Halil Berktay
Yavuz Örnek’leri unutmamak ve unutturmamak
Tam bir deli saçması, sınırsız zırvalamalar zinciri gerçekten. Popüler şarkıdaki gibi: “O yana da döner sar beni / Bu yana da dönder sar beni.” Daha âmiyânesi: “Çevir kazı yanmasın.” Limitte de, o biraz müstehcen “uysa da… uymasa da…” fıkrasını hatırlatıyor. Ama lütfen, kimden ne bekliyoruz acaba?
Allow me to try and explain the difference
This is a somewhat free English translation of the Turkish original that appeared in yesterday’s Serbestiyet, i.e. on 17th December 2019.
İzninizle, farkı açıklamaya çalışayım
“Liberalizm sonrası”nın ardından, bir de “dış güçlerin kışkırtması” klişesini yazacaktım. Fakat Çin, Rusya, Venezuela, Brezilya, Türkiye… hepimiz sürekli kışkırtılıyoruz zaten. Derece derece “yalan haber”lerin hedefi oluyoruz. Dolayısıyla kaçmıyor. Dursun biraz. Önce hafif yakın tarih, meselâ 1915 konuşalım.
“Liberalizm sonrası”
Muazzam bir demokrasi düşmanlığıyla; bir yığın ülkede âdetâ demokrasiden zaptedilmez bir hınç ve öfkeyle intikam alma, demokrasinin üzerinde tepinme ve lime lime etme hırçınlığıyla yüzyüze olduğumuz apaçık ortada. Peki, bizim memleket bu furyanın neresinde yer alıyor?
1920’lere ilişkin gecikmiş bir tartışma (Alper Görmüş ve Şükrü Hanioğlu)
Hayır, Türkiye de zerrece dışında değildi bu otoriterleşme ve diktatörleşme eğiliminin. Nitekim Cumhuriyet rejiminin kuruluşu için ister 1923’ü, ister 1925-27’yi seçin, Horthy - Mussolini - Rivera - Pilsudski - Carmona - Kral I. Aleksandr zincirinin içinde ve tam ortasında demekti.
Yale-Harvard (veya: bu da mümkün)
Harvard takım kaptanı, her iki üniversitenin vakıf fonlarından “geleceğimizi yoketmekte olan” bazı sanayilere yatırım yapılıyor olmasını kınamış. “Harvard ve Yale, bir yandan kamuoyunu yanıltmakta, akademiklere kara çalmakta ve gerçekleri inkâr etmekte olan şirketleri desteklerken, bir yandan da aslen bilgiyi yüceltmekte olduklarını iddia edemezler” demiş.
Kimimiz öldük, kimimiz biraz daha az kâr ettik
1968’de askere alınmamayı başaran Trump, 1993’te bir talk-show’da, 60’lar ve 70’lerin New York gece hayatından “bayağı tehlikeliydi” diye söz etmiş. Herhangi bir cinsel hastalık kapmama çabalarını “benim kendi Vietnamım” diye nitelemiş. Şimdi de oğlu, başkanlık makamı uğruna her yıl birkaç milyon dolar kârı gözden çıkarmalarından, savaşta can vermeyle karşılaştırılabilir bir fedakârlık diye söz ediyor.
El zindanıyla Stalin kesilmek
Ahmet Altan’ın tahliyesine böyle bir reaksiyon gösterenlerin ez kaza iktidar olduğunu düşünebiliyor musunuz? Totalitarizm bir tür solcu ve ulusalcının âdetâ ruhunda var. Kökeninde ister Kemalist, ister Marksist otoriter modernizm varyantının toplumu zorla değiştirme azmi ve inancı yatıyor. Bu epistemolojik özgüven, demokrasi adına demokrasi tanımazlığa dönüşüyor.
Ataerkilliğin en Marksist varyantı
Gene bir Pazar sabahı, ne yazacağımı düşünürken. Daha doğrusu, kafamda çok yazmak istediğim, ama yazması hayli zor ve uzun sürecek birkaç konu varken. Buna karşılık önümde başka işler yığılmış dururken.
Röportaj nasıl yapılır? PKK’yla röportaj nasıl yapılır?
“Ama YPG’nin eğitim kamplarına gittiğinizde, Türkçe konuşulduğunu duyuyorsunuz. YPG saflarında savaşan Türkiyeli Kürtler var. PKK ile YPG arasında çok yakın ilişkiler olduğunu biliyoruz.” Bu cümleleri bir BBC muhabiri kuruyor; Kandil’in sözcüsü doğru dürüst cevaplayamıyor.
Ben de bu kafada imam, müftü, vaiz ve Diyanet Başkanı istiyorum
Başpiskopos Welby, siyaset yelpazesinin her köşesinden politikacı ve seçmenlerin kullandığı “tahrik edici söz”lerin sosyal medyada büsbütün “abartıldığı”na da dikkat çekmiş. “Siyasî kararlar konusunda hakaretâmiz ve sadece iki seçenekten ibaret bir yaklaşıma müptelâ olduğumuz kanısındayım: ‘Ya bunu kabul edersin, ya da tamamen düşmanımsın demek.’”
Uhuru, Uluru (2) İnsanlığın çabaları ve bocalamaları
Masifin çevresi, pınarlarla, koyaklarla, mağaralarla ve kayalara yapılmış çok eski resimlerle dolu. Uluru, Pitjantjatjara halkı için kendi inanışları, ruh âlemleri bağlamında kutsal bir alan. Onların Kâbe’si, Olympia’sı, Panteon’u. Lâkin Beyaz Avustralyalılar uzun süre hiç farkında değildi bunun. Ya da farkındaydılar ama umursamıyorlardı. Tâ ki hükümet tırmanma yasağı getirene kadar.
Uhuru, Uluru (1) Avustralya’nın iskân tarihi
Ayers Kayası aynı zamanda Avustralya’nın yerli halklarından -- ya da beyazlar tarafından kolonize edilmeden önceki en eski halklarından -- birinin ananevî yurdu. Kutsal alanı.
Franco dünyaya hükümdar olmaz
“Çağdaş İspanya bağışlamanın ürünü, ama unutmanın ürünü olamaz” (Başbakan Pedro Sanchez).
“Kurtarıcı”ların anlamadığı
Gene Brecht’ten bir alıntı. Galileo’nun Hayatı piyesinden (12. sahne). Engizisyon’un işkencehanesinde gezdirmiş ve kendisine uygulanabilecek âletleri göstermişlerdir. Güneş merkezli evren görüşünü geri alır (ama ev hapsinde gizli gizli yazmaya devam eder). Öğrencisi Andrea çok kızar hocasına: “Mutsuzdur, kahramanları olmayan ülke.” Cevap verir: Hayır Andrea: Mutsuzdur, kahramanlara muhtaç olan ülke.”
Patika bağımlılığı
Fukuyama’dan Huntington’a çeşitli siyaset bilimciler (hepsi değilse de bazıları) her zaman her şeyi çok daha iyi bilir; sürekli yanlışlansalar da en yeni teorileri hakkında hep çok kesin ve nettirler ya. Aşağıdakiler işte o çerçevede, kuşkucu bir tarihçinin “liberal yanılgıları” olarak değerlendirilmeye açıktır.
Bertolt Brecht’ten iki şiir
Güzin Sarıoğlu’nu okudum (“Operasyon isimleri…”). Evet. Barış Pınarı harekâtı beni de 1960’lardan kalma iki eski çevirime götürdü.
Başkalarının aynasında (2) Araujo, Velez, Bolsonaro
Dayanamıyorum, özellikle “zora dayalı bir demokratik rejim” ve “anayasal kayma” ibarelerinin karşı durulmaz Orwellci “yenikonuş” estetiğine. Her ikisini, ülkemizde en iyi, üst düzey hukuk danışmanları değerlendirebilir. Ricardo Velez de mükemmel genel yayın yönetmenliği ve köşe yazarlığı yapar bu arada. “Liberal yanılgıları” düzeltir durur. Peki ya Bolsonaro’nun kendisine ne demeli? İstanbul’u da İmamoğlu’dan alıp kayyıma vermeyi, yapsa yapsa o yapar.
Başkalarının aynasında Türkiye (1) İnter taraftarları
“Size bunun ırkçılık gibi gelmiş olabileceğini anlıyoruz ama öyle değil aslında. İtalya’da bizler bazı ‘yollara’ sırf rakiplerimizi sinirlendirsin ve ‘kendi takımlarımıza yardım’ olsun diye başvururuz; ırkçılık amacıyla değil, onların oyununu bozmak için. İtalyan taraftarlarının sizden nefret etmeleri veya ırkçı olmalarından değil, takımlarına atabileceğiniz gollerden korkmalarından kaynaklanan bu tavrını, lütfen bir saygı biçimi olarak kabul edin.”
Bugün gene babamın yaşgünü
Basmane tarafındaki sinemalara giderdik sık sık. Baş başa. Film ne olursa olsun, konuşur ve tartışırdık, dönüşte eve yürürken. Hiç öyle kaba bir didaktizmle değil; çok ustaca sorgulardı izlenimlerimi. Bir Western görmüşsek (1950’lerden söz ediyorum), neden hep beyazların iyi ve Kızılderililerin kötü gösterildiğinden söz açardı örneğin. “İyi ama o topraklar onların değil miydi aslında?” diye sorardı, lâf arasında.
Neyin neresindeyim?
Çok dağıldım galiba; kafamı tekrar toparlamam lâzım. Kötümser bir dünya tahlilleri dizisi yazmaya başlamıştım. Temel fikir şuydu: Demokrasi sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada hayli kötü durumda. Dolayısıyla bir bakıma “dünyanın hali gibi halimiz.”
AK Parti, yeni iktidar bloku, Recep Peker ve “çoklu kişilik bozukluğu”
Bir buçuk yıl önceydi. Mahir Ünal AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsüydü o sırada. Afrin harekâtı etrafında patlak veren tartışmaların bir noktasında, ana muhalefeti “çoklu kişilik bozukluğu”yla suçlamış ve şu çok kritik cümleyi kullanmıştı: “CHP’nin Mustafa Kemal Atatürk ile hiçbir ilgisi kalmamıştır, hattâ CHP’nin Recep Peker ve İsmet İnönü ile bir ilgisi kalmamıştır” (www.sabah.com.tr 30.01.2018).
Tuhaf zamanlar
Burada (a) bir tarih sorunu var, (b) bir de AYM. Tarihin tahrifi derseniz… zaten her yanımızda. Tek ölçüt, tek değişmez var: Cumhurbaşkanı Erdoğan her zaman doğru (ve sadece o doğru) olmuş olacak; hattâ tarihin farklı dönemlerinde yaşamış, sağ-muhafazakâr kesim açısından makbul başka kişiler de kendi çağlarında aynen Erdoğan gibi davranacak. Tarihî eser restorasyonları gibi tarihî kişi ve olaylar da “temize çekilecek.” Abdülhamid de, Adnan Menderes de güncellenecek, Erdoğanlaşacak.
Galip Batının hubris’i (ve sonuçları)
Irak örneğinde, kasıtlı bir rejim değişikliği müdahalesine Birleşmiş Milletler seyirci kaldı. Buna karşılık bir dizi “Batı ötekisi,” kendini kollektif güvenlikten yoksun hissedip, Saddam benzeri bir kadere maruz bırakılma ihtimaline karşı savunmaya çekildi. Post-komünist milliyetçiliğin yeni ve tamamen pragmatik bir dalgası yükseldi. Bir dizi Asya-Afrika lideri, içe kapanıp evrensel hukuk normlarını hiçe sayabilmek için kalkan niyetine iyice ucuzlamış bir anti-emperyalizm retoriğine sarıldı.
Küçük ve büyük birimler
Peki, insanlık tarihinde zaman zaman zuhur eden bu imparatorluklar, görece kısa veya uzun yaşamları süresince ne yapıyorlar da bu kadar geniş toprakları ve değişik kavimleri, insanları ve kültürleri bir arada tutabiliyorlar? Her şey fetih ve askerî üstünlükten mi ibaret? Yoksa başka faktörler de söz konusu mu? Bundan herhangi bir ders çıkarılabilir mi, insanlığın geleceği açısından? Yeni bir literatür bunları araştırıyor.
Formel ve informel imparatorluklar
İmparatorluklar er ya da geç yıkılıyor. W. G. (Garry) Runciman çok iyi açıklıyor bunu. Tam bir “kendi mezar kazıcılarını yaratma” diyalektiği. Emperyalize edilen diyarlar, kavimler, daha aşağı düzeydeki savaş şefleri, han veya krallar… ister istemez öğreniyorlar, dahil edildikleri imparatorluktan. Tecrübe kazanıyor, periferiden başkaldırıyor, gelip merkezi zaptediyor ve kendi imparatorluklarını kuruyor, ya da mevcudun bünyesinde yeni bir hanedan başlatıyorlar.
Demokrasinin 1945-2000 yükselişi
1980-82 arasında Turan Güneş: “Orası [o zamanlar AT, sonra AB] bir briç kulübü ve ona göre kuralları var; sen de illâ ben briç değil prafa oynayacağım diyemezsin.” 1999’da Amartya Kumar Sen: “Demokrasinin evrensel bir sistem olarak kabulü ve ardından, evrensel bir değer olarak da kabul edilmeye başlaması, düşünce alanında büyük bir devrimdir ve yirminci yüzyılın en önemli katkıları arasında sayılmalıdır.”
1918-39 arasında, demokrasinin yükselişi ve çöküşü
Avrupa’da iki savaş arasındaki dönemin önde gelen isimleri ve ünvanları bunlar işte: Krallar, prensler, naipler, mareşaller, amiraller, generaller (paşalar), tek tük albaylar. Horthy (yukarıda sağda), Pilsudski (ortada), Antonescu (solda). İkinci sırada, soldan sağa I. Alexander, II. Karol, II. Alfonso. Şu insanlık nelerden geçmiş; suratlarını böyle yanyana görünce daha iyi anlıyoruz.
Çığlıklar, feryatlar, haykırışlar
Tek tük de olsa kimileri geleceği görüyor sanki: yaklaşan Büyük Savaşı ve sonrasını; 1918-1939 arasında büyük totalitarizmlerin yükselişini; emperyalizmlerin hegemonya mücadelesini. Rilke beni duyacak bir Melek var mı diye soruyor. Yeats “korkunç bir güzelliğin doğuşu”ndan irkiliyor. Geride bıraktığımız asrın büyük orkestra şeflerinden Leonard Bernstein, Gustav Mahler’i de bu bağlama oturtuyor.
Nâzım ve 1945’te dünyanın hali
Türkiye kadar hibrid, yarı-Doğulu yarı-Batılı, Ortadoğu’nun savaş alanlarıyla içiçe, Amerika ile Rusya arasında gidip gelen bir ülke… çoğu yerde güçlü sağ popülizm rüzgârları esiyorsa, hemen bütün ülkeler giderek sağa kayıyorsa ve bölgesel sorunlara kısa-orta vâdede kapsamlı, barışçı çözümler bulunabilecek gibi değilse, nereye kadar düzeltebilir kendini?