[6-8 Eylül 2020] Fakat kabul etmek gerekir ki bir tür solcunun — topluca “gelmeyen devrimin ikameleri” adını verdiğim — siyasî refleksleri arasında, devirmecilik, krizcilik, ayaklanmacılık ve darbecilik hamlelerine o kadar sık gelmez sıra. Bunlar hep vardır da, daha çok duygu ve özlem düzeyinde kalır. Nedeni çok basit: kuvveden fiile çıkmaları için gerekli, araçsallaştırabilecekleri (büyük bir grev dalgası, ya da Gezi gösterileri benzeri) durumlar çok nadir zuhur eder.
Ama boykot öyle mi? Yenik ve ezik devrimseverliğin en büyük takıntısı, saplantısı, başının belâsıdır (erişilmez sevgilisi, tatlı belâsı anlamında). Bir, siyasî rejimin olağan işleyişine endekslendiğinden, her genel ve yerel seçimde saat intizamıyla ufukta belirir. İki, devrimin tam karşıtı, zıddı, antitezidir. Düzenin, o nefret edilen “burjuva demokrasisi”nin simgesidir seçim. Dolayısıyla her sandığa gidişte devrim inancına bir ihanet kapısı aralanır.
Nikos Kazancakis’in İsa’nın Son Baştan Çıkarılışı romanı (ve Martin Scorsese’nin bu romana dayandırdığı film), İncil’den çok farklı bir kurgu sunar. Hazreti İsa çarmıha gerilmişken koruyucu meleği olduğunu söyleyen bir genç kız tarafından kurtarılır ve eskiden beri âşık olduğu Magdalalı Meryem’le, o öldüğünde Lazarus’un iki kızkardeşi Meryem ve Marta ile evlenip normal bir insan (erkek) hayatı sürmeye başlar. Yaşlanır; ölüm döşeğinde (İncil’de hain gibi gösterilen) Yahuda İskaryot gelip, o genç kızın aslında Şeytan olduğunu haber verir. İsa şahsen kurtarılmak adı altında baştan çıkarılmış ve insanlığı kurtarma misyonundan alıkonmuş olduğunu anlar. O sırada isyan başladığından alevler içindeki Kudüs’e döner ve her nasılsa çarmıhtaki yerini alıp orada can verir. İnsanlığın günahlarının kefaretini öder. Böylece ilâhî rolü tecelli etmiş olur.
Etyen Mahcupyan’ın geçmişte uzun uzun işlediği “kategorik temiz solcu” tipi açısından. temelde hâkim sınıfların halkı aldatmasına hizmet ettiğini bildiğimiz seçimlere katılıp şu veya bu düzen partisine — ya da devrimi içermeyen düzen-içi seçeneklere — oy vermek zorunda kalmak, tam böyle bir şeytanî baştan çıkarılma tehlikesidir. Hazreti İsa, kadınlara yönelik şehvanî tutkuları nedeniyle temizliğini yitirebilir; yenik ve ezik devrimseverimiz ise, Magdalalı Meryem’e karşılık gelen “burjuva demokrasisi”nin iğvasına kapılırsa temizliğini yitirebilir. Onun için en iyisi, hâkim sınıf siyasetine hiç bulaşmamaktır. Girmemek için uygun gerekçeler bulmak gerekir, ister seçimlere ister referandumlara. En kolayı yasaklara başvurmaktır. “İşçi sınıfının ve emekçi halkın gerçek temsilcileri katılamıyorsa, bu aldatmacaya taraf olmamak gerekir.” Bu tavrı mükemmel bulanlar, küçük ve daha küçük mahfil veya fraksiyonların mensuplarıdır gerçi. Realiteyle bağları haliyle çok zayıf, en zayıftır. Bismarck’ın 1878-1888 arasındaki “anti-sosyalist” yasalarına karşı Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin bağımsız adaylarla seçimlere katılıp adım adım oyunu yükseltme mücadelesi de ilgilendirmez onları. Lenin’in Çarlık rejiminde bile Duma’ya bir iki RSDİP’li sokabilmek için ne kadar yırtındığı da. Türkiye’deki Kürt hareketinin bu açıdan başarılı tecrübesi de.
Bu açıdan enayiliğin doruğu ve klasik sayılması gereken örneği, herhalde benim de içinde yer aldığım Aydınlık grubunun 1973 sonbahar seçimlerini boykot etmesidir. Düşünün: illegal maceracılığa kapılmış ve topluca tutuklanmışsınız; hepiniz içerdesiniz; örgüt kalmamış ortada. Dışarıda, 12 Mart rejiminin işkenceli zulmüne, idamlarına, zindanlarına halkın tepkisi CHP’ye akıyor. Mavi gömlekli Karaoğlan’ın seçim mitingleri, onbinlerin “kahrolsun faşizm” diye bağırdığı kitle gösterilerine dönüşüyor (bu konuda bkz H. Berktay, “Tarihe bir not: 1973 seçimleri,” Serbestiyet, 7 Nisan 2019). Ecevit genel af vaat ediyor üstelik. Kazanırsa ve sözünü tutarsa, biz de ortalama 15 yıl yatmak yerine çıkacağız içerden. Ama olur mu? Ne yani; CHP’nin “demokratik sol” aldatmacasının kuyruğuna mı takılacağız? “Burjuvazi”nin şefaati uğruna devrimciliğe toz kondurabilir miyiz hiç? Biz “işçi sınıfının öncü partisi”yiz ya (kerametimiz kendimizden menkul). “İşçi sınıfının öncü partisinin serbestçe katılamadığı her koşulda” boykot vaciptir diye bir teori icat ediliyor ayaküstü.
Bırakın, bu dahiyane teori ve politikanın baş mimarının bugün nerelerde olduğunu. Malûm: AKP’ye sülük gibi yapışmış; HDP’nin kapatılmasını, (bize yabancı bir hayat tarzını temsil eden) İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesini, Ege’de savaşı, Batıdan tümüyle kopmayı, Çin-Rusya-Suriye-Mısır ile bir blok oluşturmayı savunuyor. Ama bu kadar dejenere olmasını fırsat bilip bütün kabahati ona yıkamayız. Kendi zihnimizi süper-devrimcilik yarışlarına ipotek ettiğimiz için, hepimiz sorumluyuz.
Her halükârda, çok üsttenci ve tumturaklı havalarda Mamak’tan boykot çağrısında bulunuyoruz. Ziyaret günlerinde, bize inanmaz gözlerle bakan ailelerimize bunu anlatmaya çalışıyoruz üstelik. Tabii garipserler, çünkü son derece açık bir durum var ortada. Bir yanda, 12 Mart diktatörlüğünü hararetle desteklemiş, Meclis’teki payandası olmuş olan AP; diğer yanda, bu diktatörlüğe karşı olan, mitinglerinde halkın “kahrolsun faşizm” diye bağırdığı CHP. Bu kadar net. Ve biz bu koşullarda boykot (yani sakın CHP’ye oy vermeyin) diyoruz. Hangi akla sığar? Geçtim; hangi vicdan ve insafa, hangi sevgi bağlarına sığar? (Sonradan rahmetli annem, rahmetli babamın öğleden sonra 4 sularına kadar oğlunun hatırına oturup kendi içgüdüleriyle savaştığını, sonra “Yegân, hadi kalk, gidiyoruz oy kullanmaya” dediğini anlatmıştı.) Fakat sadece enayilik mi acaba? CHP’ye ilişkin tutumumuzda, “biz size oy vermiyoruz ama siz lütfen affı yan cebimize koyun” ikiyüzlülüğü de yok mu? Ne diyordum: Solculuk kibiri. Bundan âlâsı mı olur?
İkinci örneğim, 2010 referandumu sırasında, bu diziyi provoke eden Ruşen Çakır’ı konu alıyor. O sırada, 1973’ten daha mı bulanıktı durum, içerik açısından? Hükümetteki AK Parti, bir dizi anayasa değişikliği önerisi getiriyor. Önerdiği değişikliklerden hiçbiri zararlı değil. Bazıları ise demokrasi açısından açıkça yararlı. Zira askerî vesayeti ve 12 Eylül rejiminin mirasını geriletecek gibi duruyor. Solun bir kesimi, belki ilk defa bu kadar aklı başında bir iş yapıyor; “Yetmez Ama Evet” politikası ve sloganını benimsiyor. Solun sair kesimleri ise buna tepki duyuyor. Ve işte bu koşullarda, Ruşen Çakır ve çevresi “protestocu olmayan bir boykot” önerisinde bulunuyor. Bunu açıkça “Yetmez Ama Evet”e alternatif olarak ortaya atıyorlar. Türkiye’yi “Yetmez Ama Evet”in değil, bu “protestocu olmayan boykot”un ilerleteceği kanısındalar. O kadar ki, on yıl sonra hâlâ dinmiyor “protestocu olmayan boykot”un tutmamışlığının öfkesi. Nitekim R.Ç.’nin 2020 Ağustos sonlarındaki 38 dakikalık “nefret ve affetmeme” medyascope’unun ağırlık noktasını oluşturuyor.
Nereden başlayalım? “Protestocu olmayan bir boykot.” Hımm. Bir kere, ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor. Zira sırf bu ifade bir oksimoron. Bu, İlkçağdan beri mevcut bir terim. Yunanca oksus = sivri, keskin ve moros = ahmakça, aptalca sözcüklerinin birleşmesiyle oluşuyor. Kelime anlamı keskin aptallık oluyor. Keskin aptallık. Duyuyor musunuz? Her neyse. Birbirine tamamen zıt iki kavramın bir arada kullanılması demek olan oksimoron sözcüğünün kendisi, böylece bir oksimoron teşkil ediyor.
Peki, “protestocu olmayan bir boykot” formülü neden oksimoronik? Boykot bizatihi protestodur; dolayısıyla protestocu olmayan boykot olmaz da ondan. Ortada bir seçim veya bir referandum var. Seçimse, iki veya daha fazla partiden birine oy vereceksin. Referandumsa, getirilen yasa/değişiklik önerilerine evet veya hayır diyeceksin. Alternatifler bunlar ve normal davranış biçimi bu şekilde. Ama sen boykot diyorsan, bu, söz konusu alternatifleri ve/ya getiriliş tarzını, sistemi, kurulan mekanizmayı beğenmediğin anlamına geliyor. Ben bu ölçüler içinde bu seçimi, veya bu ölçüler içinde bu referandumu red ve protesto ediyorum, demiş oluyorsun. İnsanları bu gerekçeyle taraflardan herhangi biri için oy kullanmamaya çağırıyorsun. Önerdiğin eylemin de tek bir nesnel ölçütü var: sandığa gitmemek. Filanca şu nedenle gitmemiş. Ama hayır, ben o nedenle değil bu nedenle gitmedim. Kim, nereden bilecek? Pratikte hiç farketmiyor. Hepsi boykot hesabına yazılıyor. Eğer boykotun alternatifi “Yetmez Ama Evet” idiyse, (olası hayır oylarının düşmesinden de daha fazla) olası evet oylarının düşmesinin hesabına yazılıyor.
Bu, nasıl protesto demek olmayabilir? Çoğunluk açısından, geniş kitleler açısından bu olanaksız. Boykot dendi mi, protestoyu anlarlar. Basit aklı selim bunu zorunlu kılar. Madalyonun diğer yüzünde, ancak sizin kendi kafanızda, içsel sübjektivitenizde “protestocu olmayan” ve “boykot” sözcükleri yanyana gelebilir. O da bir tek koşulla: neyi protesto ettiğinizi bilmiyorsanız. Yani protesto edecek ciddî bir şeyiniz yoksa. Boykot çağrınız genel, dışsal realiteye ilişkin bir hoşnutsuzluktan değil, kendi durumunuzdan — bir benlik ve kimlik sorunundan, kendinize biçtiğiniz özel değerden, bu değerle mütenasip bir pozisyon arayışınızdan kaynaklanıyorsa.
Önemsiz deyip geçmeyin; bence bu ciddi bir ipucu — 2010’un “protestocu olmayan boykot”unun da ötesinde, reel devrimcilikten sanal devrimseverliğe kaymış solcuların boykot karasevdası hakkında. Sorun asla Marx’ın Feuerbach Üzerine 11. Tezi değil. Dünyayı açıklamak ve değiştirmek değil; toplumun maddesini şu zaaflarımız içinde de, elimizden geldiğince, azıcık olsun etkilemek değil. Sorun, bu çabadan bağımsız olarak, her nasılsa bireysel düzeyde erdemli kalmak. Zaten solculuğun siyasî başarısızlığı da bundan — bu erdemlilikten kaynaklanıyor. Her yenilgi, yenenleri daha alçak, daha zalim ve daha ahlâksız, yenilen solcuları ise daha yiğit, daha haklı ve daha üstün kılıyor. Erdemlilik çok konforlu bir sığınak, bu sığınmacı ve “kategorik temiz” solculuk için. Hiçbir olayın, hiçbir gerçek toplumsal mücadelenin parçası olmuyorsun bu sayede. Ve olay nasıl gelişirse gelişsin, ahlâkî üstünlük sende kalıyor. 2010 referandumunun “protestocu olmayan boykot”u, bunun çok tipik bir örneği. Siyasî bakımdan doğru ve geçerli olduğu, toplumsal ve kitlesel açıdan doğru ve geçerli olduğu için önerilmiyor aslında. “Kategorik temiz solcu”ların erdemli duruşu ve aidiyetini koruduğu için öneriliyor.
Neden erdemli? Çünkü evet deyip AK Parti’nin yanında yer almaktan; hayır deyip Atatürkçü, askerî-bürokratik vesayetin yanında yer almaktan kurtuluyorsun. Peki sosyal sonuç? Kant’ın “kategorik emredicilik” mantığının gelip dayanacağı nokta? Diyelim ki herkes benimsedi ve uydu. Sandığa gidilmedi. Anayasa değişiklikleri akim kaldı. Bir santim ileri götürmeyecek, Türkiye’yi ve demokrasiyi. Tersine, günün somut koşullarında AK Parti düşecek, Atatürkçü vesayet kendini konsolide edecek. Ama ne gam. Temiz ve erdemli solcularımız temiz ve erdemli kalmış olacak.
Yarın, düşünsel borçlarım ve teşekkürlerimle bitirmeyi umuyorum.