Yıldıray Oğur

Şehir, Kırşehir oldu…

66 yıl önce siyasi intikam için koca bir şehir cezalandırılmıştı, şimdi de ülkenin en iyi üniversitelerinden Şehir Üniversitesi cezalandırılıyor. Meclis zabıtları yine yerli yerinde duruyor. Kimin bu kararı nasıl savunduğu, kimlerin karşı çıktığı nesiller boyu okunacak. Şehir’in hikayesi de Kırşehir’inki gibi siyasi tarihimizin ibretlik bir olayı olarak anlatılmaya devam edilecek.

Adaletin sesi neden mi duyulmuyor?

İnfaz yasasında siyasi tutukluların dahil olmamasını eleştirirken ODA TV yazarlarının adını verip Ahmet Altan’ı, Demirtaş’ı, Kavala’yı örnek veremeyenlerin, herkesin terörist diye suçlanmasına itiraz ederken, sevmedikleri bir İslamcı cemaatin liderine terörist diyebilenlerin, attıkları tweetler yüzünden cumhurbaşkanına hakaretten insanların tutuklanmasına karşı çıkarken, Atatürk’e hakaretten stand-upçıların tutuklanmasına destek verenlerin iktidarı eleştirmeye ne kadar hakkı olabilir?

‘Bidon kafalılar’a bir ‘Mukaddime’

İnsan karar veremiyor hangisi daha hazin? Senelerce bidon kafalılar edebiyatının mağduru olduklarını unutup, devletperestlikte kusurları halkta bulma aşamasına gelmeleri mi? İbn Haldun’un konuyla ilgisiz bir sözünü bulup kullanırken bir kişinin bile merak edip kitabı açıp bakmaması mı? Yoksa bunun çaresiz kalmış insanları cehalet, eğitimsizlik ve bilinçsizlikle suçlarken yapılması mı daha hazin?

“Ölsün”

Ama on adet konuşmasının delil olduğu bir iddianameyle terör örgütü üyeliğinden 15 yıl hapis cezası almış, bundan dört yıl öncesine kadar Meclis’in en aktif grup başkanvekilinin adı kürsüde “Hapiste ölsün mü” diye telaffuz edilince iktidar sıralarından yükselen “Ölsün” sesi, bu devrin empatiyi atının terkisine atmış orijinal bir içeriği olarak zabıtlardaki yerini aldı.

Makarnaya boğulmayı beklerken…

Üstelik devletin başlattığı bir yardım kampanyası için, savaş şartlarında çıkarılmış ağır vergileri örnek göstermek yanlış anlaşılmalara da davetiye çıkarabilir. Bugünlerde vatandaşlar devletten daha fazla fedakarlık mesajları değil, kendilerini rahatlatacak, yanlarında olduğunu hissettirecek sözler duymak isterler.

Bunu bize bir virüs yapmış olabilir mi?

Komplo teorilerine inanmayacak kadar rasyonel düşünenlerin bir kısmı ise yine siyasi ve ideolojik meşreplerine göre virüsün bize ve dünyaya bir mesaj verdiğini iddia ediyorlar. Kimi kapitalizmi suçluyor, kimi otoriter rejimleri, kimi tüketim toplumunu, kimi çevresel yıkımı. Irklar, milletler, dinler, medeniyetler, kültürler, devletler bir virüs karşısında eşit durumda. Hiçbirinin diğerinden bir farkı, fazlalığı yok. Çaresizlikte eşitlenmiş durumdalar.

Asla affedilemeyenler….

Yine bir darbe sonrası hapishaneler tıklım tıklım dolu. Üstelik bu kez affın gerekçesi bütün dünyada yayılan bir salgından cezaevlerindeki insanları korumak. Ama virüs siyasi tutuklu/hükümlü, adli tutuklu/hükümlü ayrımı yapmazken, infaz düzenlemesi yapıyor. Çünkü elli yıl sonra yine herhangi bir şiddet eylemine katılmamış, fikirleri, tercihleri yüzünden hapiste olan on binlerce siyasi tutuklu, adli tutuklulardan daha tehlikeli görülüyor.

Biz bize nasıl yeterdik?

Hükümetlerin birinci görevi de başka hiçbir etki altına kalmadan hayatlarını sürdürebilmeleri ve işlerini özgürce yapabilmeleri için onlara bağlanmış maaşlarından feragat etmek değil, bu vergileri iyi yönetmek, yüzyılda bir ya da iki kez yaşanacak böyle kriz günlerinde devreye sokulacak kaynakları har vurup harman savurmamak.

Şimdilik bulunmuş tek çaresi: Şeffaflık

“Gerçekler güçlendirir. Gerçekler cesaret kırıcı olsalar bile, gerçeği bilmemek daha kötüdür. Sadece seçilmiş gerçekleri değil, bütün gerçekleri New Yorklulara vermeye devam edeceğime söz veriyorum.” New York valisinin ülkedeki durumu bütün çıplaklığıyla anlatması ülkeyi üç beş bin solunum cihazına, hastane yatağına muhtaçmış gibi göstermesi Amerikalı cumhuriyetçilerin pek hoşuna gitmiyor.

Türkiye’nin ‘hasta sıfır’ı kim?

Türkiye’de koronavirüs nedeniyle 12 köy ve beldenin hali hazırda karantinada olduğunu bile önceki gün İçişleri Bakanı televizyondan açıklayınca öğrendik. Karantina altına alındığı açıklanan Rize’nin ulaşımı en zor beldesi Kendirli ve çevresindeki köylere virüsün, koah hastası olan bir bakkalın Rize’de hastaneden virüs kapmasıyla yayıldığı düşünülüyor.

Nasıl oldu da bu kadar yayılabildi?

 Dün öğleden sonra bu yazı için oturduğumda, John Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin interaktif haritasına göre dünyada koronavirüs kapmış insan sayısı 392.780, bu virüsten hayatını...

‘Evde kal’ tamam da nasıl?

Sahiden de evde kalacak lüksü olmayanları, evde kalanların evde kalmaya devam edebilmesi için evde kalmaması gerekenleri kastediyorum. İki ay kapattık deyip evinde oturma lüksü, bütçesi olmayan, ay sonunda ödenmesi gereken kirası, çekleri, kredisi olan küçük ve orta düzeyli iş sahiplerini...

Peki şifasını kim bulacak?

Neyse ki bu komplocular, salgının faturasını kapitalizme çıkaranlar, çareyi ‘sosyalist Küba’dan bekleyenler, bütün dünyayı ayrım yapmadan kasıp kavuran bir salgında hala kendi milletinin üstünlüğünü görenler, bir vesile bulup Batı medeniyetinin çöküşünü kutlayanlar, hastalığı artan ahlaksızlıklarla açıklayanlar konuşup dururken dünyada sahiden gayretli bilim insanları var ve milyonlarca insanın hayatını kurtaracak aşıyı geliştirmek için çalışıyorlar.

Güney Kore modeli: Test, test, test….

Vaka sayısının az olması sevindirici ama varsa virüs taşıyanların tespit edilebilmesi salgınla mücadele edebilmenin tek yolu. Bunun için test yapılan insan sayısının artırılması gerekiyor. 81 milyonluk ülke için bu test sayısının üç bin civarında olmasının sebebi Türkiye’de de sadece hastalık belirtilerini gösterenlere bu testin uygulanması.

Bir virüs dünyayı nasıl değiştirir?

Koronavirüsten de geriye sadece ölümler, karantinalar kalmayacak. 90’lardan itibaren artan küreselleşme, iç içe geçme dalgasını bitirebilecek, ülkeleri içine kapatacak, sağlık için toplumun da onayıyla hakları ve özgürlükleri geri plana atabilecek, güvenlik endişelerini yükseltecek, daha organize ve güçlü devlet talebini artıracak, hasta-tehlikeli insan statüsüyle insana bakışı değiştirebilecek, şeffaflığa olan ihtiyacı artıracak, ulusal çıkar, devlet sırrı gibi kavramların altını oyacak bir virüsle karşı karşıyayız.

Her derde DEVA olmasa da…

DEVA Partisi için önemli bir kriter de yeni bir parti olarak ortaya çıkmak, eski AK Partililerin partisi olarak görünmemekti başından beri. Bunun da listeye yansıdığı söylenebilir.

Şehitler Tepesi’nin hikayesi…

Bu 10 gün içinde hem iktidar hem de muhalefet yeisle zafer, savaşla barış arasında hızlı gelgitler yaşadı. Ama dün itibarıyla bakıldığında ülkenin gündeminde Kadınlar Günü, koronavirüs, tutuklanan gazeteciler vardı, sanki böyle bir on gün hiç yaşanmamış gibiydi. Bu hafta ne olacağı Allah kerim.

Eski bir belgesel, bayat bir film…

Haberin internet sitesinden kaldırılması istenebilir, soruşturma açılacaksa bile sabaha karşı ev basmadan, tutuklamadan yapılabilirdi. Haberlerin yapılış amacına bakmadan, kanunun bu kadar sert uygulanması, acaba bu tutuklama kararlarının arkasında özellikle iktidar çevresinde ve yargı içinde örgütlenmiş bir klikle ilgili bu gazetecilerin uzun süredir yazdıklarından duyulan rahatsızlık mı var sorusunu akla getirdi.

Suriyeliler sınıra neden koşmadı?

Hala askerleri şehit eden Suriyelilerle, Türkiye’deki Suriyelileri karıştırıp, şehit cenazelerinden sonra Suriyeli sığınmacıların dükkanlarına saldıran linççi kalabalıklar var. O yüzde bu topluma yavaş yavaş bunu anlatmak gerekiyor. Suriyelilerin yüzde 80’i yakın vadede ülkelerine dönmeyi düşünmüyor. Pek çoğu Türkiye’de kendilerine bir hayat kurdu, işleri var, çocukları okula gidiyor.

Yine yol göründü Moskova’ya

Hava desteği olmadan askerlerimizi Rusya’nın insafına bırakan geçici çözümlerin, sorunları erteleyen yeni Soçi, Moskova mutabakatlarının yine benzer ağır bedelleri ödetmesi hala çok mümkün. Bundan sonra kimse Rusya’nın beş yıldır arkasında durmak için büyük bedel ödediği, Ortadoğu’daki ‘başarı’ hikayesi olan Esad’ı korumaktan Türkiye için vazgeçeceğini beklememeli.

Hatay Valisi istifa edecek mi?

İdlib’de tutulamayacak büyük vaadlerde bulunmak, diğer Batılı müttefikleri devre dışı bırakıp sahada büyük bir devletle baş başa kalmak, Suriye’de savaşın bittiğini kabul edememek gibi büyük hesap hataları var. Ama bu hesap hataları için kimse hesap vermek istemiyor. O yüzden bütün dünyanın gözü önünde olan bitenleri, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından gizlemek için sosyal medya yasaklarına başvuruluyor. Halka hesap vermeyi bırakın, bilgi vermek bile istenmiyor.

Türkiye’den bir Fouché hikayesi…

“Joseph Fouché nereye oturacak acaba? Radikallerin yanına, tepeye mi, ılımların yanına düzlüğe mi? Joseph Fouché uzun süre duraklamıyor. O ömrü boyunca yalnızca tek bir yana...

Kavala o kuyuya nasıl atıldı?

Herhalde Osman Kavala’nın bu komploların hedefinde olmasının esas sebebi siyasi kimliği ya da yaptıklarından çok Türkiye’de pek benzeri olmayan kentli, eğitimli, dünyayla ilişkileri olan, muhalif, aktivist işadamı profili. İktidarı muhalefeti, sağı solu bu alışılmadık tuhaf profili, bütün komplolara yakıştırıyor.

Bugünkü yazımızın konusu ‘sevgili dostlar’!

Eşinin başörtüsü yüzünden Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı yayınlanmış bir e-muhtırayı, darbeyi hararetle savunmaktan, Gül’ü parlamenter demokrasiye dönülmeli sözleri yüzünden darbecilikle suçlamaya kadar varmak... Bunu yaparken de bir sürü yalanı, komplo teorisini peş peşe ekleyip, insanları korkutacak bir darbe fasaryasına bağlamak... Normal bir akla ve ahlaka sahip insanları bıktıracak bir fikri ve ahlaki düzeyle karşı karşıyayız. Bu kadar iyi yetişmiş insanları, imkanları olan bir ülkenin birikimi, kendisinden başka derdi olmayan böyle insanlara emanet.

Siyasi ayağı kim olmazdı ki?

Bugünkü iktidara “yanlış yapıyorsun” diyemeyenler, itiraz edemeyenler, resepsiyonlarda, davetlerde görünmek için yarışanların çok önemli bir kısmı, darbeciler başarılı olsa onların iktidarına yanlış yapıyorsunuz diyemeyecekler, itiraz edemeyecekler, onların resepsiyonlarına katılmak, uçaklarına binmek için fırsat kollayacaklardı.

Hukukla iltisak ve irtibatı koparınca…

Herkesin tepesinde bir FETÖ kılıcının sallandığı, kolluk güçlerinin yozlaştığı böyle bir güvensiz ortamda, iktidarlara da boyunu posunu beğenmediği için sivil toplumcuları, siyasetçileri, gazetecileri ağırlaştırılmış müebbetle yargılama fırsatı doğar.

O geceki ‘parazit’ nasıl ortaya çıktı?

Kendi ülkesinde sistem karşıtı, solcu, anti-Amerikancı diye kara listelere alınan Bong Joon-Ho, dünya film endüstrisinin en önemli ödüllerini tek tek topladı. Önce Cannes’da Altın Palmiye’yi, ardından 92 yıl sonra bir ilki gerçekleştirerek, en iyi film dalında Amerikan kültür dünyasının en büyük ödülü Oscar’ı Korece bir filmle aldı. Muhafazalar-sağcı cumhurbaşkanlarının desteklediği hamasi, milliyetçi filmlerinin yapamayacağı kadar Kore milletinin gururunu okşadı.

Yavrusuna bunu yapan…

Bunlar, 1950’lerde taksim fikrinden vazgeçildikten sonra zaten uzun yıllardır Türkiye’nin de tezi değil miydi? 1974 harekatı sonrası bu yüzden adanın yarısı Türkiye’ye bağlanmamış, 1983’de KKTC ilan edilip, başka ülkelerin tanıması için uğraşılmamış mıydı? AK Parti bu ilhakçı siyasete karşı 2000’lerin başında darbe tehditlerine rağmen Kıbrıs’ta çözümü desteklemekle övünmedi mi?

Hangi cezaları indirmek adaleti yükseltir?

Birinde evlerinden roketatar, bomba, tüfek, tabanca, fişek, gece görüş dürbünü çıkan yeraltı dünyası iki ünlü grubunun mensupları olan sanıklar hakkında “şüpheden uzak, kesin ve somut delil elde edilemediği” için örgüt suçlamasından beraat isteniyor, diğerinde ise işadamı, oyuncu, çocuklar için çalışan bir vakıf yöneticisi, mimar, yönetmen, avukat, akademisyenlerden oluşan sanıklardan, aralarında olmayan irtibatlarla bir örgüt kuruluyor, ellerinde delil olarak tek bir çakıl taşı bile yokken hükümeti devirmeye teşebbüs ettikleri iddia ediliyor, faraziler üzerine yurtdışından lojistik ve finansal destek aldıkları söyleniyor ve bu yüzden haklarında 20 yıldan ağırlaştırılmış müebbete kadar hapis cezaları isteniyor.

Putin’i danışmanları mı yanlış yönlendirdi?

Çocuksu bir Batı-karşıtlığı güdüsüyle, Türkiye’nin dış politikada kurduğu altın dengenin bozulmasına destek olanlar, Rusya’nın kriz anlarında ne kadar “pisleşebildiğini”, böyle bir Rusya ve Putin’le Türkiye’yi Suriye gibi bir yerde baş başa bırakmanın ağır maliyetlerini herhalde görmüşlerdir. Suriye meselesi, en başından itibaren Türkiye’nin ideolojik önyargılarla dış politika yürütme gibi bir lüksü olmadığını pek çok acı tecrübeyle hem iktidara hem de muhalefete göstermiş olmalı.