[29-30 Ağustos 2020] Rusya’da devrim konusunu çok yazdım daha önce. Evet, bir devrim oldu. Lenin’in yüzde yüz devrime angaje “yeni tip parti”si, Ekim 1917’de iki büyük kentte silâhlı ayaklanma yoluyla iktidarı ele geçirmeyi, sonra da birkaç yıllık bir iç savaşla bu iktidarı koruyup pekiştirmeyi başardı. Ve tabii bu zafer genel olarak Marksist, özel olarak Leninist teorinin olabilecek en güçlü kanıtı olarak selâmlandı. Fakat acaba öyle miydi? Kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü ve işçi sınıfı devriminin zorunluluğunu mu haber veriyordu? Yoksa, buna inanmış ve bu inanç etrafında örgütlenmiş bir partinin, tarihî bir fırsat yakaladığında şiddet yoluyla devrim yapabileceğini — başka bir deyişle, ideolojinin maddî bir güç haline dönüşme potansiyelini mi gösteriyordu?
Daha önce de ısrarla savunduğum gibi, ikincisi söz konusuydu. Ve sadece Rusya’da değil, daha sonra Çin, Vietnam ve Küba devrimlerinde de hep aynı şey yaşandı. Sosyalist devrim deyince, aslında sadece bu dördü kendi halkının gücüyle kazanılmış devrimler sayılabilir. Doğu Avrupa’da Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Arnavutluk’ta komünist partileri, Sovyet ordularının ya doğrudan işgali, ya da yakın varlığı ve himayesi sayesinde iktidara gelebildi. Asya’da Dış Moğolistan, Kuzey Kore, Laos ve Kamboçya, kâh Çin kâh Vietnam devrimlerinin türevi oldu. Öte yandan o dört ana devrimde de, işçi sınıfının genel yükselişi değil, Marksist veya (Küba örneğinde) Marksizan bir ideolojinin, çok sıkı, çok sağlam, çok kararlı bir partiyi seferber edebilme kapasitesi somutlandı.
Kapitalizmin ve emperyalizmin toptan çöküşe gittiği, işçi sınıfının ve sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği ise somutlanmadı… çünkü olmadı böyle bir şey. Bir zamanların “Sosyalist Blok”u, saydığım bir avuç ülkeyle sınırlı kaldı. Onların da pek çoğu kalıcı olamadı. Çin, Vietnam, Laos, Küba. Hepsi bu kadar. Buna karşılık yeryüzünün çok geniş alanları, işçi sınıfı devrimi veya sosyalist devrim denebilecek dönüşümler yaşamadı. 1950’ler, 60’lar ve 70’lerin millî kurtuluş savaşları veya anti-emperyalist (anti-Batı) darbeleri de (çoğu zaman) diktatörlüklere açıldı, ama (hiçbir zaman) sosyalizme açılmadı.
Peki, ne oldu devrimin bir türlü gelmediği ülkelerde? Beklenti ile realite arasında büyük bir uçurum açıldı. Temelinde, Marksizmin yarattığı benzersiz devrim teorisi yatıyordu (ve yatıyor). Burada gerçekten muazzam bir kurgu söz konusu. Tarihte hiçbir düşünce akımı böyle bir entellektüel yapı oluşturmadı. Yüksek bir apartmanın entegre cephesi, fasadı gibi. En alt katmanında Diyalektik Materyalizm, evrendeki her türlü hareketi zıtların birliği ve mücadelesine bağlıyor. Bir üst basamakta Tarihsel Materyalizm, bu çelişme ve antagonizma kavramını alıp genel olarak insanlığın gelişmesine uyguluyor. Toplumları üretici güçler ile üretim ilişkileri ve ekonomik temel ile üstyapı zıtlarının birliği olarak tasavvur ediyor. Bu çelişmelerin ezen ve ezilen sınıflar arasındaki mücadelede somutlandığını söylüyor. Tarihin bu anlamda devrimlerle — bir büyük sistem ve merhaleden (üretim tarzından veya toplum tipinden) diğerine, yeni bir sınıfın eski hâkim sınıfı devirmesi yoluyla ilerlediğini savunuyor. Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm elele verip, bu vizyona bir de Hegelci felsefenin “inkârın inkârı” konseptini uyguluyor. Önce ilkel komünizm (yani sınıfsız toplum) vardı deniyor; sonra sınıflı toplum geldi (yani ilk aşamanın reddi, ya da inkâr); gelecekte ise modern sosyalizm ve komünizm (yani inkârın inkârı), insanlığın tarihsel yürüyüşünü çok daha gelişkin, mükemmel bir sınıfsızlıkla taçlandıracak.
Ve sonra bütün bu düşünsel yapıtaşları üçüncü katta gelip Kapitalizmin Ekonomi Politiği’ne uygulanıyor. Kapitalizm mutlaka kendi mezar kazıcılarını yaratacak (yaratıyor). Bu ekonomik sistemin temel çelişmesi, üretimin giderek derinleşen sosyal karakteri ile mülkiyetin özel (küçük bir azınlıkla sınırlı) karakteri arasında. Kilit unsur emek-değer ve artı-değer teorisi. Kapitalist birikim işçilerin artı-değeriyle sağlanıyor. Bu, (toplumun giderek büyük çoğunluğunu oluşturan – oluşturacağı varsayılan) işçi sınıfının, ürettiği zenginliğin önemli bir bölümünü geri satın alamaması demek. Dolayısıyla kapitalizm dönem dönem aşırı-üretim krizleriyle sarsılıyor. Dinamik büyüme ikide bir depresyon ve resesyona dönüşüyor. Bu, döngüsel bir hareket. Fakat aynı zamanda, vahim seküler trendler söz konusu. Sermayenin organik bileşimi giderek yükseliyor, dolayısıyla (başka her şey eşit olmak kaydıyla) kâr oranı bütün sektörlerde düşme eğilimi gösteriyor. Döngüsel ve seküler hareketlerin bileşimi sonucu, kapitalist üretim tarzı artık daha fazla yayılıp gelişemez hale gelecek. Tıkanacak. Genel bir buhran ve çöküş meydana gelecek. Bu arada bilinçlenen işçi sınıfı, bu genel bunalımı fırsat bilecek. Ayaklanacak. Siyasal iktidara ve belli başlı üretim araçlarına el koyacak. Sosyalizmi kuracak.
Bu, sadece iyi bir şey, ahlâkî bir tercih değil, Marksizmin kurucuları ve sonraki (özellikle Leninist, Stalinist, Maoist vb) takipçileri için. Aynı zamanda bilimsel bir zorunluluk. Genel olarak bilimperest (scientistic), sosyal bilimlerin de artık meşruiyet kazanıp üniversite örgütlenmesine dahil edildiği bir çağda, Marx (ve Engels) bir bakıma “sosyal bilimlerin sosyal bilimi”ni sunmak iddiasında. Bütün bu muhteşem teorik iskele, (Kapital’in 1867’deki birinci cildinin öncelikle hedef aldığı Batı proletaryası başta olmak üzere) taraftarlarını nihaî zaferin bilimsel kesinliğine inandırmayı amaçlıyor. Amaçlıyordu.
Gerçi devrimin tam nasıl olacağı çok belli değil, dikkat ederseniz. 19. yüzyıl ölçüleri içinde, daha ziyade ekonomistik bir anlayış söz konusu. Fakat sonra adım adım, siyaset kertesinde de düşünmeye başlayacaklar. Devrim, siyasî bir olay sonuçta. Bu, ekonomi dışı faktörleri de tahlile katmayı gerektirecek. Sırf kapitalizmin gelişme düzeyi belirlemiyor her şeyi. Politika kertesi gibi ideoloji kertesi de çok önemli. Devletin gücü ve güçsüzlüğü çok önemli. Baskı ve zulüm çok önemli. Bu karmaşıklığın giderek daha çok farkına varacaklar. Dikkatlerini bu yüzden Batı Avrupa’dan Orta ve Doğu Avrupa’ya, İngiltere ve Fransa’dan Almanya ve Rusya’ya çevirecekler. Hattâ Marx belki bu yüzden Kapital’i yarım bırakacak.
Konunun çok ilerisine sıçrarsak, 20. yüzyılın ilk yarısında Gramsci, önemli katkılarda bulunacak Marksist siyaset anlayışını derinleştirmeye. 1960’larda Althusser ve öğrencileri, çizgisel bir “tek çelişme” belirlenimi yerine, bir dizi çelişmenin üstüste binmesiyle oluşan “çoklu belirlenim” (Fr. surdetermination, İng. overdetermination) kavramını geliştirecek. Daha genel olarak, en azından Batı Marksizminde ve Marksizmden etkilenen toplumsal bilimlerde, üstyapıların, ideolojinin, siyasetin “göreli özerkliği” (relative autonomy) anlayışı yaygınlık kazanacak. Böylece Marksist sosyalizmin daha çok Batı varyantları, siyasete deterministik, indirgemeci ve “tek yol devrim”ci (veya “düzen dışı”cı) yaklaşımı yumuşatmanın yollarını arayacak.
Biraz, “çok az ve çok geç” (too little, too late) hikâyesi. Kimse farkında değil ama, Marksizmden türeyen sosyalizm ve komünizm son demlerini yaşarken oluyor bütün bunlar (İspanyol ve İtalyan komünist partilerinin Eurocommunism denemesi gibi). Olan olmuş, atı alan Üsküdar’ı geçmiş. Taşlaşmış “reel sosyalizm” devletlerinin yeni bir şey öğreneceği yok. Zamanın geri döndürülebileceği; geçmişin yenik, olamamış sosyalist devrimlerinin “doğru biçimde” yaşanabileceği de.
Özetle, makro planda, bütün bir 150-170 yıl çerçevesinde baktığınızda, büyük bir yenilgi ve başarısızlık var ortada. Fakat… teorinin gücü öyle olmadığına inandırıyor. Üstelik unutmayın, yukarıda verdiğim 19. yüzyıl teorisi özetine, 20. yüzyılda emperyalizm eksenli Leninist-Stalinist açıklamalar da eklenecek. Gericilik en kolay nasıl tanımlanabilir? Emperyalizm cephesinde yer almakla. İlericilik en kolay nasıl tanımlanabilir? Emperyalizme karşı olmakla. Batıda neden devrim olmuyor? Emperyalizmin sağladığı süper kârlarla satın alınan bir “işçi aristokrasisi” (veya “sendikal aristokrasi”) yüzünden. En geri ve yoksul bazı ülkelerde niçin devrim olabiliyor? Çünkü çağımızda devrim artık herhangi bir ülkenin kendi gelişmişlik düzeyine bağlı değil. Enternasyonal bir olay. Dünya çapında emperyalizm cephesi ile anti-emperyalizm cephesi karşı karşıya. Bu koşullarda devrim, emperyalist zincirin en zayıf halkasından yarılması şekline dönüşmek zorunda. Ortalama kâr oranı nasıl oluyor da düşmüyor ve kapitalizm gelişmeye devam ediyor? Tabii gene emperyalist, kolonyalist veya neo-kolonyalist sömürü sayesinde. Proletarya diktatörlüğü daha ne kadar sürecek? Emperyalist kuşatma, abluka ve tehdit (yani bir beka sorunu) varoldukça. Bolluk toplumuna ne zaman ulaşılacak? Ancak yeryüzünün tamamı emperyalizmden kurtulup sosyalist sisteme dahil olunca.
Bu ilâvelerin ne kadarı gerçek açıklamaydı, ne kadarı kâh devrimin kâh sosyalist ekonomilerin başarısızlıklarının bahanesiydi, çok tartışılır kuşkusuz. Konumuz açısından, 19. yüzyılın teorik mirasını büsbütün yekpareleştirme, “şey”leştirme ve orasından burasından onarıp sızıntısız kılma boyutu önem taşıyor. Marksist teori bir post-truth toplumu yaratıyor-du. Gerçek ile partili veya sempatizan arasına giriyor, gerçeği filtreliyor, hiçbir şeyin değişmediği sapasağlam bir âlem yanılsamasını besliyor ve hem yüzde yüz haklılık hissini, hem nihai zafere inancı ayakta tutuyor-du.
Geçmişte de solcuların kibirinden söz ettiğimde, çok şaşmıştı bazıları. Neymiş, neredeymiş bu kibir duygusu? Çok basit: hiçbir reel başarı söz konusu olmasa da, teorinin verdiği ahlâkî ve tarihî üstünlük duygusundan kaynaklanıyor. Böyle bir böbürlenme atmosferi yaratıyor. Marksizmden derece derece bütün solculara sirayet ediyor. İşte görüyorsunuz: R.Ç.’lerin olağanüstü kendini beğenmişliğine; nefret ve affetmeme, ama gene de siyasî faaliyete ve görüş açıklamaya lûtfen izin verme deklarasyonlarına yansıyor.