Metin Karabaşoğlu
Şiddeti hamiyet bilmek
Tarih, ‘hamiyet’ kılıfına büründürülmüş ‘şiddet’in, aklıselimi boğarak, güya ‘adına’ hareket ettiği milletin ve vatanın başına ne felâketler açtığına ve ne utançlar yaşattığına dair nice ibretle yüklü. Şiddet ayrı şeydir, hamiyet apayrı birşey. Şiddet, hamiyet değildir. Vatanseverliği şiddetin tasallutundan kurtarmak gerekir. Vatanseverliği ve hamiyeti ilimde, adalette, aklıselim ve itidalde aramak gerektir...
Dini mi seviyorlar, tahakkümü mü?
Dini gerçekten seven biri, maksadı eğer buysa bunun tam aksi sonuç veren, olumlu etki uyandırmayıp aksülamel yapan, yaklaştırmak yerine uzaklaştıran, ‘sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz’ hadisindeki uyarının aksine ‘sevdirmeyip nefret ettiren’ bir üslubu, tutumu, davranışı niye sorgulamaz, niye ısrarla ve inatla devam ettirir?
“Sana ne?”
Herkesin birer ferd olduğu, herkesin iradesinin ve dolayısıyla tercih hakkının olduğu, başkalarının hukukuna ilişir şekilde sorumluluğu mucib bir yöne evrilmediği sürece dışarıdan buna müdahale hakkımız olmadığı, müdahale gerektiren durumlarda ise sınırın hukukla çizilmiş olduğu, bundan öte herhangi bir konuda sorulmadıkça yargı belirtmenin karşımızdaki kişiye saygısızlık anlamını taşıdığı, maalesef bu topraklarda genel kabul görmüş hususlar arasında değil.
Nasıl oluyor?
Kendisini veya aidiyetini ‘seçilmiş’ ve ‘özel’ görmenin veyahut yapıp ettiklerine bir maslahat kılıfı giydirerek ‘amaç adına aracı kutsallaştırmanın’ gelip dayandığı yer, inancın gerektirdiği sınırların sorumsuzca, hatta pervasızca ihlali olabiliyor. Kendisini hesaptan muaf hale getiren seçilmişlik anlayışı, ahlâkî planda ilkelerin çiğnenmesi, amelî planda ise ilâhî emirlerin aşınması yahut aşılması ile sonuçlanıyor. Yakın dönemde bir topluluğun fertlerinde bunu görmüştük. Bugün bir başka topluluğun mensuplarında aynısını görmeye devam ediyoruz...
Kafamdaki sorular
Bir Yaratıcıya ve O’nun Hesap Günü yarattıklarına bu hayattaki davranışlarıyla ilgili hesap sorarak vereceği ödül veya cezaya inandığı halde o Yaratıcının insan için koyduğu en temel ahlâkî ölçüleri çiğneyenler olgusu; yanısıra, inanmadığı için kendisine ‘herşey mubah’ kılmayan, bilakis bir ahlâkî alan içinde yaşamaya gayret edenler gerçeği, her iki durumun sebepleri üzerinde beni uzun uzun düşünmeye yöneltiyor.
Hiç hata yapmayanların ülkesi
Hatadan öğrenemeyenlerin ülkesi, çünkü sözümona ‘hiç hata yapmayanların’ ülkesi. Muhakkak bir izahı var olup bitenin, suçun ve kabahatin havale edileceği bir başkası var muhakkak… Bu, sadece tek tek kişilerle ilgili bir durum da değil. Hatasızlık iddiası, dolayısıyla hatadan öğrenememek, yazık ki kollektif bir özelliğimiz… Her yerde ve her zaman hep biz haklıyız, hep onlar haksız, hep birileri bize yanlış yapıyor, bizim yanlış yaptığımız söyleniyorsa bilin bakalım o işin aslı ne…
İki doktorun hikâyesi
Bediüzzaman’ın aşiretler arasında yaptığı seyahatte meşrutiyet ve hürriyet üzerine münazaralarını biraraya getirdiği 1911 tarihli Münazarat’ında, ‘kamuoyu katılımı ve denetimi’ni istibdat ile meşrutiyet, bugünün diliyle konuşursak otokratlık ile demokratlık arasındaki en temel farklardan biri olarak tesbit etmesi nicedir dikkatimi çekiyor.
Görün beni diyen ırkçılık sorunumuz
Okullara ‘insan’ değil ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlı bir Türk’ yetiştirmeyi buyuran bir anayasamız var. Hangi etnisiteden olursa olsun insanı aziz bilen bir müfredat içinde yetişmiyor çocuklarımız. Medya dili hiç bu şekilde değil. Sokakların ve aile meclislerinin dili de değil. Irkçılık bu ülkede hep vardı ama hep görmezden gelindi.
ÇOCUKLARLA KONUŞURKEN | Bizim evin futbol halleri
Bize göre, izlediğimiz maçlarda, pozisyon gereği oluşan bir faulden sonra faulü yapan oyuncunun faul yaptığı oyuncudan özür dilemesi ve kalkmasına yardım etmesi, faul yapılan oyuncunun da jest veya mimikleriyle özrü kabul ettiğini göstermesi, bir maçın en güzel sahnelerinden idi meselâ. Emek hırsızlığına yeltenmeden dürüstçe oynanan bir maçtan sonra, sonuç ne olursa olsun, iki takım oyuncularının birbirlerini tebrik etmeleri de öyle.
ANALİZ – Âlimlik, siyaset ve Ayasofya Başimamı örneği
Güç ve başarıyla ilgili alanlar, özellikle de siyaset alanı, haddi aşmaya, hukuktan ayrılmaya ve yozlaşmaya müsait; dolayısıyla da “Ola ki uyarılmanız gerekir” hükmünün tatbikine ihtiyaç duyulan alanlardır.
Babam için…
İsmine dair telmihle, sık sık, “Ben muzaffer doğdum, muzaffer öleceğim” derdi babam. Bununla, dünyalığa tamah ederek karakterini bozmayacağını ve daha yüksek imkânlara sahip görünme uğruna hak yemeye tenezzül etmeyeceğini ima ederdi. Muzaffer öldüğüne şahidim. Keşke herkes ‘zafer’i onun bulduğu yerde arasa…
Bir şehzadenin romanı
Kardeş katli gibi bir zulme dahi meşruiyet aramaya çalışan bir zihin, sizce başka hangi zulme kapı aralamaz? Böyle bir zihniyet dünyasının, ‘hikmet-i hükûmet’le sevk edilemeyeceği herhangi bir yol ve yön var mıdır? Beka, nizam, selamet, emniyet söylemleriyle meşru görmeyip tavır koyacağı bir adaletsizlik mevcut mudur?
‘İslâmcılık’tan geriye kalan: ‘Müslüman milliyetçiliği’
Kitlesellik ve iktidar üzerinden ulaşılan ‘kutlu’ bir ‘sonuç’a odaklanan ‘İslâmî’ hareketlerin gelip dayanacağı nokta, ihlâs ekseninin yitimi ile birlikte dinin ideolojileştirilmesi, uhrevî olanın dünyevîleştirilmesi, âyetin sloganlaştırılması ve bu meyanda dindarlığın da bir dinsel milliyetçiliğe dönüşmesidir.
Emaneti ganimet bilmek
Her savaş cihad değildir. Siyasî mücadele savaş değildir. Siyasî rakip düşman değildir. Siyasî muhalifler, küffâr ordusu değildir. O halde devlet yönetimi ve siyasî iktidar, bir savaş sonrasında ele geçirilen ganimet gibi değil, mucibince amel etmek ve hıyanet etmemek üzere tevdi edilen bir emanet olarak görülmeyi gerektirmektedir. Emaneti ganimet bilmek bir felâket davetiyesidir.
Koca ‘Apartmanı’nda gördüğüm Türkiye
O küçük, derme-çatma, hepi topu üç metreyi ancak aşan boyuyla Koca Apt.’ına bakarken, kendimi de içinden çekip çıkarmadan, umumî haliyle yaşadığım ülkeye bakıyor gibi hissettim açıkçası.
Gençlerden öğrenmek
Kendi namıma, olayların da teyidiyle, ellisinden sonra ‘gençlerden öğrenme’ diye birşeyin de var olduğunu öğrendim. Açık söyleyeyim, bu, iyi de geldi bana; bakışımı, düşünüşümü, duruşumu iyileştirdi.
Hiç büyümeyenlerin ülkesi
Aşırı bireyselliğin Batı toplumlarını gerçek anlamda ‘toplum’ olmaktan alıkoyduğu bu topraklarda sıkça söylenir. Bu ne kadar doğru bilemem; ama doğru ise dahi, bu söylemin görmezden geldiği ve örttüğü bir gerçek, bizi de, ferdiyetlere saygılı müzakereci bir dil değil de kendi doğrusunu mutlaklaştırarak dayatan vesayetçi bir dil geliştiren ‘kollektif kimlik’lere hapsolmuşluğun gerçek anlamda ‘toplum’ olmaktan alıkoyduğu...
Büyük düşüş: Bilgiye hürmetten cehalete övgüye
Ağır bir hasar var önümüzde. Meselâ ekonomide varolan hasardan çok daha ağır bir hasar. Cehaleti öven, bilgiye düşman olan, ehliyeti tehdit olarak gören, kaba ve kibirli bir popülizm uğruna işinin ehli insanları okey masalarının hakaret mezesi yapmaktan çekinmeyen ve daha az akılla daha fazla inanç ve sadakat devşireceğini sanan bir zihniyetin hasarı bilmem nasıl tarif edilebilir ve bilmiyorum nasıl aşılabilir?
ANALİZ: Metin Karabaşoğlu: Siyaset yolunu buluyor ama din kaybediyor
Trump’a yönelik ‘dindarlık’ vurgulu tercihler, özelde Trump adına gerçekleştirilen dua seansları tablosu, her dinin samimi müntesipleri açısından ibretlik bir boyut içeriyor. O manzarayı, siyasî tarafgirliğin nasıl bir göz bağı oluşturabildiğinin; dinin himayesini bir siyasetçiye ihale etmenin dinin ahlâkî ilkelerini gözardı edecek derecede savrulmaları nasıl mümkün kılabildiğinin bir örneği olarak okumak, bu ibretlerden ilki olsa gerektir.
Diye bilmek yetmez, diyebilmek gerekir
Müslüman ülkelerin istisnasız hepsi (varsa bir istisna, bilen hatırlatsın ki haksızlık etmiş olmayayım), yanlışı yanlış olarak bildiği gibi doğrusunu da bildiği halde söyleyemeyenlerin diyarı. Müslüman dünyada her bir ülke, diye bilip de diyemeyenlerin ülkesi. Fas’tan Malezya’ya bütün coğrafyanın keskin gerçeği ne yazık ki bu. Diye bilenler az değil, lâkin diyebilenler çok az.
Çocuklar neden ölür?
Savaşın sesi, uzaktan hoş geliyor nedense. Ölüm, bizim çocuğumuzu yakalamadığı sürece, hamasetin en ağır dozunu kullanmak; savaştan, fedadan, ‘bir ölüp bin doğmaktan’ söz etmek zor değil. Ama onsekizinde yahut yirmisinde bir gencin yerine koyalım kendimizi; bir de onun babasının yerine...
ANALİZ: ‘Siyasî iktidarlar fikrî iktidar derdine düşerse, çıkacak sonuç slogan üretmek olur’
“Siyasî iktidarlara düşen, ‘fikrî iktidar’ diye yahut ‘kültürel iktidar’ diye bir hedef koyup; hayatın her alanını kendi rengiyle boyama, her alanda hegemonyasını kurma çabasına girmek değil; düşüncenin oluşumu ve gelişimi için bu özgürlüğü teminat altına alabilmek ve kendisinden düşünce ve hikmet üretilecek bilgiye ulaşmanın imkânlarını temin etmektir."
‘Ülke’ ile ‘ilke’ arasında
Aslolan ilkelerdir. Aslolan adalettir, özgürlüktür, merhamettir; menfaatin değil erdemin izini sürmektir, asabiyet değil insaftır ve hakkâniyettir. Aslolan, ‘profesyonel’ veya ‘konjonktürel’ vicdanlılık değil, her hal ve şartta olup biteni vicdanın terazisi ile tartmaktır. Bütün bu ilkeler mucebince bakarsak, başkası yaptığında yanlış olanı, biz yaptığımızda da yanlış olarak tesbit etmek, savunmamak, bilakis yanlışın terkedilmesi için çaba sarfetmek gerekir. Yahut yanlışı bize karşı gözüken bir ülke yapınca ses çıkarıp, bize taraf gözüken bir ülke yapınca savunmaya kalkışmamak gerekir.
Vatanseverlik görünümlü narsizmler
Öğrendim ki, çoğu durumda vatanseverlik, iddia edilenin tam zıddı bir konumda olmayı; yükselen koroya ve hatta linç dalgasına rağmen bu konumda sebat etmeyi gerektirebilir. Tarih, vatanseverliği tekeline alanların, farklı her fikri ve her duruşu ‘vatana ihanet’le damgalayanların vatanları, toplumları ve insanlık için sebep olduğu felâket hatıraları ile yüklü.
ANALİZ – Karabaşoğlu: ‘Mesele tarikatların devlete sızması değil, devletin sızma konusu olmaktan çıkartılmasıdır’
“Adalet, ehliyet ve liyakat temel ilke olduğunda, kamu hizmeti veya iktidarla ilgili hiçbir alan bir ‘imtiyaz’ alanı haline gelmeyeceği ve hiç kimse ‘ehliyet ve liyakat’ olmaksızın ‘aidiyeti’ üzerinden bir konum edinemeyeceği için devlet ‘sızma konusu’ olmaktan çıkacaktır.”
Adaletle sınanan siyaset
Kimsenin hayatı paranteze alınabilir, feda edilebilir bir keyfiyette görülemez. Kimsenin hukuku ‘teferruat’ olarak görülemez. Kamu yararı, devletin menfaati, milletin selameti, ulusal çıkar, millî güvenlik, insanlığın geleceği, kutlu gelecek, mutlu yarınlar… hangi gerekçeyle olursa olsun, tek bir masumun hakkı, hukuku ve hayatı başkalarınca feda edilemez.
‘Devlet aklı’na karşı ortak iyi
Özgür bir müzakere zemininde kamuoyunun denge ve denetlemesinin en ziyade gerekli olduğu konularda farklı yelpazelerin neredeyse hepsinin devletin durduğu yerde hizalanması, çok sesliliğin asıl olduğu kamusal alandan kritik anlarda hep tek bir sesin yükselmesi… Neden ‘sözkonusu devlet ise herşey teferruat’ oluveriyor?
Görmemiz gereken gözbağı
Trump’ı, Putin’i ve Çin’i aklayanların veya en azından onların yaptıkları mezalim karşısında suskun kalmayı seçenlerin, onlar yaptığında suskun kaldığı şeyler üzerinden Avrupa Birliği’ni ‘kötünün kötüsü’ olarak resmetmesinin makul bir izahı olamaz. Bu, gözbağcılıktır; toplumu bir noktaya kilitleyip el çabukluğuyla bir iş kotarmaktır.
İyilik ‘ben’den, kötülük ‘gen’den!
Bir topluluk kötülüğü hep dışarıya süpürüyorsa; kendi içinde ve kendi eliyle gerçekleştiği aşikâr durumlarda dahi, irtikap edilmiş kötülüğü kendisine yakıştırmayıp ‘dış güçler’den ‘soy-sop karışıklığı’na, ‘sütü bozuk’luktan ‘içimizdeki hainler’e kadar bir dizi açıklama modeliyle meselesini ‘çözüyor’sa, o topluluğun yaşanandan ders çıkarma ve aynı hatayı tekrarlamama imkânı ellerinden kayıp gidiyor demektir.
Oksidentalizm: Panzehir değil, zehir!
Doğu bütün iyiliklerin menbaı değil, Batı bütün kötülüklerin kaynağı değil. (…) Mücadele esasen dünyanın her tarafındaki iyiler ile kötüler arasında, hakperestler ile menfaatperestler arasında, adiller ve zalimler arasında, vicdanlılar ve vicdansızlar arasında, merhametliler ve merhametsizler arasında olduğu halde, dünyayı Batı-Doğu keskinliği içinde ayırmak doğru değil, adil de değil.