Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI50’nci yılında Kıbrıs: Doğrular ve yanlışlar

50’nci yılında Kıbrıs: Doğrular ve yanlışlar

Harekatın 50'nci, KKTC’nin ilanının 41'inci yılında Türkiye hariç onu tanıyan ülke yok. İzolasyonlar devam ediyor, havaalanına Türk uçakları dışında inen uçak yok. Posta hizmetleri Türkiye üzerinden yürüyor. Türk lirası kullanılıyor, birçok kilit noktada bulunan görevliler Türkiye tarafından atanıyor. Bu durumun değişeceğine ilişkin hiçbir işaret yok. TBMM, DEM Parti dışındaki partilerin oyuyla gerçeküstü bir karar kabul etti. Bana göre bu belgenin en içler acısı kısmı, Türk Devletleri Teşkilatı’nın KKTC’ye gözlemcilik vermiş olmasının memnuniyetle karşılandığının belirtilmiş olmasıdır. 41 yıl sonra KKTC’ye STK muamelesi çekilmiş olması üzücü değilse nedir diye sormak geliyor içimden.

Geçtiğimiz günlerde, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50’nci yıldönümü kutlandı. Aslında, Türk medyasının konuya çok büyük ilgi gösterdiği söylenemez. Gazetelerde bu konuda çok az yazı çıktı, televizyonların alışılmış açık oturumlarına her zamanki gibi aynı kişiler çıktı, harekatın yapıldığı ortam hatırlatıldı, ancak bugünkü durum hiç konuşulmadı. En önemlisi de görebildiğim kadarıyla, hiç Kıbrıslı Türk davet edilmedi. Kuzey Kıbrıs’ta yapılan törenlere de artık canından bezmiş halkın fazla ilgi göstermediği, bir insan selini andıran Türkiye’den gelen siyasetçi çıkarmasını izlemekle yetindiği basında yer aldı.

Ne yazık ki basında verilen bilgiler yine yanlışlarla doluydu. Bir ana akım “muhalif” TV kanalı yorumcusu, 1974 çıkarmasının Türkiye’nin 1923 Lozan Antlaşması’ndan kaynaklanan haklarına dayanarak yapıldığını iddia etmişti. Herhalde ikisi de İsviçre’de olduğu için Lozan’ı, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran 1959 Zürih Antlaşması ile karıştırdığını düşündüm. Bu vesileyle Lozan’ın Kıbrıs ile ilgili 20’nci ve 21’inci maddelerine tekrar bakayım dedim. 20’nci madde, çok kısa bir şekilde Türkiye’nin Kıbrıs adasının Birleşik Krallık tarafından ilhakını kabul ettiğini belirtiyor. 21’inci madde ise adadaki Türklerin İngiliz vatandaşı olacaklarını ve dolayısıyla Türk vatandaşlığını kaybedeceklerini, Türk vatandaşlığını kaybetmek istemeyenlere ise bu tercihi yapmak için iki yıllık süre verileceğini, bu tercihi yapanlara ise adayı terk etmek için bir yıl ilave süre verileceğini söylüyor. Yani, Türk vatandaşlığını bırakmak istemeyen Kıbrıslı Türklere adayı terk etmek için üç yıl verilmiş. Bu sebepten dolayı kaç Kıbrıslı Türk’ün adayı terk ettiğini en azından ben bilmiyorum.

Bir de 1959 yılında kabul edilen Zürih Antlaşmalarından sık sık gündeme gelen Garanti Antlaşması’na bakalım, sırası gelmişken. Antlaşma, üç garantör ülke (Birleşik Krallık, Yunanistan ve Türkiye) “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleri ile oluşan durumu (state of affairs) tanırlar ve garanti ederler” diyor. (Madde 2) “Üç garantör devletten biri… bu antlaşmanın oluşturduğu durumu (state of affairs) münhasıran yeniden oluşturmak gayesiyle hareket etme hakkını korumaktadır.” (Madde 3)

Özetle, Türkiye Lozan’da Kıbrıs’a sırtını çevirmişti.  Orada genç memurken Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı kutlamalarına şahit olmuştum.  Kıbrıs konusunda bir şey söylediğine dair arşivlerde herhangi bir kayıt bulunamamıştı.  1937 yılında gittiği Mersin’de uzakta görünen Kıbrıs’a bakıp “Beyler bu ada önemlidir” yönünde kendisine atfedilen sözün ise tek kaynağı ölümünden 15 kadar yıl sonra Kıbrıs sorunu başladığında yayınlanan kitabında yer aldığı, ancak dayanak belirtilmediği ortaya çıkmıştı.  Aslında birçok konuda bugün bile geçerliliğini korumuş vecizeleri olan Atatürk’ün 15 yıllık iktidarı sırasında Kıbrıs’tan en çok bir defa bahsetmiş olması şaşırtıcı değildir.  O tarihlerde 12 Adaya sahip olan ve bir gözü Ege ile Akdeniz sahillerimizde olan Mussolini İtalya’sına karşı Birleşik Krallık ve Fransa’ya ihtiyacı vardı.  Kıbrıs’tan dolayı Birleşik Krallıkla maraza çıkarmak en azından zamansız olurdu.

Rahmetli Denktaş’ın 1949 yılında Dr. Küçük ile Cumhurbaşkanı İnönü’yü ziyaret ettiklerini, İnönü’nün de kendilerine Türkiye’nin Kıbrıs sorunu diye bir sorunu olmadığını söylediğini kendisinden birkaç kez duymuştum.  Bu da şaşırtıcı değildi aslında.  İkinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya bölgeden çekilmiş ancak bu defa Sovyetler Türkiye’yi tehdit etmeye başlamış, İnönü de bu tehdide karşı Birleşik Krallık ve ABD’ne dönmüştü. En son yapmak isteyeceği şey henüz Adadan ayrılma sinyali vermeyen Birleşik Krallıkla sorun çıkarmak olurdu.

Garanti Antlaşmasına gelince yukarıda belirttiğim gibi bu antlaşma ülkemize sadece 1960 yılında kurulan düzeni muhafaza veya yıkılmışsa ihya etme hakkını veriyordu.  Ne yazık ki istediği yapıyı kurma hakkını vermediği gibi antlaşma ayrıca imzacılara Adayı bölmeme taahhüdünü yüklüyordu.  Antlaşmanın İkinci Maddesi Türkiye dahil imzacıları “Ada’nın taksimini doğrudan doğruya, veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardım ve teşvik edici bir amacı olan tüm hareketleri kendi yetki ve ilgileri oranında önlemeyi üstlenirler” demektedir. 

1974 Barış Harekatının haklı nedenlere dayandığı tartışılmaz tabiatıyla.  Adada bir darbe meydana gelmiş, darbecilerin amacının da Yunanistan’la birleşme olduğu açıktı. Türkiye’nin Garanti Antlaşmasından kaynaklanan haklarına dayanarak 1960’da kurulan düzeni yeniden tesis etmesi meşruydu.  O nedenle birinci harekât itirazlara yol açmamıştı.  Aynı şey 14-18 Ağustos 1974 tarihleri arasında gerçekleşen ve adanın toplam yüzölçümünün %38’inin TSK’nın kontrolü altına geçmesi ile neticelenen ikinci harekat için söylenemez. Arada yapılan Cenevre Konferansında Türkiye’nin amacının 1960 düzenini tekrar ihya etmenin çok ötesine gittiği anlaşılınca nerede ise tüm dünya devletlerini karşısında buldu. Oysa harekatın neticesinde oluşan iki bölge ve birkaç ay sonra yapılan nüfus mübadelesinin sonunda iki bölgeli bir yapı fiilen oluşturulmuş, 1963-1974 arasında meydana gelen çatışmaların tekrarı imkânsız hale gelmişti.  Sorunu toprak ayarlaması ve belki 1960 anayasasında bazı uyarlamalarla Cenevre’de çözmek özellikle Başbakan Yardımcısı Erbakan’ın “şehit kanıyla kazanılmış toprak masada terkedilmez” sloganıyla imkânsız hale gelmişti. 

Aradan geçen zaman içinde çözüm gayretleri hep neticesiz kalmıştır.  Bunların hatırlatmaya gerek olmadığı gibi bu yazının hacmi de buna imkân vermemektedir.

Bence çözüme en fazla yaklaşıldığı dönem Türkiye’nin Avrupa Birliğine (AB) aday olduğu 1999 yılı ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ne katılma antlaşmasını imzaladığı 14 Nisan 2003 tarihi arasında geçen süre olmuştur.  Zamanın Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan önderliğinde onun adını taşıyan plan taslakları hazırlanmıştı. Plan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ne Katılma Antlaşması sonuçlanmadan önce taraflarca kabul edilmiş olsaydı Antlaşmanın bir parçası olacak ve Rumlar tarafından reddedilmesi imkânsız olacaktı. Zira Planı reddetmek AB üyeliğini reddetmek sonucunu doğururdu. O tarihlerde İsveç’te büyükelçi olarak görevdeydim.  Kendilerine mahsus nedenlerle Türkiye’nin adaylığını destekleyen İsveçli yetkililer devamlı olarak zamanın geçmekte olduğunu, fırsatın bir daha gelmeyeceğini hatırlatır dururlardı.  Ankara’dan gelen yanıtlarda ise Kıbrıs sorununun AB ile ilişkilerimizde bir engel teşkil etmemesi gerektiği gibi gerçek üste şeyler söylenirdi.  Ne yazık ki o dönemin nerede ise tamamı boyunca Ankara’da yaşı ilerlemiş ve ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşan rahmetli Ecevit, Kuzey Kıbrıs’ta da yine aynı konumda olan rahmetli Denktaş karar alma noktasındaydılar. Her ikisinin de amaçlarının Kıbrıs sorununu uzlaşıyla çözmek ve Türkiye’nin AB üyeliğini kolaylaştırmak olduğu söylenemez.  Ecevit tarihe Kıbrıs fatihi, Denktaş da Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye’ye bağlayan lider olarak geçmek istiyorlardı.  Neticede Türkiye’de iktidar değiştiğinde iş içten geçmek üzereydi.

Dışişleri eski Bakanı ve emekli Büyükelçi rahmetli İlter Türkmen 1999 ile 2008 yılları arasında “Hürriyet” gazetesinde toplam sayıları 750’den fazla olan yazılar yayınlıyordu.  Bu yazılara dayanarak başka dostlarının da katkılarıyla derlediğimiz bir kitabı eşi Prof. Dr. Füsun Türkmen ile yakınlarda yayınlayacağız. Yazıların 150 kadarı Kıbrıs ve AB konuluydu.  Rahmetli Türkmen üşenmeden ve sıkılmadan Annan Planının Kıbrıs’ın AB’ne Katılma Antlaşması imzalanmadan kabul edilmesi gerektiğini defalarca tekrarladı.  Ne yazık ki dinleyen olmadı.

Neticede Annan’ın 10 Mart 2003 tarihinde Lahey’de yaptığı son denemede rahmetli Denktaş Ankara’daki yeni hükümetin telkinlerini dinlemeden Annan Planını referanduma sunmayı reddetti.  Birkaç hafta sonra Rumlar tüm Kıbrıs Cumhuriyeti’ni temsilen Annan Planını içermeyen AB’ne Katılma Antlaşmasını imzaladılar.  O andan itibaren Adayı Türklerle paylaşmalarını öngören Planı kabul etmeleri için bir neden kalmamıştı. Türkiye’den gelen baskıların neticesinde Denktaş benimsemediğini açıkladığı Annan Planını 24 Nisan 2004 tarihinde referanduma koymayı kabul etti.  KKTC halkı onu dinlemeyip Planı %65’lik bir çoğunlukla kabul etti.  Rum lider Papadopoulos da farklı nedenlerle Plana karşı çıkmıştı ama onun halkı onu dinledi ve Rumlar aynı gün %75 oranında Planı reddetti.  1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ne üye olacakları kesinleştiği için Planın onlara bir faydası kalmamıştı.  Anlaşılan Kuzey’de ve kapalı Maraş bölgesinde kaybettikleri taşınmazları zaman içinde kısmen de olsa geri alma perspektifi adanın yönetimini Türklerle paylaşmayı kabul etmeleri için yeterli değildi.

Annan Planının Türkler tarafından kabul edilip Rumlar tarafından reddedilmesine rağmen Kıbrıs’ın AB’ne alınmasının büyük bir haksızlık olduğu o gün bugün hep tekrarlanır.  Yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi bu sadece kısmen doğrudur.  Plan Türkiye ve KKTC liderliği tarafından zamanında kabul edilmiş olsaydı, durum tamamen farklı olacak, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti bugün AB üyesi, hatta Türkçe AB’nin resmi dili olacak ve ülkemizin AB yolundaki en büyük engel ortadan kalkmış olacağı için muhtemelen ülkemiz de bugünden farklı olarak sırtını AB’ne dönmeyecek üyelik perspektifi canlı kalabilecekti.

Ancak iş işten geçti. Saatleri geri çevirmeye imkân yok. Denktaş’tan sonra KKTC Cumhurbaşkanlığına seçilen Mehmet Ali Talat ile Mustafa Akıncı çözüm gayretine girdiler.  Ancak Rumlar AB üyeliğine dayanarak Annan Planının bir hayli gerisinde bir tutum benimser oldular.  Ayrıca üyeliklerinden yararlanarak Kıbrıslı Türklerin tabi oldukları yaptırım ve izolasyonların kalkması yönünde üye olmadan verilen vaatlerin gerçekleşmesini engellediler.  Kuzey’de ve Türkiye’de ise daha radikal çizgiler benimsenerek KKTC’nin egemen eşitliği kabul edilmedikçe masaya oturulmayacağı beyan edilir oldu. 

KKTC’nin tanınması pek olası gözükmüyor.  TSK’nin Kuzeyde 30-40.000 arasında tahmin edilen ve işgal ordusu olarak görünen mevcudiyeti olmasa da zor.  Bugün bağımsızlığını Arnavutluk’un müdahalesi olmaksızın kazanan Kosova’yı hala AB üyesi beş ülke (İspanya, Slovakya, Romanya, Kıbrıs ve Yunanistan) tanımadığı için AB bu ülkeye diğer Balkan ülkelerinden farklı olarak üyelik perspektifi veremiyor.  BM üyelerinin yarısı da Kosova’nın bağımsızlığını tanımıyor.  Çoğunlukla da verilen gerekçe ayrılıkçılığın kabul edilmemesidir.

Harekatın 50’nci, KKTC’nin ilanının 41’inci yılında Türkiye hariç onu tanıyan ülke yok. İzolasyonlar devam ediyor, havaalanına Türk uçakları dışında inen uçak yok. Posta hizmetleri Türkiye üzerinden yürüyor. Türk lirası kullanılıyor, birçok kilit noktada bulunan görevliler Türkiye tarafından atanıyor. Bu durumun değişeceğine ilişkin hiçbir işaret yok. Türkiye’de son törenlerin de gösterdiği gibi hamaset tüm hızıyla devam ediyor. TBMM, DEM Parti dışındaki partilerin oyuyla gerçeküstü bir karar kabul etti. Bana göre bu belgenin en içler acısı kısmı, Türk Devletleri Teşkilatı’nın KKTC’ye gözlemcilik vermiş olmasının memnuniyetle karşılandığının belirtilmiş olmasıdır. 41 yıl sonra KKTC’ye STK muamelesi yapılmış olması üzücü değilse nedir diye sormak geliyor içimden.

Tabii alternatif nedir sorusuna da cevap yok çünkü alternatif yok bence. Bağımsızlığın tanınması hayalinden vazgeçip tekrar iki bölgeli, iki toplumlu, federal çözüm arayışlarına geçiş müzakereleri netice vermeyecektir. Rumlar Annan Planının hiç değilse geçici olarak kenara bıraktığı AB mevzuatının uygulanması, ayrıca TSK’nın Adadan ayrılması gibi talepler getireceklerdir.  Bu tür talepler ancak Türkiye AB’ne üyelik istikametinde hızlı adımlar attığı bir ortamda dikkate alınabilirdi. Oysa tersine AB değerlerinden hızla uzaklaşmakta olduğumuz bu dönemde, Kıbrıs sorununu Rumları tatmin edecek şekilde çözsek bile artık AB adaylığımızı canlandırmamız mümkün değil.

Dolayısıyla statüko devam edecektir. Güney Kıbrıs milli geliri 34000 euro civarındadır.  Kuzeydeki ise bunun 1/3’i kadardır.  Kuzeyin nüfusu 382.000 olarak belirlenmiş, bunun 1/3’i Kıbrıslı Türk, kalanı Türkiye’den adaya yerleşen göçmen.  Kıbrıslı Türkler Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu ile vize almaksızın Güney Kıbrıs başta olmak üzere dünyanın her tarafına gidebilirken, göçmenler bu imkândan mahrumlar.  Daha da ötesi KKTC’ni ziyaret ederken pasaportuna oranın giriş kaşesi basılmış bir TC vatandaşı Bodrum’dan Kos veya herhangi bir Yunan adasına gidemiyor.

Harekât şüphesiz Kıbrıslı Türklere uzun bir dönem boyunca mahrum oldukları güvenliği verdi. Ancak ne yazık ki uzun vadede kazançlı çıkan Yunanistan ve Güney Kıbrıs oldu.  Harekatın ikinci günü Yunanistan’daki Albaylar Cuntası devrildi, ülke demokrasiye ve birkaç yıl içinde AB üyeliğine sahip oldu. Kıbrıslı Rumlar da belki Kuzeydeki mallarını kaybettiler ama AB üyeliğinin getirdiği faydalara sahip oldular. Türkiye ise dünyanın hiçbir ülkesini ikna edemedi, Kuzey Kıbrıs’ın yalnızlığını kıramadı, kendisi de kısmen sorunun çözümsüz kalması nedeniyle Batıdan gittikçe uzaklaştı.

- Advertisment -