Gürbüz Özaltınlı
Neden “kararsız” değilim
Bir önceki yazıda, önümüze gelen anayasanın, demokrasilerde birbirlerini denetlemesi ve dengelemesi gereken devlet güçlerinin tümünü (yasama-yargı-yürütme) cumhurbaşkanının elinde topladığını yazmıştım. Bu haliyle, bir başkanlık...
Yeni anayasa mevcut anayasanın kötülüğü üzerinden savunulamaz
Mevcut anayasanın kötülüğü ve değiştirilmeye muhtaçlığı konusunda toplumun büyük çoğunluğunun uzlaştığını varsayabiliriz. Fakat dikkatleri mevcut anayasaya çekmek ve değişimin meşruiyetini buraya yaslamaya çalışmak fazla kurnazca bence.
Düşünceyi kutup zincirlerinden kurtarmak
Anayasa değişikliğinin içeriğini hazmedemeyen; tehlikeli ve yanlış bulan muhafazakâr ve milliyetçi çevrelerin, kararlı “hayırcı” cephenin sosyolojik ve siyasal bileşenlerine baktıklarında “kimliksel karşıtlık” buldukları açık. “Hayır” pozisyonunda durup , bulundukları hizaya baktıklarında rahatsız olmamaları imkansız. Ne yazık ki düşünceler kutuplaşmanın zincirlerine esir düşmüş durumda. “Ne”ye karşı ya da yanında sorusunun yerini, “kim”e karşı veya yanında sorusuna bıraktığı bir zihinsel kuşatma altındayız.
Anayasa önerisinin içeriği
Bütün yürütme yetkisini elinde toplayan başkanın yasama organı karşısındaki etkinliği sadece (kuvvetle muhtemel) çoğunluk partisinin başkanı olmasının getirdiği avantajla ilgili de değil. Düzenlemenin başkanla Meclis arasındaki ilişkilere dokunan her maddesine sinmiş bir “başkancılık” ruhu var. Meclis başkana feda edilmiş; bu çok açık.
Böyle muhalefete böyle anayasa
Başkanlık eşittir İslami diktatörlük demagojisine yapışmak; başkanlığı kavramsal olarak baştan kategorik düzeyde reddetmek… Bu, aslında kriz ve devirmecilik siyasetinin tezahürüdür. Seküler kesimin korkularını köpürtmekten medet uman tanıdık kronik kabızlığın işaretidir.
Mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır*
Yine bu toprakların insanları olarak, darbe iktidarlarının insanlık dışı uygulamalarıyla ödediğimiz bedelleri iyi biliyoruz. Askeri cuntalar da “aşırı güç” ün tipik örnekleri olarak topluma kan kusturdular. Sonuç olarak, sistemin güçsüzlüğe çare üretebilmesine evet; fakat bunu yapacağım gerekçesiyle aşırı güç oluşturmasına hayır.
Muhafazakârların sınavı: Anayasa taslağı
Türkiye’nin seküler sosyolojisi bu ülkeye demokratik standartları getiremedi. Ülkeyi vesayet rejimi altında bir azınlık olarak yönetti. Şimdi soru şu: Muhafazakâr sosyoloji bunu başarabilecek mi? Yoksa bizi, çoğunluğa dayalı “başkan baba”cı patriarkal bir modelin demokrasi sayıldığı günler mi bekliyor?
“Üst akıl” dan önce kendi aklını sorgulamak
Sanırım Ortadoğu’da “oyun kurucu” aktör olmanın Batı’yla çatışarak değil, uyum arayarak sağlanabileceğini göremeyen aşırı bir özgüven tuzağına düşmekle başladı. Geleceği belirsiz bir çatışma sürecine giren bölgede “yumuşak güç politikalarından” uzaklaşan, “bekle gör” sabrı göstermeyen; temkinsiz; tarihsel ve kültürel geçmişin etkisine fazla bel bağlayan bir “sivrilikler” çizgisine savrulduk.
‘Ekonomiden anlamayanlar’a karşı ‘her şeyden anlayanlar’
Ak Parti, doğru yaptığı işleri kendi eliyle bozmaya başladı. 17-25 Aralık da; 15 Temmuz da gerçekten büyük travmalardı. Ucu bazı küresel güçlere de dayandığı kuşku götürmez saldırılardı bunlar. Fakat buradan kalkıp bütün Batı’nın bize düşman olduğu; küresel sistemin de yıkım getirdiği sonucunu çıkartmak tek kelimeyle aşırılıktır. Şimdi izlenen; içeride “tek seçici başkanlık” ve otoriterleşme siyaseti ile dışarıda Batı’dan kopuş çizgisi bu travmalara verilmiş uygun cevaplar değildir.
İzlenen politikalar ne kadar yerli ve milli?
Öncelikle bu yerli ve milli kavramının kendisi irdelenmeye muhtaç kanımca. İzlenen politik hat yerli ve milli çıkarlarımız üzerinde nasıl sonuçlar yaratıyor? Tartışmanın temel sorusu herhalde bu olmalı… Daha da önce; yerlilik ve milliliğin kapsamı ne? Buna cevap aramalıyız.
Söyle bana sanal dünya var mı benden popüleri
İnsanların başkalarının hayatına duyduğu ilgi ve popülarite merakı yalnızlıktan doğmaktan çok, tersi doğru gibi geliyor bana. Yani; bu merakların sürüklenişi içinde insan gerçek hayatında giderek yalnızlaşıyor. Yeni iletişim teknolojileri, galiba fıtratımızda olan bir patolojiyi patlattı. Belki de birbirini tetikleyen daha karmaşık bir psikodinamik söz konusu.
Söylemin gücü ve yanıltıcılığı
Özellikle 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de olağanüstü bir söylem hegemonyası oluştu. Darbe girişimi öylesine gayrı meşru, o kadar ahlaksız, alçakça bir hareketti ki, iktidar haklı ve tartışılmaz bir ahlaki-söylemsel üstünlük kazandı. PKK şiddeti ve Batı’nın kabul edilemez tutumu bu söylemsel hegemonyanın alanını daha da genişletti.
İdam
Bir insanın canını almak; eyleminden ötürü dönüşsüz ve en aşırı biçimde sadece kendisini sorumlu tutmak demektir. Sınırsız bir seçim özgürlüğü varsaymaksızın davranışı nedeniyle onun canını alamazsınız.
Gerçeğin hakkını vermek
15 Temmuz öyle sıradan bir olay değil. Kütüphaneleri devirseniz, yılların tecrübesi içinden gelseniz öğrenemeyeceğiniz derinlikte sarsıcı bir ders. Hiçbir şey, o güne kadar söylediği sözlerini, iddialı sertliklerini insanın yüzüne bu kadar kuvvetli çarpamaz.
Darbenin kökleri (3) Gazze saldırısı: Değişim koalisyonunda sonun başlangıcı
Gazze saldırısı, sadece kendisi ile sınırlı kalan tepkiler üretmedi. Hükümetin, Arap halklarının gönlüne giden yolda, Hamas anahtarına İsrail’e açıkça cepheden eleştiri politikasını ekleme kararı vermesine yol açtı. Nitekim Türkçe’ye bir gecede girip dilimizin başköşesine yerleşen “one minute” için bir ay bile beklememiz gerekmedi: 29 Ocak 2009. 31 Mayıs 2009’da Mavi Marmara’da kan döküldü.
Darbenin kökleri (2) ABD’de dengelerin değişimi ve Türkiye’nin bölgede yükselişi
Kimilerinin “taşeronluk” diye aşağıladığı “komşularla sıfır sorun” çizgisi, tam anlamıyla bir “kazan-kazan” politikasıydı. Bu politikanın ayırt edici özelliği, siyasi rejimlerin niteliğine kör kalan, rejim üzerinden dost–düşman tasnifini reddeden bir işbirliği perspektifine dayanıyor olmasıydı.
Darbenin kökleri*
Gözden kaçan şuydu ki, koca bir kıtayı kendi arka bahçesi yapabilmeyi başarmış ABD gibi deneyimli bir emperyal güç, az gelişmiş demokrasilerle ilişkilerinde, sivil hükümetlerden daha çok devleti önemser. Sandık kontrolden çıkabilir, fakat devlet “dost” kaldıkça “çareler tükenmez”…
15 Temmuz ve Batı’nın özü teorisi
“Avrasya” diye ayağa kalkanların; Arap yönetimlerinin yarısı darbenin başarısızlığına hayıflanırken “Birleşik İslam Dünyası” hayalleri kuranların, sistem değiştirmenin bedelleri üzerine de yutkunup düşünmelerini öneririm.
Hep haklı olmanın dayanılmaz kibri
17-25 Aralık’tan 15 Temmuz’a kadar avazı çıktığı kadar “hırsız” diye bağıranlar; biz “Cemaat darbesi” diye yırtınırken “namuslu savcılar-hâkimler” edebiyatı yapanlar; “Emniyette tasfiyeler yapılıyor, yargı elden gidiyor” diye bağıranlar… Bunlardan da henüz tek cümle özeleştiri duymadık.
‘Hayır’, ‘Şer’ ve Kılıçdaroğlu
Darbe gecesi ve onu takip eden günlerde kötü bir sınav vermedi. Önümüzdeki günlerde toplumsal kutuplaşmanın yumuşaması, demokratik uzlaşmaya giden yolların açılması için yapıcı bir siyasette ısrar edecek mi? Yaşadıklarından radikal dersler çıkartıp, tabanın reflekslerinin üstüne gidecek ve dönüştürücülük yolunda ağırlık kuracak cesareti gösterebilecek mi?
Riskler ve liderliğin belirleyiciliği
Darbeyi desteklemese de iktidarı yalnız bırakan bu muhalif psikolojiyi ne kadar haklı bir mevziden eleştirirseniz eleştirin; bu yetmez. Köklerini anlamak ve uçurumu kapatmak için politika üretmek gerekir.
Tarafsız ‘Demokratlar’
Darbeye karşı salalarla tekbir getirerek meydanlara koşanlar demokrasi aşığı olmayabilir. Haklısınız. Ama rejimi onlar kurtardı. Sizin “modern” cicili bicili sloganlarınız vardır; biliyoruz. Fakat “yüksek politik bilinciniz” sizi kötürüm etmekten başka bir şeye yaramadı.
Düşünme zamanı
Şunu teslim etmeliyiz: Meydanlara koşanların ezici çoğunluğu Erdoğan’a bağlılık duyan kesimlerdi. Onlar Erdoğan’ı teslim etmemek için canlarını ortaya koydular. Bunlara MHP taraftarları da eşlik etti. Ve meydanlar darbeyi püskürttü…
En uzun gece ve Türkiye’nin aydınlık yüzü
Çok daha fazla kan dökülebilirdi. Kalkışma uzayabilir; hatta başarılı da olabilirdi. Akıl almaz bir kaosa, kitlesel sivil ölümlere, bölünmüş çatışan bir orduya, şehir savaşlarına tanık olabilirdik.
Toplumsal ruh halimiz üzerine
Toplumun yorulmuş olması kendi içinde barışma hevesi taşıdığını göstermiyor. Böyle bir varsayıma sıçramak ikna edici değil. Ciddi kimliksel yabancılaşma ve kopuş hükmünü sürdürüyor. Karşısındakini dinleme, anlama, uzlaşma isteği yok. Seküler sosyolojide umutsuzluk, içe kapanma egemen.
İnsan ve korkuları
Başkaları masumiyet duyguları güçlü olduğu için mi hatalara düşmeyi önemsemiyorlar o kadar? Hatalara düşmeyi önemsemedikleri için mi kolay karar veriyorlar; katılaşıyorlar; etkilenmelere kapalı bir etkileyicilik rolünü seçiyorlar? “Mükemmeliyetçiler” kendi iç dünyalarının suçluluk duygularına teslim olurken (yani, aslında kendileri için yaşarken) diğerleri, dış dünyaya daha mı duyarlılar?
Değişiyoruz, o halde varız
Bu yazının konusu değişimin “içeriğini” tartışmak değil. Burada dikkat çekmeye çalıştığım şey, değişimin anlaşılabilir, olağan bir insan gerçekliği olduğu.
Ormanlarla birlikte içi yanan bir hayalperest üzerine
Tapuyu aldıktan sonra, bahçesinde havuz inşaatına başlanan kaldığım pansiyonun sahibine “Bu havuzu yapıyorsun ama en fazla bir yıl içinde buralar yıkılacak zarar göreceksin” dediğimi iyi hatırlıyorum. Kayıtsız gözlerle o bildik cevabı vermişti. “Burası Türkiye Beyim”…
Türkiye’nin en uzun yılı
Madımak’ın anıldığı günde “YAKANLARI AFFETMİYORUZ! AK’LAYANLARI DA” sloganı dolaştı sosyal medyada. ‘AK’ın üstüne atılmış küçük bir apostrofla, tarihin en ağır katliamlarından birisinin yükü bugünün iktidarına yıkılırken gerçek failler yine konuşulmadı.
Danışmanlar iktidarın iradesini yansıtıyorsa…
Danışmanların yaklaşımında büyük bir tehlike daha var. Genel çerçevelerine baktığınızda, Türkiye’nin çıkarlarını “yükselen Doğu ekseninde” yer almakta gördüklerini; Avrupa ve ABD’yi bu güç kaymasını engellemeye çalışan taraflar olarak tanımladıklarını anlıyorsunuz.