Geçen pazar Eymir Gölü dâhil bir dönem “ODTÜ arazileri”negiremeyen “Cola” ile ortaokulda bizzat tanık olduğumuz “tüketim boykotu”na değinmiştim. Hemen ardından okullarda anlı şanlı “TÖS Boykotu” geliyor. Onu da Ankara Cumhuriyet Lisesi’nde yaşıyoruz.
Tesadüf yahut memleket bu ya… Bu hafta yazımı yazarken Emek Mahallesi’ndeki Ankara Cumhuriyet (Fen) Lisesi’nde yine boykot olduğu haberi çıkıyor karşıma. 56 yıl sonra lise öğrencileri iktidarın “Proje” okulları uygulamasıyla öğretmenlerinin sürülmesini protesto ediyorlar: “Öğretmenlerime dokunma!”
TÖS Boykotu’nda orta sondayız. Boykot olsun olmasın, bir yolla derse girmemenin “can” olduğu günler… Öğretmenlerin hükümeti yürüyüş ve mitingle de protesto ettikleri o boykotun bize temâsı daha farklı.
Önceki yazımda vurguladığım gibi “Cola boykotu” bizim için biraz can sıkıcı. Doğrudan ağzımızın tadını kaçırıyor. Gerçi göz önünde olmadığımızda “Cola boykotu”ndan kaytarmak mümkün. O hâliyle gâvura (Amerika’ya) kızıp -arada- “oruç” bozmak caiz gibi. Lâkin ikincisi ayan beyan “boykot kırıcılığı”.
Boykot, yürüyüş, miting
Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ve İLK-SEN öncülüğündeki eylemde derslere girmemenin ötesinde nedenini, derdini hep birlikte yürüyerek, alanlarda toplanarak bangır bangır duyurmak da var. Tam tekmil…
“Okulu asma”ya ortaokuldan antrenmanlı, yatkın olmamızın da etkisiyle coşku, heves eşliğinde hitap ediyor gönlümüze. Otoriteye -üstelik bu kez büyüklerle, hocalarla birlikte- karşı olmanın dayanılmaz cazibesi de ayrı.
O boykota 14 yaşında Ankara’da tanık olduğum, “boykot hakkı”nı ta o zamanlardan anabildiğim, bugün yazımda anlatabildiğim için şanslı da hissediyorum kendimi. O günü 14 Mart 2007’de Hürriyet Ankara Gazetesi’nde yayınlanan “Orduevi Sineması, Bond ve Dev-Lis” yazımda da anmıştım.Parmaklarımın klavyeye piyanist hevesiyle değdiği yazılardan…
Okulda olağanüstü bir hâl
Çocukluktan arkadaşlarım Sedat (İnce) ve Reha (Mağden) ile evlerimizin dibindeki Cumhuriyet Lisesi’ne geldiğimizde olağanüstü bir hâl fark ediyoruz. 12 Mart darbesine daha 15 ay var. Sıkıyönetimin “medeni -kanunlardaki- hâli” OHAL de “icat” edilmediği, üçüncü darbeye, 1983’lere kaldığı için tedirginlikle değil merakla yaklaşıyoruz kapıdaki kalabalığa… Öğretmenlerin (ki lisede hocalarımız olacaklar) “Boykot var!” nidaları geliyor kulağımıza.
Başta Cebir-Geometri hocası -sımsıkı Atatürkçü- İsmail Evyapan (Dümbüllü derdik kısaca, öyle de severdik) öğretmenlerimiz demokratik hakları için derslere girmiyorlarmış. Okullardan yürüyüp (eski) Tandoğan Meydanı’ndaki mitingde buluşacaklarmış.
“Amerikan Sargısı”nı çözeceğiz
O türüne ilk kez -bizzat- tanık oluyorduk herhalde… Boykot çağrısını seslendiren hocalarımız sayıca çok oldukları ve o gün katılan-katılmayan listesine ayrı bir dikkat göstermediğimiz için isimlerini tek tek anamıyorum pek. Sonradan Kimyahocalarımız Halas Onbulak, Ender Atlı, Edebiyat hocamız Muzaffer Gürses’in 12 Mart darbesinin hışmına uğradığınıhatırlıyorum.
Edebiyat derslerinde müfredatın dışına Nâzım’ın “mâkul” şiirlerinden dizelerle de çıkan Muzaffer Hoca’yla ilgili unutamadığım bir hatıramı da aktarmalıyım. O yaşlardaokumaya başladığımız romanlardan -TÖS başkanlığı da yapan- Fakir Baykurt’un “Amerikan Sargısı”yla geliyorum bir gün okula.
O günlerin “elden ele kitaplığı” polisiyeden klasiklere, Varlık Yayınları’ndan “sosyal içerikli”lere zengin. Kızılay, başta Zafer Pasajı (sonradan adı “Çarşı” olacak) hemen her pasajın altında, hatta bazı sinemaların girişinde okunmuş kitap dükkânları, sergileriyle dolu.
Hocamız dersten çıkarken o romanı elimde görünce “Çözebilecek miyiz bu sargıyı?” diyor aniden. Beni de katıyor mücadelenin içine! Büyük onur… Anında yanıtlıyorum: “Çözeceğiz hocam!”
“Kırıcılık” ayıp o zamanlar
“Boykot kırıcılar”ının başında ise lise müdürü, yanında üç-dört devletlû “idari” meslektaşı… Boykotçular “Bağımsız Türkiye” sloganları da atsalar başta “Milliyetçi Öğretmenler Konfederasyonu”, hükümet yanlıları boykota karşı tabii. O devletlû cenahtaki “Milliyetçilik” ve “Bağımsızlık” ayarı, hissiyatı farklı.
Velâkin bugünkü gibi “Bakın biz boykot kırıcıyız” diye dükkân dükkân dolaşıp, kuyruğa girmek filan bir yana, grev olsun-boykot olsun “kırıcılık” ayıp o zamanlar. Asker-polisin yanında sevk edilen -üstüne vazife- “kıtalar” yapıyor onu. (¹)
Lisedeki “Güvenlik Kolu”
Başrolde boykotçulara tehditler yağdıran Ankara Cumhuriyet Lisesi Müdür Yardımcısı Hüseyin Alpar özellikle aklımda. Aynı zamanda sonraki lise yıllarımızda belki de başka yerde örneği olmayan “Güvenlik Kolu”nun kurucusu.
Aklınıza okullardaki sağlıktı, çevreydi öyle “çalışkan çocuk” kolları gelmesin. Gerçi onlar da “hevesli” ama başka sahada… Alpar aralarında boksör, tekvandocuların da olduğu iri kıyım, yaşça büyük öğrencilerden derlediği ve okulda resmi “Güvenlik Kolu” pazubantıyla dolaşan “sivil inzibat”ıkurallara uymayanların, filizlenen “solcu öğrenciler”in üzerine salıyor. Hepsi Alpar’ın “bizim çocuklar”ı…
“Afacan”lar güvenliğe karşı
Reha Mağden de onu 51 yaşında hayattan alan hastalığıyla boğuşurken bitirdiği “kalem ele küsmeden” kitabındaki “Yaprak dökümü efekti…” yazısında ayrıntılarıyla anlatmıştı ohocayı, o “mesele”yi: “Okulda komünist de istemiyordu, sivil faşist de. ‘Devlet faşisti’ istiyordu. (…) Hatta kendini başkomiser olarak hayal ederken, ben de öyle hayal ediyordum, bizim Yaşar da…”
Ama yürütemiyor o zapturaptı. Mağden’in deyimiyle iki “afacan” hemen plan yapıyor, o “terör”ü -Güvenlik Kolu’naorganize dövülerek- teşhir ediyor. Zira o “çete” resmen “görevli”; “toplanıp biz onları yensek ‘gayrimeşru’ duruma düşen isyankârlar” olarak okuldan atılacağız. Ama velilerimiz, büyükler işin içine girince o “sivil inzibat” kısa süre sonralağvediliyor.
“Kahrolsun Faşizm” Caddesi
Alpar’ın öğretmenlerin ardından öğrencilere de yönelen “Derse girmeyen disipline gider!” tehditlerine rağmen bazı öğrenciler de destekliyor hocalarının boykotunu, onlarla birlikte yapılacak yürüyüşün safına katılıyor.
Bahçelievler (eski) Dördüncü Cadde’den aşağı yürüyüşe geçiyoruz. Kalabalığa devrimci abilerle birlikte birkaç “Dev-Lis”li (Devrimci Liseliler) ekleniyor bir süre sonra. Ardından karakol ve toplum polisleri görünüyor. Kisveleri hâlâ Yeşilçam ama gerçek hayatta çok sertler.
Arka sıralara cop, tekme-yumruk (biber gazı, plastik mermi yok henüz) “müdahale” başlayınca Beşevler’e giden sokaklara dağılıyor kalabalık. “Bağımsız Türkiye” sloganları, “Kahrolsun Faşizm”e yükseliyor. (Emek Dördüncü Caddezaten 12 Eylül 1980 darbesine kadar Bahçelievler’deki -MHP’nin (eski) Üçüncü Cadde’deki Genel Merkezi’nin, kahvelerin ve yurtların gücüyle- “Ülkücü” üslerin pek aşamadığı sınır olacak.)
Bayrakla “Yürüyelim arkadaşlar”
Biz de (eski) 35. Sokak’a giren grubun peşine takılıyoruz. (Bahçelivler-Emek’teki bütün sokakların hepsinin adını, numarasını tüm tepkilere, hatta yasalara rağmen darbeyle Melih Gökçek -iskambil destesi karıştırır gibi- değiştiriyor koltuğuna oturunca. O sayede hâlâ tabelalara, adreslere “eski” ekliyoruz mecburen.)
Polisler ana caddedeki grubu kovalarken, ara sokaklarda “Dağ Başını Duman Almış”la yürüyüşe devam. Yürüyüşe en uygun şarkı marşı… Pencerelerden, balkonlardan yükselen alkışlara, tezahüratlara atılan boy boy bayraklar ekleniyor kısa süre sonra. Yürüyüş onlarla da donanıyor. O yürüyüşten bir pankartı arşivlerde görünce hatırlıyorum: “Grevsiz görev olmaz”.
Bi bakıp çıkacaktık zaten…
Yürüyüş kolları önce Beşevler Fen Fakültesi’nde amfide toplanıyor. Kürsüdeki bir öğretmenin konuşması, masanın üstüne çıkan üniversiteli bir gencin sesiyle kesiliyor aniden: “Polisler geliyor, liseli kardeşlerimiz amfiyi boşaltsın, şu an sizi koruyamayız burada.” Demek gerekirse bizi koruyacak abiler! Denk geldikçe okşadıkları başımızın yanında, gururumuz okşanıyor.
Sedat, Reha, ben bi bakıp çıkacaktık zaten. Planımızı en baştan yapmışız: Beşevler’e yürüyüp sonra mitingin yapılacağı Tandoğan’daki Astsubay Orduevi Sineması’na… Öyle de yapıyoruz; Sean Connery’li bir James Bond filmi oynuyor. Hepsini bayılarak seyrettiğimiz için hangisi olduğunu hatırlamıyorum.
32 kısım tekmili birden
Nihayetinde okulu asmışız, mutluyuz. Öğretmenlerle birlikte boykot-devrimci eylem-Devrimci Liseliler-Bağımsız Türkiye-Yürüyelim arkadaşlar-Kahrolsun Faşizm (ve Emperyalizm)-Orduevi Sineması-“öldürme lisanslı” kahraman İngiliz ajanı007 sığmış iki-üç saatimizin içine. Bayrak -bile- açmışız.
Bizim -kurtarılmış- mahallede “devrimci olmak” için neden ve seçenek çok, hikâyesi uzun ama konuyla doğrudan ilgili bir anımızı daha paylaşmalıyım. O “macera”dan kısa süre sonra yine aynı ekip o hevesle Dev-Lis’in Hacettepe Üniversitesi’ndeki bir toplantısına gidiyoruz. Kuytu bir sınıftaki “seminer” biraz illegal havalı.
“Seminer”de hayal kırıklığı
Ama umduğumuz gibi değil. Öncelikle devrimci abiler yok. Bizden bir iki yaş büyük çocuklar var sadece. Hayatı yaşıtlarımızdan öğrenmeyi tercih etsek de, bu mevzu farklı. Birisi elindeki kitapçığı satır satır okuyor, herkes sessizce dinliyor. Ders gibi! Canımız sıkılıyor tabii.
Katmerlenen hayal kırıklığımız akşama kadar birlikte tüttüreceğimiz -yeni açılmış- Birinci Sigarası orada, elden ele bir anda bitince daha tatsızlaşıyor. Çıkınca Sedat söyleniyor bayağı, başka paramız yok.
Çocuğuz, gündemimiz doğrudan “hayâtî” ve arkadaşlarla birlikte daha kolay, ortak kırılıyoruz. Ama abilere itibarımız örselenmiyor. Hem onlar gazoz ısmarlamış, nevalelerini bölüşmüşlerdi Eymir Gölü’nde.
O “seçim”in gideceği yer
Sonradan öğreniyoruz ki… Adı “devrimci” olunca, hedefi iktidara, hükümete değince bölünebilse de boykot herkesi birleştirebilen bir eylem türü. Haklı, somut, kitleleri “bölücü değil birleştirici” boykotlar elbette. Mağden’in aynı yazısında “Bir ağabeyim, bana gazetecilik yaparken şu öğüdü verdi: Halkın canının acıdığı yeri gösterin…” cümlesinde vurguladığı türden belki.
O nedenle tüketici boykotunu (da) kırıcılarla bölmeye çalışıyorlar. Bir hak olduğunu kabullenemiyorlar. Halkı yanına çekince demokratik mücadelede de onun potansiyel gücü “saha”ya çıkıyor. Sadece “dükkân”da değil her mânâda, ekranda, kürsüde, “sistem”inde “Sattığını almam!”agidebilecek bir süreç. “Sana paramı vermem”le yapılan o “seçim”, “Oyumu da vermem”e bile ulaşılabilir elbet. Korkutucu…
“Sayılmayız parmak ile”
Zira tek başına, kendi iraden, inisiyatifin, hissettiğin gücünle, her an, her yerde yapabiliyorsun. Evinde bile… Evdeki hesabın çarşıya uyduğu nadir durumlardan mı desem…
O yüzden parayı sen versen de düdüğünü çaldırmıyorlar. 1+0demokrasiyi bile zorlayıp “çıban başı” seçilenleri ibret için gözaltına, “adli takip”e almak, yurtdışı yasağı koymak bile var önlemler, örnekler arasında. Ama boykot yaygınsa önlemek de kolay değil. Hani “Sayılmayız parmak ile /Tükenmeyiz kırmak ile” der ya o eski türküde. İşte öyle bir şey…
Barışçıl protesto, boykot hakkı demokrasinin kırmızı çizgisi…Muhtemelen anlattığım o dönemin gönlümdeki izleri, çağrışımıyla, “kızıl çizgisi” demek de geçiyor içimden. Belki Murat Belge’nin bir yazısının finalini getiren benzer birduyguyla:
“Eski sorunlara çözüm bulmadan ‘yeni’ bir dünyanın şarkısını bestelemek ya da söylemek mümkün değil. Enternasyonal’in (o dönemin Türkçe’ye de uyarlanan ünlü devrimci marşının) güftesini değilse de bestesini akılda tutmak ve ara sıra mırıldanmakta yarar var.” (²)
CUMHURİYET LİSESİ’NDE İLK ÖĞRENCİ BOYKOTU
TÖS Boykotu’ndan yedi yıl sonra, 1976’da AnkaraCumhuriyet Lisesi ilk liseli öğrenci boykotuna da sahne oluyor. Biz artık mezun olmuşuz. Lisenin bahçesinde “Ülkücüler”in açtığı ateşle bir öğrenci boynundan yaralanıyor. Yine çocukluktan arkadaşım Gürbüz Özaltınlı öncülüğünde lisede bir günlük öğrenci boykotu düzenleniyor bu kez.
Bahçede konuşma yaparken okul müdürü engellemeye çalışınca “Adamın görevi okulu, öğrencileri korumak ama konuşanı susturuyor” deyince müdür odasına çıkıyorlar. O görüşmeye o sırada okula gelen “eğitimli” bir komiser de katılıyor. Tam meseleyi konuşurlarken dışarıda yine silah sesleri duyuluyor!
Aynı ekip yine ateş açıyor. Öğrencileri toplayıp okulun spor salonuna sığınıyorlar. Müdürün, komiserin de tanık olduğu bu durum bir yandan saldırıların pervasızlığını kanıtlarken, bir yandan da Özaltın’ın taleplerinin haklılığı perçinleniyor. Yine Dördüncü Cadde’de yürüyüş yaparak okulu terk ediyorlar.

(¹) “TÖS Boykotu” ile aynı yıl, 16 Şubat 1969’da “Kanlı Pazar”la sarsılıyor ülke. “6. Filo”yu protesto sürecinde Taksim’de kaynaklarda “Emperyalizme Karşı İşçi/Mustafa Kemal Yürüyüşü” olarak da anılan izinli gösteriye polisle el ele örgütlü “kıta”ların saldırısı… Din havanında dövülen “sağcı-milliyetçi-faşist” dernekler, gruplar, gazetelerle, toplantılarla, cihat çağrılarıyla o mitinge günler öncesinden hazırlanıyor.
Ertesi gün Milliyet’in manşetinde “camilerde namaz kıldıktan sonra sağcıların solculara sopa, tabanca, bıçak ve demir çubuklarla saldırdığı, iki kişinin (Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan) öldüğü” yayınlanıyor. 14’ü ağır, 200’ü aşkın gösterici de yaralı. Hürriyet Gazetesi’nde manşetten yayınlanan Ali Turgut Aytaç’ın bıçaklanarak öldürüldüğü anı, onu kınından çıkmış copuyla seyreden Toplum Polisi’ni gösteren yukarıdaki fotoğraf ise tarihî bir simge oluyor.
(²) Murat Belge’nin beş yıl önce başka bir yazımda da değindiğim o cümlesini hangi vesileyle yazdığını vurgulamam gerekir diye düşünüyorum: “Popülist politikalar ve politikacılara girmedik. Bir kısmı Soğuk Savaş döneminden, bir kısmı ise onu izleyen ‘Kapitalizmin Zaferi’ döneminden biriktirerek getirdiğimiz bir yığın soruna girmedik. Bence en büyük sorun olan ‘Paylaşma Kültürü’ eksikliğine (ya da ‘yokluğuna’) hiç girmedik. ‘Temsili demokrasinin krizi’dediğim ve bambaşka etkenlerden kaynaklanan sorunlar yumağını da sollayıp geçtik. Bunlar hepsi aslında ‘eski’sorunlar, ama eski sorunlara çözüm bulmadan ‘yeni’ bir dünyanın şarkısını bestelemek ya da söylemek mümkün değil. Onun için, ‘Enternasyonal’in güftesini değilse de bestesini akılda tutmak ve ara sıra mırıldanmakta yarar var, derim.” (Murat Belge, “Korona Çağı”, Birikim, 20 Nisan 2020.)