Fena bir gözlemci sayılmam. Çevremde eksik olmayan tiryakileri de gözledim hep, halen de gözlerim ve onları kabaca iki sınıfa ayırırım. İlk grup, içtiğine ihtimam göstermeyenlerdir. Onlara baktığımda salt içmek için içen birilerini görürüm. İçimlerine eşlik eden bir görsellik yoktur, bir incelik ise hak getire!
Dudaklarında her daim bir sigara ya da başka bir tütün mamulü olur. Lâkin sakin bir ilişki bulunmaz aralarında, kavga ederler sanki. Tek bir dertleri var gibidir; bir an önce birini bitirip söndürmek ve ardından yenisini yakmak. Bir zevkin emaresine rastlanmaz tavırlarında. Çekilen her nefes bir alışkanlık, bir vazife ya da alelusul yerine getirilen bir iştir âdetâ. İçimin hiçbir merhalesine zarafet eşlik etmez.
İkinci grup ise tamamen farklıdır; onlar içimi ciddiye alanlar ve bunu bir serüven olarak yaşayanlardır. Benim sigara ile hiçbir yakınlığım olmadı. Tütün ve ürünlerini her daim her açıdan zararlı buldum; vakti zamanında sigarayla aşırı bir teşrik-i mesaisi olmuş çok sevdiğim ağır entelektüel bir abimin “hayatımdaki en büyük pişmanlık” diye tarif ettiği sigaradan, bazı bünyelerde yarattığı tahribattan ötürü nefret ettim. Hasılı, sigarayı ya da içimini hoş görecek bir halim yok. Bununla birlikte bazılarının güzel içtiğini söylememe müsaade edin.
Gerçekten bazıları öyle bir kaideyle içerler ki onları seyretmekten kendini alamazsın. Aceleleri yoktur, dingindirler, kıymetini bilir bir eda ile dumanı savururlar. Bir ritüeli yerine getirircesine huşu içinde hareket ederler. Sigarayı muhabbete katık eder, içmenin âdâbını da zevkini çıkarmayı da bilirler.
Yürekte jandarma korkusuyla tütün kurutmak
Bizim kahve cemaatinden Serdar Abi, güzel içenlerden biri; takılırım bazen ona “Abi, Allah’tan kork, öyle güzel içme, milleti heveslendireceksin” diye. O da bir keresinde “Tiryakiliğime mazeret olur mu bilmem ama” deyip tütünle tanışıklığının tarihini anlatmıştı bize. Sizinle de paylaşayım:
“Bizde bitkinin tepesine yakın, nisbeten taze ve narin yaprakları kendi kullanımımız için kırılır, o yapraklar ayrı dizilir ve kurutulurdu. Hassas bir iş; tütün gölgede kurutulmalı, tütünün ekili olduğu bölgeye yakın ağaç olmamalı, tütünü suladığımız su tarlaya gelene kadar soğan-sarımsak tarlasından ve ceviz ağacının kökünden geçmemeli, vs. Detaylarına girmeyeyim.
“Mevsimi geldiğinde rahmetli amcam çıkma tren makaslarından özene bezene tütün doğrama bıçağı/zırhı yapardı. Kendi demirci dükkanında tütün bıçağı imalatı yaparken, biz gözcülük yapardık. Zira jandarma yakalasa -ihbar olsa- cezası hapisti; bıçak ve mengene hazır, yapraklar kurumuş…
“Siverek’ten Xalê Xesen’in (Hasan Dayı) teşrifi beklenirdi. Bölgede (Palu-Oxi-Çarsancak) birkaç köye uğrardı. Köye geldiğinde bizim evde misafir edilirdi. Onun sevdiği yemekler hazırlanırdı, çayı kahvesi ihtimamla servis edilirdi. Döşeği cumbaya serilirdi.
“Tütün yapraklarını amcamın tercih ettiği kıvamda doğramaya dikkat ederdi rahmetli. Evin erkek çocuklarına yine damda gözcülük yapmak düşerdi, çaktırmasak da jandarma korkusu hep yüreğimizdeydi.
Mest eden koku
“Tütün kokusu bir hafta boyunca mest ederdi hane halkını. Kurutma-bardaklama seremonisi ikmal edildikten sonra amcam kimsenin yardımını kabul etmeden tütünü ‘xillik’lerine (küplere) özenle yerleştirirdi. Dut yapraklarını tabana serer, küçük bir ayvayı küpün yarısında tülbende sararak kor, en üste iki çıta üzerine eli büyüklüğünde kara kovan balından bir dalağı kasesiyle yerleştirir, xilliğin ağzını dabaklanmış post parçasıyla sıkıca kapardı.
“Altı ay arayla kullanıma açılacak tütün rezervlerimiz kilerde her zamanki yerinde vakti ne zaman gelecek nazarlarımıza maruz kalırdı. Rahmetli babaannem, oğlu körüğün önünde hiç değilse sarma zahmetinden kurtulsun diye, Van işi gümüş tabakaya kehribar ağızlığın yuvası inceliğinde sarar dizerdi.
“Bana da bu hatıratı ve tiryakiliği miras kaldı. Daha fazlasını anlatırdım ama heves olur vebal alırım, burada keseyim.”
Abi, daha ne diyeceksin?
Elli yıllık dost
Madem eskilere daldık, aradan çeyrek asrı aşkın bir vakit geçmesine rağmen hâlâ zihnimde capcanlı duran bir tutku hikayesini de anlatayım. 94 ya da 95 yazı olmalı. Sedat’ın ailesi Bismil’deki köylerine gitmiş, evleri bize kalmış. Final dönemi, ekip olarak kampı Sedatlara kurduk. Gündüz mektepte imtihanlara giriyoruz, geceleri sabahlara kadar sohbetlere sarmalanmış bir şekilde ders çalışıyoruz.
Bir gün Sedat’ın kardeşleri, babaları Apê Osman’ı (Osman Amca) Bismil’den Diyarbekir’e getirdiler. Apê Osman’ın sağlık sorunları var, rutin kontrolleri için doktoruna görünmesi lazım. Doktoru da sigara konusunda jilet kadar keskin, ser verip hastalarına asla taviz vermeyen şehrin önde gelen hekimlerinden biri. Hacı Osman ise sigaraya tutku derecesinde bağlı, her seferinde doktoruyla pazarlığa girişiyor. Sohbeti hoş bir adam da Hacı, doktorun ağzından girip burnundan çıkıp bir-iki sigara izni koparmaya çalışıyor ama doktor hiç oralı değil.
– Doktor Bey, sen gel insaf et, insan hiç elli yıllık bir dostunu böyle yüz üstü bırakıp gider mi Allah aşkına? İnsanlığa sığar mı bu?
– O, senin dostun değil!
– Öyle deme Doktor Bey, hiç olmazsa bir sabah, bir öğlen, bir akşam üç taneye müsaade et.
– Mümkün değil Hacı, zorlama, ısrar etme! Değil üç, bir tane bile sana yasak, hattâ dumanının olduğu yerden bile geçmeyeceksin.
Sigara hırsızı
Doktor hükmü keser, Hacı boynu bükük bir şekilde odadan çıkarken doktor Sedat’a da sıkı sıkıya tembih eder. “Sakın ola yumuşama, dikkat et baban seni duygusal yönden istismar eder, sakın kulak asma! Ne yap et sigaradan uzak tut onu.”
Sedat da gestapo şefi gibi zaten, evde köşe bucakta ne kadar sigara varsa topladı, babaya göz açtırmıyor. Akşam evde yine beş-altı arkadaş ders çalışıyoruz. Osman Amca, ara sıra gelip etrafı kolaçan ediyor. Benim dışında hepsinin sigara içtiğini biliyor, o içeri girdiğinde sigaralar ya söndürülüyor ya da pencereden dışarı salınıyor. Halimizi hatırımızı soruyor, sonra kendi odasına dönüyor. Sedat da arkasından onu kontrol edip tekrar kitaba koyuluyor.
Gece yarısını devireli epey olmuş. Sabah ışıkları sökmek üzere. Sabah 10’da sınavımız var, bari bir-iki saat gözlerimizi dinlendirelim diye yatağa düşüyoruz. Herkes bir yerlere kıvrılıyor, ben ve Sedat da salondayız. Bir kanepede ben diğerinde Sedat uzanıyor, ortada bir sehpa, sehpanın üzerinde de Sedat’ın sigara paketi.
Henüz tam dalmamışız; yarı baygın bir haldeyiz, gözlerimiz açık-kapalı arası. Odaya bir karaltının sessizce sızdığını hissediyoruz. Karaltı giderek yaklaşıyor, sehpaya yanaşıyor ve elini pakete uzatıyor. O an Sedat kalkıyor ve hemen pakete uzanan eli kavrıyor.
– Bavo tû çi dikî? (Baba ne yapıyorsun)?
– Kiro, ji Xwedê bitirsi, yek tene! (Oğlum, Allah’tan kork, sadece bir tane!)
– Bi Qur’an, nîvî ji nadim te! (Kur’an’a yemin olsun, sana yarım bile vermem!)
“O sizin dostunuz değil”
Baba ile oğul rollerinin değiştiği, babanın oğul ve oğulun da baba olduğu etkileyici bir sahneydi tanık olduğum. Sedat duygusal şantaja prim vermedi, Hacı Osman da burnumun direğini sızlatarak odasının yolunu tuttu.
Ertesi gün mektepten döndük. Çayı demledik, Osman Amca ile sohbete koyulduk. Sınavımızı merak etti, havadan sudan konuştuk, sonra lâf döndü dolaştı sigaraya geldi, doktor ile olan münakaşasından bahsetti. Allah rahmet eylesin, önce muzip bir çocuk gibi gülümsedi, ardından son derece ciddi bir tavır takındı ve sigarayı kastederek bize nasihatte bulundu:
“Gedeno xun li min mezenekin! Doxtor rast dibêje, ew ne dostê we ye!” (Çocuklar siz bana bakmayın, doktor doğru söylüyor, o sizin dostunuz değil!).
Evet, açığ ciğarayı söndürelim artık, gerçekten o sizin dostunuz değil…