Metin Karabaşoğlu

Çocuklar neden ölür?

Savaşın sesi, uzaktan hoş geliyor nedense. Ölüm, bizim çocuğumuzu yakalamadığı sürece, hamasetin en ağır dozunu kullanmak; savaştan, fedadan, ‘bir ölüp bin doğmaktan’ söz etmek zor değil. Ama onsekizinde yahut yirmisinde bir gencin yerine koyalım kendimizi; bir de onun babasının yerine...

ANALİZ: ‘Siyasî iktidarlar fikrî iktidar derdine düşerse, çıkacak sonuç slogan üretmek olur’

“Siyasî iktidarlara düşen, ‘fikrî iktidar’ diye yahut ‘kültürel iktidar’ diye bir hedef koyup; hayatın her alanını kendi rengiyle boyama, her alanda hegemonyasını kurma çabasına girmek değil; düşüncenin oluşumu ve gelişimi için bu özgürlüğü teminat altına alabilmek ve kendisinden düşünce ve hikmet üretilecek bilgiye ulaşmanın imkânlarını temin etmektir."

‘Ülke’ ile ‘ilke’ arasında

Aslolan ilkelerdir. Aslolan adalettir, özgürlüktür, merhamettir; menfaatin değil erdemin izini sürmektir, asabiyet değil insaftır ve hakkâniyettir. Aslolan, ‘profesyonel’ veya ‘konjonktürel’ vicdanlılık değil, her hal ve şartta olup biteni vicdanın terazisi ile tartmaktır. Bütün bu ilkeler mucebince bakarsak, başkası yaptığında yanlış olanı, biz yaptığımızda da yanlış olarak tesbit etmek, savunmamak, bilakis yanlışın terkedilmesi için çaba sarfetmek gerekir. Yahut yanlışı bize karşı gözüken bir ülke yapınca ses çıkarıp, bize taraf gözüken bir ülke yapınca savunmaya kalkışmamak gerekir.

Vatanseverlik görünümlü narsizmler

Öğrendim ki, çoğu durumda vatanseverlik, iddia edilenin tam zıddı bir konumda olmayı; yükselen koroya ve hatta linç dalgasına rağmen bu konumda sebat etmeyi gerektirebilir. Tarih, vatanseverliği tekeline alanların, farklı her fikri ve her duruşu ‘vatana ihanet’le damgalayanların vatanları, toplumları ve insanlık için sebep olduğu felâket hatıraları ile yüklü.

ANALİZ – Karabaşoğlu: ‘Mesele tarikatların devlete sızması değil, devletin sızma konusu olmaktan çıkartılmasıdır’

“Adalet, ehliyet ve liyakat temel ilke olduğunda, kamu hizmeti veya iktidarla ilgili hiçbir alan bir ‘imtiyaz’ alanı haline gelmeyeceği ve hiç kimse ‘ehliyet ve liyakat’ olmaksızın ‘aidiyeti’ üzerinden bir konum edinemeyeceği için devlet ‘sızma konusu’ olmaktan çıkacaktır.”

Adaletle sınanan siyaset

Kimsenin hayatı paranteze alınabilir, feda edilebilir bir keyfiyette görülemez. Kimsenin hukuku ‘teferruat’ olarak görülemez. Kamu yararı, devletin menfaati, milletin selameti, ulusal çıkar, millî güvenlik, insanlığın geleceği, kutlu gelecek, mutlu yarınlar… hangi gerekçeyle olursa olsun, tek bir masumun hakkı, hukuku ve hayatı başkalarınca feda edilemez.

‘Devlet aklı’na karşı ortak iyi

Özgür bir müzakere zemininde kamuoyunun denge ve denetlemesinin en ziyade gerekli olduğu konularda farklı yelpazelerin neredeyse hepsinin devletin durduğu yerde hizalanması, çok sesliliğin asıl olduğu kamusal alandan kritik anlarda hep tek bir sesin yükselmesi… Neden ‘sözkonusu devlet ise herşey teferruat’ oluveriyor?

Görmemiz gereken gözbağı

Trump’ı, Putin’i ve Çin’i aklayanların veya en azından onların yaptıkları mezalim karşısında suskun kalmayı seçenlerin, onlar yaptığında suskun kaldığı şeyler üzerinden Avrupa Birliği’ni ‘kötünün kötüsü’ olarak resmetmesinin makul bir izahı olamaz. Bu, gözbağcılıktır; toplumu bir noktaya kilitleyip el çabukluğuyla bir iş kotarmaktır.

İyilik ‘ben’den, kötülük ‘gen’den!

Bir topluluk kötülüğü hep dışarıya süpürüyorsa; kendi içinde ve kendi eliyle gerçekleştiği aşikâr durumlarda dahi, irtikap edilmiş kötülüğü kendisine yakıştırmayıp ‘dış güçler’den ‘soy-sop karışıklığı’na, ‘sütü bozuk’luktan ‘içimizdeki hainler’e kadar bir dizi açıklama modeliyle meselesini ‘çözüyor’sa, o topluluğun yaşanandan ders çıkarma ve aynı hatayı tekrarlamama imkânı ellerinden kayıp gidiyor demektir.

Oksidentalizm: Panzehir değil, zehir!

Doğu bütün iyiliklerin menbaı değil, Batı bütün kötülüklerin kaynağı değil. (…) Mücadele esasen dünyanın her tarafındaki iyiler ile kötüler arasında, hakperestler ile menfaatperestler arasında, adiller ve zalimler arasında, vicdanlılar ve vicdansızlar arasında, merhametliler ve merhametsizler arasında olduğu halde, dünyayı Batı-Doğu keskinliği içinde ayırmak doğru değil, adil de değil.

Başkasının mutsuzluğunda mutluluk aramak

Dört tarafı ‘düşmanla çevrili’ görmenin, dahilde ve hariçte ‘bedhâhlar’ gören gözlere sahip olmanın kazandırdığı ne oldu? Kürde, Ruma, Araba, Ermeniye mutluluk getirmediği aşikâr olan bu bakış, Türke olsun getirdi mi? Bir ortak yaşam örgüsü içinde yaşayagelmiş bu toplulukların yekdiğerini düşman olarak gördüğü, ötekinin kaybında kazanç aradığı bir sürecin kazananı yok. Herkes kayıpta, hepsi birden mutsuz.

Herşeyi bilenlerin ülkesi

Sağda solda, doğuda batıda, üstlerde aşağıda, büyükşehirde veya taşrada, dindar camiada yahut seküler çevrelerde farketmez, nereye gitseniz, herşeyi bilenlerden geçilmiyor ülkemizde. Herşeyi bildikleri için, bir alanda uzman olduğunu söyleyenlere dahi o alanda işin aslının ne olduğunu yine onlar öğretiyorlar; “Bildiğin gibi değil” repliğini her defasında kullanarak...

Kemalizmin bir yeniden-üretimi olarak Hamidizm

‘Ulu önder Mustafa Kemal’e karşı ‘ulu hakan Abdülhamid’ inşası, üreticilerinin ve alıcılarının zannınca Kemalizme muhalefetin en güçlü biçimiydi. Halbuki, kalıplarını bire bir taklit edip Abdülhamid figürüne tatbik ederek yaptıkları, Kemalizmin zihniyet dünyasına ve icraat anlayışına övgünün ve hayat bahşetmenin en güçlü biçimiydi.

Zafer zafer büyüyen bir yenilgi*

Bu ülkenin dindarlarının epeyce büyük bir kısmı, semboller üzerinden bir okumayla, zafer üstüne zafer kazandığını düşünerek yaşıyor hâlâ. Adaleti ve özgürlüğü paranteze alabilen, yeri geldiğinde tahakkümüne din üzerinden meşruiyet arayabilen bir siyasetin elinde dinin araçsallaşmasıyla ‘zafer zafer büyüyen bir yenilgi’nin zemini döşeniyor.