Mücahit Bilici
İslam orijinal bir din değildir
İslam son din olduğu gibi dinlerin de sonudur. Dinin İslamdan sonra ekleyeceği birşeyi kalmamıştır. Bu İslamdan sonra dinlerin ortaya çıkmadığı, çıkmayacağı anlamına gelmez. İslamla birlikte din söylemsel kapasitesini tüketmiştir. Din tarihin sonuna gelmiştir. İslamdan sonra ortaya çıkan dinler ya İslamın daha rafine hale getirilmesi girişimleridir ya da İslamın iç savaşıdır.
Meyyit evinde Gassal
Gassal dizisini izledim. Artıları ve eksileri var. Artıları şunlar: Sadece Müslümanlara özgü bir insan profilini konu edinme cesareti göstermesi. Batı dünyasında karşılığı olmayan bir mahluktur gassal. Tercüme edilemeyecek kadar yerli bir konuyu işleme cesareti diziyi otantik kılıyor. Dizide laiklere bir eleştiri var mı? Ben görmedim. Mafya kadınının namaz konusundaki cehaletinin “aha laikler şöyle böyle temsil edilmiş” diye sunulması diziyi izleyen her akıllı insanın gülünç bulacağı bir iddiadır. Dizi kültürel hegemonya tartışmalarını taşıyamayacak kadar o tartışmanın uzağında bir yapım.
İmralı, Kürt kamusu, diasporalar, Kürt aklı
İster adına İmralı süreci diyelim ister yeni barış süreci diyelim, ortada yeni birşeyler var. Devletin işlediği suç ve günahlardan tövbe etmesi ve Kürtlerin egemenliğinin tanınması istikametindeki tüm adımlar müsbet adımlardır. Savaş, çatışma ve ölüme uğramadan barış ile ulaşılacak bir makul çözüme itiraz edecek, duyguda aşırı, makuliyette geri kesimler olacaktır her iki tarafta da. Özellikle diasporadan üretilen mobilizasyon söylemlerinin genelde onlara muhatap olan halklara bir fayda getirdiği görülmemiştir.
Sanat ilgisi bir kader susuzluğu
Sanatın yüksek ve değerli görülmesi popüler anlamıyla estetik ile irtibatlandırılmasından kaynaklanıyor. Ancak o anlamdaki “estetik” sanatın sadece bir görünümüdür. Sanatı estetikle, estetiği de güzel ve ulvi olanla tarif eğilimi çoğu kez sanatın daha genel mahiyetini anlamamıza engel oluyor. Peki doğru anlaşılması durumunda tam olarak estetik ve sanat ne demektir?
Milliyetçiliğin İslam nefreti
Bir insanda milliyetçilik hissi işgale başlayınca, o insanın benliği takviye olup güçlenmeye, bencilliği ise harlanıp etrafını yakmaya başlar. Hiçbir milliyetçi durduk yerde biz karar verdik artık milliyetçi olacağız demez. Milliyetçi olmak için mutlaka bir mağduriyetin tecrübe veya icad edilmesi gerekir: Ezilmekten, zayıflıktan, dövülmekten kurtulmak için milliyetçi olunmuştur. Mağduriyet çamurunda paklandığı için milliyetçi taptaze bir masumiyete hak kazanmıştır.
Selahaddin’in dönüşü
Selahaddin geri dönüyor. Çünkü Kürtlerin kurtuluşu, Türklerin çıkış yolu onda. Hatta Arapların selameti de onda. Selahaddin’in dönüşü, Ortadoğu’daki milletlerin onurunun ayağa kalkması olduğu kadar, Ortadoğu’ya musallat olmuş Batılıların da hadlerini bilmeleri anlamına gelecek. Yeter ki üç milletten torunları bu bilince ulaşsın.
Abdullah Öcalan, Marx’tan ne istiyorsun kardeşim?
DEM Parti Eşbaşkanı Bakırhan’ın anlattığına göre Abdullah Öcalan “Marx’ın yazmak istediği son kitabı yazmak istiyor”muş. Peki yazmalı mı? Benim tavsiyem: Yazmamalı. Kim takar Marx’ı kardeşim? İnsanların hayatları telef olurken, bir milletin istikbali sözkonusu iken kim takar Marx’ı? Kürt milletinin değer vereceği bir siyasi lider olmak varken gidip vasat bir felsefe doktora öğrencisi olmaya ne gerek var?
Halka hizmet, Hakka hizmet
Halk çoğu kez overrated bir doğruluk zeminidir. Demokrasi çaresizliğinden onunla yetinmek zorundadır. Ancak insaniyetimizi korumak için halkın arzusundan fazlasına sahip olmamız gerekir.
Amerikalılar nasıl oldu da Trump’ı seçti?
Amerikalılar nasıl oldu da şov endüstrisinden fırlamış ve saygın olmayan bir adamı tercih etti? Buna değişik şekillerde cevaplar veriliyordur kuşkusuz. Kendi kanaatimi ve benim açımdan en önemli olan açıklamayı şöyle ifade edebilirim: Trump bir kişidir, bir şahıstır. Kötü bir şahıstır ama bir şahıstır. Demokratlar ise şahıs olmayan insanlardan oluşuyor. Onlar politikalardan bahsederken Trump bir insan olarak kendinden bahsediyor ve muhataplarına bir şahsiyet ve insanilik duygusu veriyor. Trump yalan söylerken bile bir insan olarak bunu yapıyor. Demokratlar ise doğru söylerken bile yüzünü kaybetmiş aparatlar gibi kalıyorlar.
Felsefe ile felsefe tarihi aynı şey midir?
Evet felsefe öğrenmek, felsefe tarihini öğrenmek demektir. Ama felsefe yapmak felsefe tarihine mahkumiyet anlamına gelmez. Tabi eğer felsefe ile sadece Yunan veya Batı geleneğini kastetmiyorsak. O durumda bile söylediklerim felsefe yapmak için yine de geçerli olur. Eğer felsefeyi bir geleneğin adı olarak anlamıyorsak, o fikirler felsefedir.
Zira felsefe dediğimiz şeyin üzerindeki etiket ve kabukları kaldırdığınızda geriye kalan şey orijinal düşünmedir.
Kürtlerin çıkarı ile Türklerin çıkarı nasıl kesişti?
Asıl rolü oynayan faktör Türkiye’nin eski kabuğunu kırarak daha büyük bir aktör haline gelme lüzum ve isteği. İşte bu Kürtler açısından da tarihi bir fırsat. Tarih hem içeriden hem de dışarıdan Türkiye’yi Kürtlerin de devleti olmaya zorluyor. Kürtleri dinlemeyen Türk milliyetçilerinin milli menfaatler gerektirdi diye birden Kürtlükle barışma hamleleri yapmasının sebebi Türklerin çıkarının artık Kürtlerin çıkarıyla (Türkler açısından) ilk kez kesişmesidir.
Kürtler için düşünme, Türkler için uyanma vakti
Dün Ankara’da yaşanan menfur terör saldırısı huzura ve barışa kastetse de inşallah Türkiye toplumunun yüzyüze olduğu meydan okuma karşısında daha bir ciddiyetle düşünmesine vesile olur. Son günlerde hızlı bir tempoyla atılan ve yeni bir sürecin başlagici sayılan adımlar sürpriz adımlar. Ancak ciddiye alınması gereken adımlar. Neden? Çünkü ciddi olmayan birşeyi kaldıracak bir ortam yok bugün. Ortadoğu ateşe atılırken, Türklerin Kürtlere dair devam ettiregeldikleri gaflet ve gaspa devam etmeleri mümkün olmayacak.
Gülen’in ideolojik arkaplanı
Ölümü ile birlikte Gülen’i siyasi yardakçılık yapmadan tartışma imkanı pek olmayabilir. Basit birkaç komplo teorisi ve vatan hainliği etiketleri siyasi aidiyetlerini ispatlamak için bahane arayanlar için yeterli gelebilir. Ancak Türkiye’nin yaşadığı bir tecrübenin anlaşılması açısından Gülen’in ideolojik arkaplanını anlamak gerekir.
Domuzun günahı ne?
Özetle domuzun günahı necisliğidir. Ve her ne kadar necislik dini bir çerçevede anlamını kazanmış görünse de domuzun statüsünü belirleyen şey dini aşan antropolojik bir şeydir. Bu, manevi (kültürel ve kimliksel) ve maddi (bedensel) bir statüdür. Domuz hem haram hem necistir.
Kürtleri kim kurtaracak?
Yeni kuşak milliyetçiler için Kürdistan Kürtlerden daha önemli bir kutsal. Tüm Kürtler Kürdistan için harcanabilir. Onlar bu hararetle hareket ettikleri için başkasının ipiyle kuyuya inmeye hazırlar. Milliyetçi hissiyat gerçeği önemsemediği için mübalağa ile kendini hakikat olmayan mağduriyetlere duçar gösterir. Sömürge olmadığı halde sömürgeyim der. “Ey uluslararası toplum gel beni kurtar” düşüncesi çocukça bir avuntu ve yanılsamadır. Muhatabın, dostun, kardeşin, kavgalın, savaştığın, barıştığın ise Türkler ve Türkiyedekiler olacak. Kürtlerin çıkarı zayıf değil güçlü bir Türkiye’yi gerektiriyor.
Kürt Çıkarı
Düne göre çok daha uyanmış bir Kürt benliği var. Kendini Türklerle, Araplarla, Farslarla mukayese edebiliyor. Onlarda olan şey neden bende yok diye sorabiliyor. Bunlar hep sağlıklı gelişmeler. Lakin Kürt benliğinin sadece çıkarlara indirgenerek en temel insanî ahlaktan azade bir kör bencilliğe saplanması yanlıştır. Kendi dışına körlük bir zaaftır, başarı değil. Ahlak ile çıkarın çatışan zıt kutuplar olduğu varsayımının kendisi bile yanlış iliklenmiş bir ilk düğme, bizzat çıkarın kendisini hakkıyla anlamamış bir tahlil kabiliyeti eksikliğidir.
Milliyetçilikte akıl ego uyumsuzluğu
Milliyetçi birey çekim kuvvetine sahip olan fakat muhakeme kabiliyetine sahip olmayan bir varlıktır. O, daha büyük bir bütünün parçası olmak üzere çekim kabiliyeti edinmiş fakat muhakeme kabiliyetini delege etmiş bir bireydir. Milliyetçide ego (nefis), lezzet, duygu, özsevgi vesaire vardır. Hamiyet vardır ama insaf yoktur. Çıkar vardır ama adalet yoktur.
Tanrı öldü ama vicdan olarak yeniden doğdu
Bu hakikati hemen ucuz ateistik sloganlara bağlamayalım. Zira dindar veya ateist çok anlayış yoksunu yobaz var. Evvela, yüzeysel ateistlere kötü haberim şudur: Tanrı öldü demek Tanrı yoktur demek değildir. Kral öldü demek, Krallık yıkıldı demek değildir. Kral değil krallık bile öldüğünde, yönetim gerçeği ortadan kalkmaz. En fazla öz-yönetim yahut demokrasi adını alır. Dinsiz olabilirsiniz ama ahlaksız olamıyorsunuz. Çünkü din modern çağda Kant gibi peygamberlerin eliyle ahlak suretini aldı. Tanrı dağıldı ama yok olmadı. İman yurttaşlık adını aldı. Kişiye özgü hale gelen Tanrı da vicdan suretini aldı. Yani Tanrı öldü ama vicdan olarak yeniden doğdu.
Onlar topluca bir peygamber
Tanklar karşısında bir cocuk. Bankalar karşısında paraya tamah etmeyen bir masumiyet. Sütunlu bina ve gökdelenlere karşı basit bir kamp çadırı. “Gerçeği gördük, şehadet ederiz ki…” diyen bir hakperestlik. “Bu suça ortak olmayacağız” diyen bir kendi kendini feda etme kahramanlığı. Çadırların toplamından tecelli eden bir nübüvvet. Hakka şahitlik yapıp, görünmez bir firavuna karşı hakkı söyleyen üniversite öğrencileri, Rachellar, Ayşegüller. Onlar topluca bir peygamber. Bu zamanın peygamberleri onlar.
Allah korkusundan Toplum korkusuna?
Ne bu vahşet, ne de vahşetin bir din veya gruba hasredilemeyecek kadar “insani (insan kaynaklı)” bir durum olduğu gerçeği yenidir. Burada yeni olan bir şey yok. Adi insanlar mel'unane şeyler yapmış. Peki ne diyeceğiz? Yeni olan tek şey: Kamusal vicdan dediğimiz amme vicdanının yeni bir kurulumuna şahitlik ediyor olmamızdır. İkinci dalga modernleşmesini tamamlayan Türkiye toplumunun sekülerleşmenin bir gereği olan “dinin ahlaklaşma” sürecinde teklediği ve kriz yaşadığı bir dönemdeyiz. Hayata yabancılaşmış bir dinin sevap dışındaki herşeye dair gafleti çuvala sığmayan bir mızrak gibi vicdan sahiplerini yaralıyor. Ve artık yırtılan birşeyler var.
Zahit kimi tan eyler?
Zahit kimdir, kimi ta’n eylemektedir? Bu şiirde Zahit’e seslenen kimdir? Aralarında ne tür bir fark, ne tür bir kavga var? Türkiye’de zühd tasavvufun bir parçası sayıldığı için zahitten yana şikayetçi tarafın tasavvuf olduğunu tasavvur etmek çok zordur. Çünkü Türkiye’deki dindarlık anlayışında zühd ve tasavvuf o kadar içiçe geçmiştir ki birbirinden ayrı düşünülemeyen şeylerdir. Halbuki zahid tarafından nefrete konu olup da zahidi cevaben protesto eden taraf Sufi’dir. Yani tasavvuf ehli. Peki Zahit ile Sufi arasında ne tür bir anlaşmazlık var?
Türkiye bir Kürt devletidir
Türkiye’de kendine Türk diyen/diyebilen Müslümanlar ile kendine Kürt diyen Müslümanlar yaşamakta. Kürtler ise kendilerine Türk demeyi kabul etmediler. Türklük ile bir sorunları olduğu için değil. Böyle bir ihtiyaç hissetmediler. Türk olmak zorunda kalmadılar. Balkan ve Kafkas göçmenlerine benzer bir geçiş yasamak durumunda olmadıkları için. Kürtlerin çoğunluğunun tercihi Türkiye adını taşıyan bu vatanda haysiyetli bir şekilde birarada yaşamaktır. Türkiye, Türklerin ve Kürtlerin vatanı olmak gerçeğiyle barıştığı ölçüde Kürdistan’ın diğer parçalarının da katılımıyla daha geniş ve parlak bir geleceği yakalayacak.
Kürtçe Kürtlerin kırmızı çizgisidir
Başka konularda farklı düşünseler bile Kürtçe Kürtlerin kırmızı çizgisi olarak ortaya çıkmaya başlayacak. Çünkü herkes bilir ki Kürtçeye düşmanlık Kürde düşmanlıktır. Kürtçe annemiz, anadilimizdir. Örgüt-mörgüt, güvenlik-müvenlik söylemlerinizin canı cehenneme. Bir milletin anadiline saygısızlık yapma hakkınız yok. Kürtçeyi kriminalize etmeye çalışanlar boşa kürek sallıyor. Kendileri zamanın boyasıyla silinip gidecekler.
Müslümanlar neden geri kaldı?
Biz bugünden bakarak hem dini hem de bilimi fazlasıyla önemsiyoruz ve ilerleme veya gerilemenin onlar ile ilgili olduğunu varsayıyoruz. Bu liberal ve belki kitabî görüşün aslında çok da doğru olmadığını demokrasi ve ilerleme arasında uzunca süre varolduğu varsayılan güçlü bağın bugün kopmuş olmasından da anlayabiliriz. Din de bilim de siyasetin çobanlığında varsa tesirlerini gösterebiliyor. Ama patron her zaman siyaset.
Mitos’tan Logos’a bir mevsim değişikliği
Türkiye’de bir süredir büyük bir din değiştirme dalgası yaşanıyor. Bu mevsim değişikliği, çoğunlukla sıcaklardan kaçış (dinden çıkış) gibi algılansa da aslında bir mevsimden diğerine geçişin yoğun trafiği. Rivayet o ki mitos’tan çıkıp logos’a giriliyor. Mitos’un artık gülünç gelmeye başlaması gerçeğine logos’un büyüleyici heyecanı eşlik ediyor. Hakikati bulma heyecanı. Bir muhtedinin yeni dine dair hüsnuzannına benzer bir dindarane heyecan bu.“Gerçeğin çölü”ne henüz ulaşamadıkları için şanslılar. Logos’un hapishanesi, mitos’unkilerden daha fenadır. Henüz duvarına toslamadıkları için bir başka hapishaneye geçtiklerini bilmiyorlar.
“Urfalılar karar vermek zorunda: Ahmet Arslan mı, İbrahim Tatlıses mi?”
Ahmet Arslan’ın Urfalı olması sadece bir kazadır. Kendisini hariç tutsak bile ona hayran çoğu insanın nazarında bu talihsiz bir kazadır. Çünkü Ahmet Arslan
dünyadaki hayat yarışmasına Urfa’dan katılmıyor. Sanki Urfa’ya zorunlu tayini çıkmış bir İzmirli yarışmacı gibi mutsuz. İzmirli de değil, belki Atinalı. Bu nedenle İbrahim Tatlıses ile Ahmet Arslan arasındaki tercih iki Urfalı veya Urfa için iki gelecek arasındaki bir tercih değil Urfa ile Atina arasında bir tercih. Dolayısıyla soruyu şöyle sormalı: “Urfalılar karar vermeli: Urfa mı, Atina mı?” Urfalıların cevabını tahmin edebilirsiniz.
Linç ve modernlik
Linci anlamak onun basitçe bir ahlaki kınanmasından fazlasını gerektirir. Linç geleneksel bir cürüm değil modern bir hadisedir. Klasik anlamda bir barbarlık değildir. Modern bir organ spazmıdır diyebiliriz. Lincin ortaya çıkması için kitle denilen yeni ve atomize insan birikintisinin ortaya çıkması gerekiyordu. Bireyden sonra ama toplumdan önce bir yerde, inzibatî dizginlerinden boşalan kopuk kitlenin yolaçtığı infial ve şiddete linç diyoruz. Lincin bir vahşet yani barbarlık olarak bizi hayrete düşürmesinin nedeni fail(ler)i radikal bir kötülüğü irtikap eden birey insanlar olarak görmemizdir. Halbuki linçte fail ne artık birey(ler)dir ne de henüz toplum.
İnsanın özgürlüğü anomalidir
Tarih boyunca insanların ekserisi avamdır. İnsan hayatının da önemli bir kısmı rutin olmak anlamında toplumsal olarak belirlenmiştir. Adını nasıl koyarsanız koyun: Halk, kitleler, yığınlar, vatandaş… Çoğunluğun her zaman navigasyon cihazlarına (öğretmen, GPS, tur rehberi vs) ihtiyacı vardır. Bu irşad (olgunlaştırma) ve hidayet (doğru yolu gösterme) operasyonlarını çeşitli doğal ve yapay zekalar üstlenir. Bunların bazısı samimi bazısı şarlatandır.
Ego mu Eko mu?
İnsan zalim idi. Çevreyi tahrip ediyordu. Ozon deliniyor, buzullar eriyordu. İnsan, evrendeki tek serseri varlık olarak doğanın dengesini altüst ediyordu. İnsana ceza olarak onu doğa’ya geri göndermeyi düşündüler. İnsan, doğanın bir odak noktası olmaktan çıkarılacak ve doğadaki diğer canlılar gibi sıradan bir canlı statüsüne geri gönderilecekti. Nefsani olan ve taşkınlık yapan “ego” yerine, kendine ol(a)mayan ve hizayı bozmayan “eko” konulacaktı.
Halbuki Ego lağvedilip Eko’ya düşersek geride insan kalmayabilir. İnsana dair ne varsa, ego’da var çünkü. Gerisi doğa’nın devridaimindeki bir posadan ibaret.
Köpek İşsizliği: Bir “artı şefkat” sorunu olarak sokak köpekleri
Sokak hayvanları evcilleştirmede kamusallaştırmanın sonucudur. Evde değil sokakta evcilleşmişlerdir. Doğa’da bakım yoktur. Bakıma konu olanlar ahlakın (fazlalık veyayetersizliğin) açıklığına sahip olurlar. Doğada obez kedi göremezsiniz ama evcil kediler arasında tıpkı insanlar gibi obezite görülür. Doğada atıl ve işsiz köpek göremezsiniz ama evcilleşmiş sokak köpeği tıpkı insanlar gibi atalet ve işsizliğin pençesinde bulur kendini. Tembel tembel yatan sokak köpekleri işsiz insanlar gibi yük olarak görünürler. Peki köpeklerin işi nedir? Sokak köpeği olarak tanıdığımız hayvanlar işsiz köpeklerdir. Şehirde evcil hayvanların işi sevmek ve sevilmektir. Ahlakta kıvamın tutturulamamasının, yani Aristo’nun "altın oran"ının (vasatın) tutturulamamasının bir örneğidir sokak köpekleri.