Nasıl oluyor?

Kendisini veya aidiyetini ‘seçilmiş’ ve ‘özel’ görmenin veyahut yapıp ettiklerine bir maslahat kılıfı giydirerek ‘amaç adına aracı kutsallaştırmanın’ gelip dayandığı yer, inancın gerektirdiği sınırların sorumsuzca, hatta pervasızca ihlali olabiliyor. Kendisini hesaptan muaf hale getiren seçilmişlik anlayışı, ahlâkî planda ilkelerin çiğnenmesi, amelî planda ise ilâhî emirlerin aşınması yahut aşılması ile sonuçlanıyor. Yakın dönemde bir topluluğun fertlerinde bunu görmüştük. Bugün bir başka topluluğun mensuplarında aynısını görmeye devam ediyoruz...

Neredeyse on yıl kadar önceydi. İnsana ‘neler oluyor?’ dedirten garip hadiselerin birbiri ardınca yaşandığı bir zaman diliminde, bir akşam semtimizin camiinde yatsı namazında psikiyatri uzmanı bir dostumla karşılaşmış ve namazın ardından uzunca konuşmuştuk. Olup bitenleri anlama çabası içinde kendi aynamızda neler gözüktüğünü paylaştığımız bir sohbetti bu. Dindar camiada özellikle ‘iktidardan pay ve refah devşirme’ gayreti içinde olanlarda gerçekleşen yozlaşma ve çürümenin emareleri ve sebepleri üzerine de konuşmuştuk.

Dostum, bir dindarın Hesap Günü yokmuş gibi haksızlığa, hukuksuzluğa, usulsüzlük ve yolsuzluğa bulaşmasını aklı almadığı için “Böyle yapanlar galiba aslında ahirete inanmıyorlar” diye düşünmekten kendisini alamadığını söylemişti. Nasıl yapabiliyorlar? Bu benim için de büyük bir soruydu; ama dostuma, onun getirdiği açıklamaya ikna olamadığımı da söylemiştim.

Gerçekten, sonrasında da bu soru zihnimde hep asılı kaldı. Ahiretin varlığına inanan; inandığı Kitaptan zerre kadar iyiliğin ve zerre kadar kötülüğün dahi hesabının ve karşılığının görüleceği haberini alan; inandığı Rabbinin herşeyi gördüğüne ve adaleti gereği hiçbir şeyi karşılıksız bırakmadığına, dolayısıyla hiçbir haksızlığın yapanın yanında kâr kalmayacağına iman eden; inandığı Peygamberden o gün ‘boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun hesabının sorulacağını,’ yani ‘boynuzsuz koyunun da boynuzlu koyundan hakkını alacağını’ öğrenen biri, yine de nasıl haksızlık eder, nasıl hukuksuzluğa yeltenir, nasıl emaneti ganimet bilir, nasıl zulmeder, nasıl yalan söyler, nasıl kayırmacılık yapar, nasıl “Emaneti ehline verin” âyeti sanki tam tersine “Emaneti kendi ehlinize verin” diyormuş gibi bir icraata girişir?

Bu sorular, çözemediğim büyük sorulardı benim için. Dinin ahlâkını da güzel kıldığına şahit olduğum; Hesap Gününün şuuruyla en küçük bir kul hakkına karşı bile çok duyarlı olan, herşeyi gören ve bilen bir Rabbin huzurunda yalan söylemeyi kendisine yakıştıramayan, eline fırsat geçse de haksızlık veya yolsuzluk yapmaya en başta Allah’a ve ahirete inancı engel olan nice güzel insan tanımıştım.

Ama başka türlüleri de vardı işte…

Peygamber ibadetle çokça meşgul birinin kızdığı kedisini hapsedip aç bırakarak ölümüne sebep olduğu için cehennemlik hale geldiğine; yani bir kötülük veya bir kötü niyet ile amellerin çarpanı sıfır bir tabloyla tanışmasının pekâlâ mümkün olduğuna dikkat çeker ve ‘ameline güvenme’yi büyük tehlikelerden biri olarak bildirirken; hadislerde şehidin ‘bütün günahlarının affolunacağı’ haberine ‘kul hakkı hariç’ kaydı düşülmüşken, nasıl namazının haksızlığını bertaraf ettiğini, orucunun yolsuzluğunu giderdiğini, haccının adaletsizliğini temizlediğini düşünür ve nasıl zerre kadar bir kötülüğün bile hesabının sorulacağı günde benim halim ne olur endişesini hiç yaşamaz?

Nasıl oluyor da bir kişi Allah’a ve ahirete iman ettiği halde haksızlık yapabiliyor, başkasının hukukunu zayi edebiliyor, telâfisi mümkün olmayacak şekilde kamunun hukukuna ilişen yolsuzluk ve usulsüzlüklere bulaşabiliyor?

Senelerce zihnimde dolaşan bu soruya “Ahirete inanmadıkları için” cevabını vermekten, ucunun ‘tekfir’e çıkması muhtemel yollara hiç girmeme hassasiyetim sebebiyle hep sakınmıştım.

Neticede, dışa ve dillere yansıyan, ‘ahirete de inanıyor’ oldukları yönündeydi zaten. İnanmadıkları için böyle yapıyor değillerdi; inandıkları halde böyle yapıyorlardı. (Dahası, geçen yazıda değindiğimiz üzere, bazıları bir inancı olmadığı halde bu fiilleri yapmaktan uzak durduğu, kendisini bundan koruduğu, böylesi hukuksuzluklara tenezzül etmeyi kendisine yakıştıramadığı halde…)

Peki böyleleri, Allah’a ve ahirete inandıkları halde, Hesap Günü ‘zerre miskal kötülüğün hesabı’na kadar inen ince bir sorguya âdeta hiç aldırmaz şekilde bütün bu işleri nasıl yapabiliyorlardı?

Nice yazlardan sonra bir gün, ölümden sonra dirilişin delillerine, ölüme, hesaba, cennet ve cehenneme dair haber ve uyarılar yüklü Kâf sûresini okurken dikkatimi çeken bir kelimede, zihnimdeki bu büyük soru ve muammaya, bütün bu ‘neden ve nasıl’lara dair bir ipucu bulacaktım. Bu sûre, “O halde sen, vaîdimden korkanlara bu Kur’ân ile öğüt ver!” mealindeki âyet ile son buluyordu. Vaad ve vaîd, Kur’ân’da ahirete dair kullanan kelimeler arasında idi; vaad ile cennet müjdesi, vaîd ile cehennem uyarısı kastediliyordu. İkisi de ahirete dair, kişi için biri olumlu, diğeri olumsuz iki haber, iki netice… Benim dikkatimi çeken, âyetteki ilgili ifadenin “Vaîdime inananlara” diye değil, “Vaîdimden korkanlara” diye kurulmuş olmasıydı. İnananlar değil, korkanlar…

Tam da burada, kimler vaîdden korkmaz diye sorduğumda, ‘inananlar-inanmayanlar’ denklemini aşan bir durum görecektim. İnanmayan, inanmadığı için zaten korkmayabilirdi de; korkmayanlar, sadece inanmayanlara indirgenemezdi. Hesap Gününe, ahirete, vaad ve vaîde, cennet ve cehenneme inandığı halde, hesaptan, vaîdden ve cehennemden korkmamak yine de mümkündü. Yani, ‘inandığı halde korkmamak’ diye bir seçenek pekâlâ vardı.

Nasıl?

Dinde kişinin denge hali ‘emn ve ye’sin ortası’ diye tarif ediliyordu. Buna göre, ‘ben öldüm, bittim, kurtulamam’ ümitsizliği kadar, ‘ben cennetlik olmayacağım da kim olacak?’ güveni de bir büyük problemdi. Öyle ki, özellikle kendisine ve yaptıklarına güvenerek gelişen böyle bir ‘emn’ halinin başlama noktası olarak ‘ucb,’ yani kendi ameline güvenme ve Allah’ı deyim yerindeyse ‘onu cennetine koymaya mecbur bilme’ hali, mü’minlerin hadislerde özellikle uyarıldığı bir haldi. Öyle ki, ‘hiç günah işlememiş olmak’tan çıkacak bir ‘ucb’ halinin, ‘o günahlardan daha da büyük bir günah’ olduğunu bildiren hadisler vardı. Bu bağlamda, cennetin Allah’ın lütfuyla, cehennemin ise adaletiyle ilgili olduğu; yani kişinin kendi yaptıklarıyla değil Allah’ın lütfuyla cennete girerken, kendi yapıp ettikleri yüzünden cehennemlik olduğu İslâmî mirasın hem ilim hem irfan çizgisinde en ziyade vurgulanan hususlar arasındaydı. Ama buna karşılık, kişi ameline güvenerek veya yaptığı bazı iyi şeylerin yaptığı bazı kötü şeyleri dahi silip temizleyecek kadar önemli olduğunu düşünerek, kendisini ‘vaad’ın öncelikli muhatabı, ‘vaîd’in ise kapsama alanı dışında görebilirdi. Kişisel hataları olmakla birlikte toplamda yaptıkları ile Allah’ın dinine büyük hizmetleri olan kişi, vaadinin özel muhatabı, seçilmiş kul… ne şekilde tanımlarsak tanımlayalım, bir kişi veya bir topluluk böyle bir seçkinlik ve seçilmişlik psikolojisi içinde, ‘Allah’ın dinine hizmet için onu/onları seçmiş olduğu’ düşüncesiyle yahut ‘yaptıkları sebebiyle seçilmiş hale geldiği’ kanaatiyle veyahut ‘yaptığı şeyin dışarıdan yanlış gibi gözükmekle birlikte özel bir maslahata dayandığı, dolayısıyla Allah katında özel izne/affa/muafiyete mazhar olduğu’ zannıyla, pekâlâ kendisini Hesap Gününün sorgusunun, zerre kadar küçük bir kötülüğün dahi verilmesi gereken hesabının, kul haklarının şehit için bile af kapsamı dışında kaldığı gerçeğinin dışında tutabilir; varlığına inandığı Hesap Gününü kendisi ve kendisi gibiler hakkında ebedî cennet, ancak kendisi gibi olmayanlar hakkında müebbed cehennem hükmünün açıklanacağı gün olarak kurgulayabilirdi.

Böyle bir inanış, düşünce, kanaat veya zan yahut böylesi bir özgüven yüklü ama özsaygısız ruh hali, kişinin ‘imanı ile ameli, ‘inandığı ile yaşadığı’ arasında büyük bir mesafenin oluşumuna yol açabilir; buna rağmen onu pekâlâ tam bir güvenle Hesap Gününü -inandığı halde- paranteze aldığı bir yaşayış ve işleyişe sürükleyebilirdi.

Ne garip, değil mi?

Kendisini veya aidiyetini ‘seçilmiş’ ve ‘özel’ görmenin veyahut yapıp ettiklerine bir maslahat kılıfı giydirerek ‘amaç adına aracı kutsallaştırmanın’ gelip dayandığı yer, inancın gerektirdiği sınırların sorumsuzca, hatta pervasızca ihlali olabiliyor.

Kendisini hesaptan muaf hale getiren seçilmişlik anlayışı, ahlâkî planda ilkelerin çiğnenmesi, amelî planda ise ilâhî emirlerin aşınması yahut aşılması ile sonuçlanıyor.

Yakın dönemde bir topluluğun fertlerinde bunu görmüştük. Bugün bir başka topluluğun mensuplarında aynısını görmeye devam ediyoruz…

- Advertisment -