Vahap Coşkun
Akıldan uzakta
FETÖ ile hiçbir irtibatı bulunmayan, yaşananlardan bihaber kişileri sırf bir tişört giydi diye gözaltına almak ancak aklı terk etmekle mümkün olabilir. Düşünün; bu ülkede haber bültenlerini “tişört gözaltıları” süslüyor. Böyle bir yerde, darbenin ve darbecilerin aklı başında bir şekilde soruşturulduğuna insanları nasıl inandırabilirsiniz?
15 Temmuz’un ardından (2)
Kimilerinin yaptığı gibi 15 Temmuz’u “tiyatro” olarak nitelemenin ya da “Böyle darbe mi olur?” diye tahfif etmenin akılla bağdaşır bir tarafı bulunmuyor. Ne sahneye konan bir oyun var, ne de birkaç kendini bilmezin hesapsız kitapsız ve gelişigüzel yaptığı bir eylem. Aksine, son derece ayrıntılı bir planlamaya dayalı bir darbe girişiminden söz ediyoruz. İki. Darbenin arkasındaki örgüt FETÖ’dür. Her ne kadar kendileri reddetse de, bütün oklar FETÖ’yü işaret ediyor. Hal böyle iken CHP’nin ısrarla “kontrollü darbe” söylemini kullanması çok büyük bir yanlıştır.
15 Temmuz’un ardından (1)
15 Temmuz’un bir savunanının olmaması, darbenin mimarı olan FETÖ’nün akıbeti için de büyük bir anlam taşıyor. FETÖ’nün geniş bir uluslararası ilişkiler ağına sahip olduğu biliniyor. Lâkin bu, FETÖ’ye Türkiye’de bir gelecek sağlayamaz. Çünkü toplumsal algıda bu örgüt ajan, hain ve düşman olarak kodlandı. Hiç kimse isminin FETÖ ile birlikte anılmasını istemiyor. AKP ve Erdoğan karşıtlığı, FETÖ’ye dışarıda bir süre daha soluk aldırabilir -- ama Türkiye’de hiç kimse bu örgütle bir araya gelmez, gelemez; aynı karede görünmez, görünemez.
İnsan hakları ve AKP: Dün ve bugün
Şimdiden geriye bakınca, 2002-2014 arasının tüm o insan hakları ve demokrasi söylemleri kubbede baki kalan hoş bir seda gibi! Artık iktidarın dilinden hak, hukuk, özgürlük, evrensel değerler, uluslararası demokratik standartlar gibi kavramlar pek çıkmıyor. İktidar medyası ise insan haklarına veba, insan hakları savunucularına vebalı muamelesi yapıyor. Hamaset yüklü bir dil her geçen gün daha fazla prim yapar hale geliyor.
“Terörist”
En üst kamu otoritesinin (Cumhurbaşkanının) ceza davası devam eden bir kişiye (Demirtaş’a) “terörist” demesi, masumiyet karinesinin ihlâlidir. Bu ilkenin çiğnendiği bir yerde ise adil bir yargılama yapılamaz. Demirtaş hakkında verilecek karara Cumhurbaşkanının gölgesi düşmüştür. Artık yargının Demirtaş kararlarını tarafsız ve bağımsız bir şekilde verdiğine (vereceğine) inanacak birini bulmak çok güç olacaktır.
Kürtler devlete “eyvallah” etmedi; PKK’ye de etmez!
PKK Kandil’den baktığında Kürtleri nasıl görüyor, bilemem. Lâkin gerçekte her toplum gibi Kürtler de çok renkli; burada da değişik gruplar, görüşler, inançlar, tahayyüller var. Zamanın ruhu ve olanakları da bu farklılıkların sayısını artırıyor ve boyutlandırıyor. Böyle bir toplum korkuyla, baskıyla, zorla yönetilemez.
Adalet yürüyüşünün karşılığı
Kılıçdaroğlu tansiyonu yükseltmiyor. İktidarın temsilcilerinin söylediklerinden bağımsız olarak kendi önceliklerini dile getiriyor. Oyunu iktidarın sahasında değil kendi sahasında oynuyor. AKP’nin istediği hatta girmiyor. En keskin suçlamalara bile dozunda cevap vermekle yetiniyor. Bu sakin tutum AKP’nin kimyasını bozmuş izlenimini uyandırıyor.
Sanki bütün sorun “anlatamamak”mış gibi!
Evet, sağda solda hendeklere methiye düzen çok sayıda insan vardı. Ama bunların neredeyse tamamı, kendi konforlu dünyalarında yaşarken muhalifliği de kimseye bırakmayan tuzu kurular ile devrim hayallerini Kürtlerin sırtından gerçekleştirmek isteyenlerdi.
“Sayılı gündür, gelip geçer”
Asker mektubuna Allahın selamını göndermekle girilirdi. Ev ahalisinin durumunda endişe edecek bir hal yoktu. Ananın ve babanın sağlığı yerindeydi. Abiler, ablalar, kardeşler afiyetteydi. Burayı merak etmesindi. Tek bir dertleri vardı, o da onun sıhhatiydi.
Damat tahliyeleri ve vekil tutuklamaları
AKP cenahında yargıdaki hukuksuzluklara karşı esaslı bir duruş yok. Bazı AKP milletvekilleri, damat tahliyelerinin “kirli bir aklın” ürünü olduğunu ve maksadının iktidarı toplum karşısında güç duruma düşürmek olduğunu belirtiyor. Bazıları da yargıda FETÖ unsurlarının halen aktif olduğuna işaret ediyor. Yani buradan da kendilerine bir “mağduriyet” çıkarmaya çalışıyor ama kendilerini herhangi bir özeleştiriye tabi tutmuyorlar.
Akılsız başın cezası
Geçmişte dokunulmazlıklar muhalefetin omuz vermesiyle rafa kalktı. Sonrasında olanları biliyoruz. Önce HDP’li vekiller tek tek cezaevine gönderildi. Dün de CHP’li Enis Berberoğlu, hakkındaki dâvâ henüz kesin bir karara bağlanmadan tutuklandı. Şimdi CHP hançeresini yırtıyor; “halkın temsilcileri tutuklanamaz, içerdeki vekiller derhal serbest bırakılmalıdır” diyor. Günaydın, ama sanırım biraz geç oldu!
“Kalabalıkları, Kızıldeniz’i yarar gibi yaran karizma”
L’Equipe başyazarı Vincent Duluc, Zidane gibi bir geçmişe sahip futbolcuların “hoca” olmalarının ciddi bir risk içerdiğini söyler. Zira oyuncuyken kaderleri kendilerinden başka hiç kimseye bağlı olmaz. Ancak antrenör olduklarında iş değişir; onların kaderi de kendi ellerinden çıkar, başkalarının arzusuna, oyuncularının başarılarına ve alınan sonuçlara bağlı hale gelir.
Şüphe bulutlarını dağıtmak
Eğer milletin demokratik iradesi hâkim kılınacaksa, her bürokrat kendisini davet eden Meclise gitmeli, milletvekillerinin suallerine cevap vermelidir. “Siyasi tartışmalara dâhil olmamak” gibi bir gerekçe kabul edilemez. Meclis bir konuda bir bürokratın bilgisini talep ettiğinde, bürokrata düşen Meclisin yolunu tutmak olmalıdır. 15 Temmuz Türkiye’nin önüne geçebildiği ilk darbedir. Elden geldiğince bütün karanlık noktalarını aydınlatmak, dinamiklerini ve faillerini gün ışığına çıkarmak gerekir.
Tabela ve bellek
Ankara’nın emri kulaklara çalınınca artık hiçbir kayyum tabelalara ilişmez oldu. İndirilen tabelalar da zamanla usul usul yerine kondu. Şimdilerde kayyumların yine harekete geçtikleri görülüyor. İlk haber Van-Çatak’tan geldi. DBP’li belediye yönetimi daha önce bir parka eski Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin adını vermiş. Çatak’a atanan kayyum ise Elçi’nin adını kaldırmış; parka “Şehit Geçici Korucu Ali Ongun” adını koymuş.
Halkla inatlaşılmaz
Madem buralardan şehir olmazdı (!), Erdoğan ve AKP neden bu kadar bekledi? Niçin iktidar dönemlerinin başında değil de aradan bunca zaman geçtikten sonra bu konuyu gündeme taşıdılar? 15 yıldır “şaşılmayan” bir durum nasıl oldu da yekten “şaşkınlık” verici bir hale dönüştü? Cevaba muhtaç sorular bunlar.
Tarihî kişilikleri tartışmak
Yeşilyurt’un söyledikleri çok can sıkıcı olabilir ama bu onun tutuklanmasını gerekli kılmaz. 1926 yılında yayınlanan bir mektubun -- aradan nerdeyse bir asır geçtikten sonra -- bir derginin toplatılma gerekçesi olması akılla bağdaşmaz. Düşünce özgürlüğü, basın hürriyeti ve tutuksuz yargılanma temel hukuki değerlerdir. Son Atatürk tartışmasında, toplumda bu değerleri savunmakla tanınanların önemli bir bölümü, bir şahsın tutuklanmasını ve bir derginin toplatılmasını hiç sorun etmedi. Hattâ kullandıkları bazı ifadeler böyle bir sonuçtan memnuniyet duyduklarına yorumlanabilir.
Ergenekon’un akibeti, 15 Temmuz’un başına olmasın!
Bu tür zayıf, altı boş iddialarla ve tamamen hukuku zorlayarak yürütülen soruşturma ve dâvâlar iki büyük tahribat yaratır. Birincisi, minareye uydurulan kılıf niteliğindeki gerekçelerle her habere, her başlığa karşı hukuki takibat yapılabilir. Hoşa gitmeyen her cümle, muhalif olduğu düşünülen her söz bir suç çerçevesinin içine alınabilir. O vakit hiç kimse kendini hukuki güven altında hissetmez; ifade ve basın özgürlüğü berhava olur, düşünce kuraklaşır. İkincisi, inandırıcı olmayan, aklı başında kimseyi ikna etmeyen, kurgu olduğunu bas bas bağıran soruşturmalar ve dâvâlar arttıkça en büyük zararı FETÖ karşıtı mücadele görür.
Tarafsızlık süsü verilmiş ayırımcılık
Avrupa Adalet Divanı’nın son kararı, seküler giyim tarzını “normal”, dini içerik taşıyan bir elbise giymeyi ya da sembol taşımayı ise “anormal” olarak değerlendiriyor. Normal giyinenlerin “tarafsızlık” içinde hareket ettiklerini; dini giysi ve sembolleri üzerinde bulundurarak normalden sapanların ise tarafsızlık ilkesine halel getirdiklerini varsayıyor. Dolayıyla müşterilerine “tarafsız” imajı vermek isteyen bir şirketin, giyimiyle bu “tarafsızlığı” ihlal eden çalışanına karşı yaptırım uygulayabileceğine hükmediyor.
Hangi cephe, hangi blok?
16 Nisan’daki cepheler o güne aitti. Bunları olduğu gibi geleceğe taşımak imkansız. Her zaman olduğu gibi gelecekte de ülkenin kaderine tesir eden her gelişme farklı aktörleri yan yana ve karşı karşıya getirip yeni bloklar doğurur.
2019 arayışları ve Gül’ün adı
Bu tür bir oluşum, siyasi bir cazibe merkezine dönüşebilir. Kendi içlerinden çıkan, dolayısıyla hayat tarzlarına karşı bir risk teşkil etmeyen ve onbeş yıllık iktidar sürecindeki kazanımlarını garanti altına alan bir siyasi hareket, partinin hâlihazırdaki gidişatından rahatsız olan AKP’lileri kendine çekebilir. Eğer böyle bir hareket, bir de toplumun diğer kesimleriyle diyalog kanalları açabilir, uzlaşma alanlarını öne çıkartabilir, kapsayıcı ve mutedil bir siyasi dil kurabilirse, iki turlu cumhurbaşkanlığı seçimlerini her türlü sonuca açık kılabilir.
Erdoğan’ın dönüşü
Erdoğan her zaman partideydi, hükümetteydi, her işin altında onun imzası vardı. Dolayısıyla abartılı “hasret” ve “vuslat” dizeleri yazmanın bir gereği yok; çünkü ortada ne gerçek manada bir “hasret” var ne de bir “vuslat”. Bu itibarla Erdoğan’ın dönüşüne çok büyük manalar yüklenmemeli. AKP’nin sorunu Erdoğan’ın partiye üye olup olması değil. AKP daha derin, zihniyetle alakalı bir problem yaşıyor.
CHP ve siyasetin kaynayan kazanı
CHP’nin iki ağır topu önemli beyanatlar verdiler. Genel Başkan Kılıçdaroğlu NTV’ye, eski Genel Başkan Baykal ise CNNTURK’e konuştu. Söylediklerinden çıkardığımı en baştan söyleyeyim: Kılıçdaroğlu eski dönemin kodlarıyla hareket ediyor. Baykal ise –ifadelerinde tartışılacak çok husus olsa da- yeni döneme daha hazırlıklı bir görüntü sergiliyor.
16 Nisan’a vurulan mühür
YSK, kamuoyunu bilgilendirme noktasında da imtihanı veremedi. Kıl payı biten bir yarışın ertesinde yarışa etki ettiği tartışılan bir kararın gerekçesinin iki gün sonra açıklanması ve toplumu tatmin edecek sağlıklı bir bilgi akışının sunulamaması YSK’nın eksi hanesine yazıldı.
16 Nisan’dan sonra AKP ve HDP ne yapmalı?
Mühim olan, AKP ve HDP’nin 16 Nisan’da oluşan tabloyu nasıl anlamlandıracakları. AKP açısından güvenlikçi perspektife aşırı bir önem atfetmek ve salt hizmet siyasetine bel bağlamak, ters sonuçlar doğurabilir. HDP ise hak arama mücadelesini şiddetten kesinlikle arındıran yeni bir politik dil kurmalı ve buna uygun bir siyasi tutum almalı.
17 Nisan’a uyanmak
AKP de aslında bir yol ayrımında: Ya onu toplumun merkezine taşıyan, farklı hassasiyetleri gözeten kapsayıcı ve kuşatıcı dili yeniden kurgulayacak ya da bugün Pirus Zaferi’nin rüzgârına kapılarak dilini daha da ağırlaştırıp sertleştirecek. Zannım o ki eğer ikinci yolu tercih ederse, yakın dönemde yapılacak seçimlerde AKP adına manzara daha nahoş öğeler içerebilir.
Neden hayır?
AKP-MHP ittifakı, Türkiye’nin geleceği bağlamında iki önemli sorun taşıyor. Birincisi, son derece sert bir milliyetçi söyleme yaslanıyor; genelde bir demokratikleşme ve özgürlük perspektifi sunmadığı gibi, özelde Kürt meselesinin çözümü noktasında da bir umut vermiyor. İkincisi, mezkûr ittifak, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yeni ve demokratik bir anayasayı çok güçleştiriyor. Referanduma gidecek metin, her iki ortağın da temel isteklerini karşılıyoKabul edildiği takdirde AKP ve MHP yeni bir anayasa defterini kapatır, anayasayı değiştirme yönünde bir irade göstermezler.
Dost ve post
Türkiye’nin ilk reaksiyonu çok ölçülü ve dikkatliydi. Dışişleri Bakanlığı, tek taraflı dayatmalardan uzak durulmasını, işbirliği ve uzlaşmayı olumsuz etkileyecek davranışlardan kaçınılması gerektiğini belirtti. Doğru bir dildi bu, ama ne yazık ki çok uzun süre sürdürülemedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, KBY’ye karşı sert ifadelerle olaya müdahil oldu. MHP Genel Bakanı Bahçeli ise, Kürdistan bayrağından “paçavra” olarak söz etmekle hamasetin dibine vurdu.
Galip sayılır bu yolda mağlup
Trabzon’da duygusal dozu çok yüksek bir maç oynandı. Güneş, kendi adını taşıyan spor kompleksinde ilk defa bir maça çıktı; lâkin efsanesi olduğu kentin takımının başında değil, efsanesi olmaya doğru hızlı adımlarla yol aldığı BJK’nin başında. 3-3’ten sonra maç, atanın kazanacağı bir hal aldı. Dolayısıyla 70. dakikadan sonra her iki teknik adamın önceliği maçı tutmak oldu.
Milleti denize dökmek
Bütün sözcükler gibi “denize dökmek” ifadesinin de bir tarihi var. İnsanlar bunun ne anlama geldiğini, kime/kimlere karşı ve hangi durumda kullanıldığını bilir. Özü itibariyle “denize dökmek” bir düşman/lık konseptidir. Eğer farklı siyasi tercihlerde bulunanlara/bulunacak olanlara reva gördüğünüz kader buysa, bunun anlamı o insanları bir “iç düşman” olarak kodladığınızdır. Bozkurt’un sözleri, CHP içindeki vatandaşların büyük bir kısmında böyle bir hissiyatın güçlü bir damar olduğunu açığa vuruyor.
Anayasa değişikliğinin içeriği – 5
Cumhurbaşkanının hem partisi aracılığıyla yasamada, hem de HSK ve AYM eliyle yargıda bu kadar baskın olması, güçler arasındaki sınırların silikleşmesini kaçınılmaz kılıyor. Cumhurbaşkanına önceki yılın bütçesini yeniden değerleme oranına göre artırarak uygulama olanağının verilmesi de, Meclisin yürütme üzerindeki denetim araçlarından birinin daha elinden alınması anlamına geliyor.