Haziran 1976 tarihli aylık sendika yayınına göre o tarihte DİSK’in “sayısal gücü” 550 bini buluyormuş. Sayısal güç ifadesi biraz muğlak görünse de, dönemin nüfusu da dikkate alındığında oldukça yüksek bir değer olduğunu söyleyebiliriz. 1979’da çıkan başka bir yayına göre bu sefer “üye sayısı” 600.000’e yakın ifade edilmiş. O dönem için muazzam bir büyüklük…
Bugün Wikipedia, Anadolu Ajansı, Doğruluk Payı gibi çeşitli kaynaklarda DİSK üye sayısı 200-250.000 arasında gösteriliyor. Kuşkusuz darbe sonrası 1980-90 arasında yaşanan fetret devrini sendikanın hanesine yazmamak gerekir, bununla birlikte, 1992’den beri geçen sürede, nüfus neredeyse üçe katlanmışken 1979’un temposundan uzak kalınması düşündürücüdür.
Aynı durum KESK ya da başka sendikalar açısından da değerlendirilebilir.
Sendikal hareketin – özellikle muhalif kanadında – yaşanan gerileme sadece bu örgütlerin etkinliği açısından açıklanamaz. Tarihsel koşullar 70’lerle aynı değil; sol devrimci anlayış bastırılmış, parçalanmış ve dağılmış durumda.
Dahası, işçi sınıfının örgütlenme biçimlerinde – geçmişin devrimci anlayışıyla kabullenmek mümkün olmasa da – çeşitlilik olduğu gözden kaçan “büyük” bir ayrıntı. Örneğin bugün tarikatlar da işçi sınıfı örgütlenmeleri olarak okunabilir; dolaylı yoldan dayanışma ağı yaratan, mensuplarına iş, meslek, hattâ memuriyet kazandıran, siyaset ve sermaye üstünde baskı kurabilen, kısacası sendikalardan işçi sınıfı çıkarı adına beklenebilecek fonksiyonları gerçekleştiren yapılar bunlar… Elbette bu yapıların mülkiyet ilişkilerini tasfiye etme gibi bir hedefi yok; hatta bu ilişkileri perçinlemeye, geliştirmeye ve kontrol altına almaya öncelik veriyorlar. Bununla birlikte, başka koşullarda “devrimci” olarak nitelenen sendikaların payına düşebilecek ilişki ağlarında rol kapıyorlar.
* * *
Bu yıl 1 Mayıs, “devrimci sol” diye ayrıştırabileceğimiz çevrelerde tepkilere ve hayal kırıklığına neden oldu. DİSK, KESK ve CHP’nin Taksim’e yürüyüş kararından caymasıyla, toplanan kalabalıktan geriye “devrimci sol” partilerden oluşan bir kesim kaldı. Bu karar, 1 Mayıs’ta daha radikal bir direniş bekleyen çevrelerde ciddi biçimde eleştirildi.
Geri çekilme kararına uymayanlar, kalkanlarıyla kemerin önünde bekleyen polise hücum ederek sosyal medyada çoğu insanın yadırgadığı bir fotoğraf verdi. Kabul edelim, insanımız polis ve askeri seviyor. Haliyle protestocuları – kendi çevreleri dışında – kimse bağrına basmadı. Devlet otoritesi, bu ülke insanının – bazen söylense de – vazgeçemediği bir şey. Askeri darbelere ve geçmişteki işkence karnesine rağmen neden böyle olduğunu açıklamak bu yazının kapsamını aşar, ama bu toplumsal duygunun temelsiz olmadığını not edelim.
Pekiyi 1 Mayıs’tan ne bekleniyordu? Devrimci sol perspektifinden bakınca, “zaferle” sonuçlanacak bir çeşit meydan savaşının umulduğunu görmek zor değil. Sendikaların ve CHP’nin kararına uymayan partiler ya da birlikler, muhtemelen kendilerinin öncü olacağı büyük bir çatışma hayal ediyordu. DİSK, CHP’leşmekle suçlandı. Sosyal medyada suçlamalar, DİSK’in 1980’de öldürülen başkanı Kemal Türkler’den beri işbirlikçi bir yapı olduğunu söylemeye kadar vardı.
Solun radikal parçaları uzun süredir ilerici olmaktan uzak… Hattâ uzun yıllardır bu küçük partilerin, ülkenin sorunlarıyla ilgili herhangi bir öneri getirmekten öte, gündelik gelişmelere – bazen orantısız olmasına bile bakmadan – şiddetli reaksiyonlar üretmek dışında bir çabasını görmüyoruz. En temel sorun da şu: İşçi sınıfının çıkarını savunmaktan çok, işçi sınıfına bir siyasi amaç adına ne şekilde öncülük edebileceklerine kafa yoruyorlar. Gerçi Lenin’den beri öncü kadroların liderliğinde bir işçi sınıfı devrimi tasavvuru olduğunu biliyoruz; hattâ Lenin için sendikalar, işçi sınıfının çıkarlarını koruyup geliştirmekten çok, devrimci mücadele için bilinçlenmelerine hizmet eden kurumlar olarak değerliydi.
Dolayısıyla 1 Mayıs için meydana çıkmış işçileri, polisle ya da devlet aygıtının başka unsurlarıyla her türlü mücadeleye hazır bir kitle olarak gördüklerini söyleyebilir miyiz? Toplam oy oranı %1’i bulmayan siyasi hareketlerin hedefleri için, on binlerce insan sonuçları belirsiz bir çatışmaya sürüklenmeli miydi? Açıkçası bu yönden bakınca DİSK, KESK ve CHP’nin tutumlarını son derece makul buluyorum.
Her yıl “Taksim” geriliminin yaşanması da demokrasimiz için yıpratıcı bir hal almaya başladı. 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için bir zemin bulunabilir, bulunmalıdır.
Sendikaların ve sol muhalefetin yükselişi de, bana kalırsa, işçi sınıfının çıkarlarını doğru anlayıp buna yanıt veren politikalar geliştirmekte olmalı. Aksi takdirde bu rolü yukarıda örneklediğim gibi başka yapılar ele alıyor. “Devrimci mücadele için bilinçlenmek” ya da öncülük edecek kadrolar için askerleşmek, işçi sınıfı için artık ne kadar cazip olabilir?