katıyor tabii. Açıkhava haylazlığı teşvik ediyor.

Ama milli bayramlarda düzen-disiplin, marş düzeni tam. Kıbrıs Harekâtı’nda tribünler, sinemalar “Kıbrıs Türktür Türk kalacak”, “Ordu Kıbrıs’a” sloganlarıyla inliyor. Başrollerini Cüneyt Arkın’la Fatma Girik’in paylaştığı “Önce Vatan” filmi de harekâtın hemen ardından gösterimde.

Kıbrıs’a giden Türk subayı ile Ada’nın yerlisi (ve mücahit) genç kızın aşkı. Film de marşla, “İzmir’in dağlarında”ndan güncellenen bir “türkü marşı”yla başlıyor: “Kıbrıs dağlarında vuruldum kaldım /Şehit olanları bayrağa sardım”. Marş biter bitmez sonraki sahne de öyle. Devamındaki başka türkü marşıyla, perdede uygun adım yürüyen Menmetçiklerle -hep birlikte- askerliğe devam: “Ay akşamdan ışıktır /Yaylalar yaylalar…”

Müdüriyete geliniz

Müzik kesiliyor bazen. Öksürüklü, tıksırıklı, mikrofona parmak tıklatarak yapılan anonsla  izleyicilerden birinin ismi duyuluyor arada. Ardından da “Müdüriyete geliniz”… Anahtarını unutan bir aile ferdi, kalabalıkta ailesini kaybeden bir çocuk, bulunan bir eşya vb. için yapılan anons, sinemadakilerin arayışına, heyecanına dönüşüyor: “Kim ki bu, neden ki acaba?

Makinissst uyuma!

Film yandığında, koptuğunda, ses filan kesildiğinde/bozulduğunda izleyicilerin toplu nakaratı da sinemanın ünlü efektlerden. Trendeki makinistle arandaki “vagon”lar, mesafe, resmiyet, hüsnüniyet sinemada ortadan kalkıyor. “Devlet Dairesi”ne nazaran “Makinist Dairesi” arasındaki iletişim daha laubali. İçeri giremesen de duvarın salona açılan deliğinden sesini, öfkeni ulaştırıyorsun.

Seyircinin toplu nârasının en hafifi  “Makinisttt uyuma!”… Ağzını bozan seyirci de istisna sayılmaz. Makinistlerin kaderi bir bakıma hakemler gibi;  onlar da açık-kapalı salonların hakemleri. İsterse filmi keser, durdurur, uyursa maraza çıkar, her arızanın, “ofsayt”ın sorumlusu o. Eh, sinema da tribün gibi o zamanlar. Alkış, ıslık, yuhalama, küfür, kıyamet… Senin “takım” çıkınca ayrı kıyamet, karşı, düşman takım çıkınca ayrı.

Proaktif sinema

“Kötü adam”a karşı kahramanı uyarmak da refleks. Kötüleri, makbul olmayanları bayıltana kadar döveni alkışla “bravo”lamak, ama iyi adam arkasını dönüp o kalleş kötü adam ayılırsa yuh nidalarıyla, hatta “Ulan kalktı, dikkat” diyerek uyarmak, interaktif olmasa da sinemada proaktif katılımın tarihî örnekleri.

“Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar” sahnelerinde genellikle filmin en sonunda ortaya çıkan polisi, jandarmayı alkışlamak da öyle. Aynı seyircinin Amerikan filmlerinde Mavi Bıçaklıları, süvarileri, kovboyları, John Wayneleri ayakta alkışlaması ise hüzün verici. “Alkış tutmak” diye bir şey de var, marazi anlamda “alkışa uymak-tutulmak” da.

Kötü adam sınıf sınıf

Ahmet Tarık Tekçe eski “kötü adam” karakterinin en ünlüsü. Kısa ömrüne onca film sığdırmış. “Toros Canavarı”nın film boyunca konuşmayan canavarı o, çocuk kaçırma, dayak yeme oldu mu o başrolde.

Galatasaray Lisesi mezunu, Büyükadalı.  Bir ara mizah gazetesi çıkarıyor. 1964’de Türker İnanoğlu ve Filiz Akın’la “Yankesici Kız”ın Karabük’teki galasına giderken trafik kazasında ağır yaralanıyor. Helikopterle Ankara Hacettepe Hastanesi’ne getiriliyor ama 44 yaşında veda ediyor hayata.

“Kötü adam”lar da sınıf sınıf, kırsalından, ağasından “burjuva”sına çeşit çeşit. Erol Taş, Danyal Topatan başka, Hüseyin Peyda, Kenan Pars bambaşka.  Sonradan o tipleme de bozuluyor, tabiri yerindeyse “erkek mavrası”yla cıvıyor. “Tecavüzcü Coşkun”, “Gazozcu Nuri” milli oluyor.

Kötü kadının tarzı

“Kötü kadınlar” sınıfından öte tarzı, huyu, mânâsıyla ünlü. Dedikoduculuk, hane içi fesatlık, ev yapımı kötülük, huysuzluk filan onlarla daha renkli. Amatör-profesyonelleri, vampları, baştan çıkaranları, hafifmeşrepleri de yaygın. Aliye Rona gibi “ağırmeşrep”leri de… Direnen, sert “Anadolu Kadını” rolleriyle alkışlansa da köyde, kasabada, şehirde hep “kötü hanım ağa”. “Erkek gibi ataerkil kadın”ların sultanı.

200’den fazla filmde canlandırdığı karaktere attığı imzayla, çarpıcı oyunculuğuyla 1965-69 arasında dört kez Altın Portakal alan Rona, 1996’da 75 yaşında sağlık ve şiddet skandallarıyla da gündeme gelen Pendik Huzurevi’nde sefalet içinde ölüyor. Basında çıkan haberlere göre tek isteği Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ı oynamakmış. Yeşilçam istediği, umduğu değil bulduğu rollerle ömrü geçenlerin de soyağacı.

“Seni halk adına mahkûm ediyorum”

Yeşilçam’ın “halkçı” ustalığı, sınır tanımayan hevesi oyuncuların gerçek ismini değiştirmesinin yanında, -halk adına- taktığı, yönlendirdiği lakaplarla da meşhur: “Seni halk adına bu isme, lakaba mahkûm ediyorum.” Müebbet…

En ünlüsü de Kemal Sunal’ın “İnek Şaban”la başlayıp “Şaban” olarak yerleşen ömür boyu mahkûmiyeti herhalde. Yener Süsoy’un 1985’de SES Dergisi’nde yaptığı röportajda Sunal bundan şikâyetçi değil. Yolda herkesin kendine “Şaban” diye seslenmesi hoşuna bile gidiyor:

“Millet beni Şaban olarak biliyor. Bu yıl, firma yanlışlık yaptı. Film adım Niyazi. Adının ‘Atla Gel Niyazi’ olması lazım. Afişler, lobiler hepsinde ‘Atla Gel Şaban’ oldu. Seyircilerden bir kişi çıkıp da, filmdeki adın Niyazi, afişte Şaban, demedi. Farkına bile varmadı.”

Cik cik çocuklar

Bir dönem çocuk oyuncuların, yıldızların da hepsi “cik cik” geziniyor perdede: Ayşecik, Ömercik, Sezercik… İsmi kulağa ciklemeyenler ise Afacan, Yumurcak. Sonradan Küçük Emrah, Küçük Ceylan, daha küçük Onur filan oluyorlar. Öyle ünlü oluyorlar ki bir ara başroldeki kadın oyuncular da sevimli, cilveli olmayı çocuk taklidiyle konuşarak deniyorlar.

Başta Yeşilçam, kimse büyümesini istemiyor o çocukların. Büyüyünce kimi unutuluyor, kimi skandalıyla, kimi de “Bir de bugünkü hâline bakın” başlığıyla manşette. Basında “Bir zamanların hanımefendi, yakışıklı, ünlü oyuncusu…” diye başlayan “Son hâli” diye noktalanan haberler, magazinin en bereketli, baloncuklu gazoz ağacı.

Dikensiz telli nizam

Açıkhava sinemalarında birinin kendi sandalyesi kapıp, keyfince bir yere taşımaması, heyecanlı sahnelerde sırt üstü devrilmemesi için sandalyeler birbirine tellerle bağlanıyor. Sandalye nizamı… Arada kavga çıkarsa sandalyeler değil, boydan boya sıralar devriliyor. Kavgalar tahribatsız genelde; “külhan”lar salınsa da sandalyeler bağlı olduğu için kaldırılıp kafalara vurulamıyor.

Gerçek yıldızlar ve bilet sigortası

Elektrikler kesildiğinde ise gerçek yıldızlar sahnede… Karanlıkta gökyüzünde yalnız gezen yıldızlarla, büyük-küçük ayı aileleriyle, samanyoluyla filan oyalanıyor bir süre insanlar. Çakmaklar, parmak fenerler ateş böcekleri gibi. Öyle bir tür böcek de var o zamanlar, şehir efsanesi değil!

Kesinti uzarsa, yağmur, sağanak ya da Makine Dairesi problemiyle film yarıda kesilirse, çıkanlara özel açık bilet dağıtılıyor. O biletle, bir başka akşam bir filmi ücretsiz izliyorsun.

Bedavacı seyirciler

Açıkhava sinemalarını gören evlerin keyfi kekâ. Hem bedava, hem pijamalarınla seyret, ne yersen-içersen ye, iç, ne yaparsan yap. “Açıkhava”da olmayan “balkon” orada. Yüksek duvarlara tüneyen, tepelerde çekirdeğini çitleyenler de az değil.  Bir de Açıkhava sinemasının perdesinin arkasında kalan balkonlardaki seyirciler var ki, yıllar boyunca sağını-solunu şaşırıyorlar.

Parça filmin cazibesi

Akıllara hemen Yeşilçam’ın seks furyası ya da bir zamanlar askerde filmlerin arasına yerleştirilen “parça”lar gelmesin. Sinemaların çöp tenekelerinde bulunan film parçaları (kareleri) toplanıyor, onların izlenmesini sağlayan plastik tek ya da iki vizörlü (mercekli göz deliği) oyuncaklarla onlara uzun uzun bakılıyor. Ayrıntı sevgisi…

Kapakçılar

Yazlık sinemada biriken gazoz kapaklarını “muhitin bebeleri” toptan kapatmadıysa, çocuklar arada, çıkışta gazoz kapağı topluyor. Mantarlı, “gıcır” kapaklar… Lik oynamak, tornete far, mukavva kalkana sembol, omuza apolet, göğse bröve yapmak (kapağın mantarını çıkarıyorsun kazağın-gömleğin içine yerleştiriyorsun, üzerine kapağı oturttun mu rozet), eğip okunun ucuna takmak mümkün.

Göz pınarı, gözyaşı çeşmesi

Sinemalardan eve getirilen şeyler film parçalarından, gazoz kapaklarından ibaret değil. Duygular da taşınıyor evlere, filmlerdeki replikler de… Filmlerin kritiği ağlamak ve gülmek üzerinden. “Hüngür hüngür ağladım”la, “Gülmekten gözlerim yaşardı, öldüm” film eleştirisinde takdirin zirvesi. Bunu iyi bilen Yeşilçam tüm tuşlara basıyor. Ağlarken de, gülerken de gözlerinden yaşlar akıyor. “The End”in tercümesi ise “Mutlu son”.

Son yerine yine hüzünlü, acı bir haber var. Bu satırları yazarken Ankara Film Festivali Başkanı, Büyülü Fener Sinemaları’nın meleği sevgili İnci Demirkol’un vefatını öğrendim. Kızılay’da, muhitimiz Bahçelievler’de açtıkları sinema gerçekten büyülü fenerdi. İrfan Demirkol’la birlikte sinemaya, Ankara’da kültür, sanat etkinliklerine yıllarca gösterdikleri vefa, Kızılırmak, Kavaklıdere sinemalarında da dolaşan sevdaları, aslında o salonlardan, koltuklardan kent tarihi.

- Advertisment -