Geçen pazar “Durumdan-“kurum”dan vazife çıkarmak”yazımdaişten güçten, “rütbe”den gelen itibara, şanlı şöhretli unvanlara Emniyet, bilhassa Askeriye üzerinden değinmeye çalışmıştım. Durumdan öte “kurum”dan vazife, itibar çıkaranlara, o itibarı taşıranlara da… (Kurum: 1. Müesse. 2. Büyüklenme, kibir. 3. Bacadaki is.) Üçü bir arada bazısında.
Zaptiyede-askeriyede sadece sahibini değil çevresini de ona göre tanzim edebiliyor. Sivillerin de o duruma-vazifeye gıpta etmesi mümkün. “Ahlak zabıtalığı” en sıradanı mesela. Sivili bile “polis”, hatta “gizli servis” sanki. Gözlüyor, gözetliyor.
“Başkanı, reisi, hazretleri, efendileri, üstadı” ile unvanların ruhen ne kadar sivilleştiği de şüpheli. Onun da “üçü bir arada”sını gördük: Hoca-efendi hazretleri… Başına “muhterem”i de ekleyince zevkten dört köşe.
“Ehemmiyeti pek mühim”
Türkiye’de unvanın, lâkabın ehemmiyeti de pek mühim. (Ben de bu mevzuda “önemli” vurgusunu yeterli görmediğim için aynı anlama gelen “ehemm” ve “pek mühim”i ikisi bir arada kullandım.) Tarihiyle hayata öyle yerleşmiş, “ad”ın bile önüne geçmiş ki 1934’de “2590 Sayılı Kanun”la kaldırılıyor:
“Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi ve Hazretleri gibi lâkap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun karşısında ve resmî belgelerde yalnız adlarıyla anılır.”
Lâkin resmen öyle olsa da toplumdaki resmi, tablosu öyle değil. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyeceğim ama unvanları resmetsen Bruegel’in “Karnaval ve Perhiz Arasındaki Savaş” tablosuna da sığmaz.
Nağmesi “Ankara havası”
Tanıl Bora “…Gibi unvan ve lâkaplar” yazısında (Birikim, 21 Kasım 2018) o kanuna da değiniyor: “Küçümsemeyin, lâkap-unvan ‘hukukunun’ ilgası, evrensel bir demokratik devrim adımıdır. Zaten bu inkılâp umumiyetle ‘tutmadı’, unvan ve lâkaplar, kanun önünde değil ama toplumsal ilişkilerde ve kamusal hayatta sür’atle yayıldılar.” (¹)
Kanunda yok ama hayatın “kanun solosu” farklı tabii. Her türden unvan gırla… Anormal normallerimizden. Hayatında bir ara başkanlık, bakanlık, vekillik yapanın ömrü boyunca “Başkanım, bakanım, vekilim” diye anılması da normal. “Im-im” vurgusuyla içşelleştirdiğimiz, içimize soktuğumuz bir paye.
Bazı ağızlarda “Başkancığım”ın daha resmi hâli gibi duran o “ım-im” şahsında alışkanlık, beklenti de yaratıyor. Kalkıp “O benim başkanım değil” dersen kıyamet kopabiliyor mesela. Kendi çapında “gelenek” de diyebilirim. Atasözü bile var: “Baş ol da istersen soğan başı ol.” Seyri “başkanım aşağı, başkanım yukarı” da olsa havası ömre yeter. Nağmesiyle “Ankara havası” gibi.
Kendi önemine ibadet
Gürbüz Özaltınlı yıllar önce, 2012’de “Çengelköy’de bir akşamüstü” yazısında Ankara-İstanbul hâllerine değinirken unvanların Ankaralı gücüne de yer vermişti. Ben diyeyim, “Gölgelerin gücü adına He-Man”! He-Man’i o yazı nezdinde “erkek adam” diye çevirdim, “derdimi anlatacak kadar” İngilizcemle:
“Allahına kadar” erkek bir dünyadır benim şehrim (Ankara). (…) Benim şehrim; kırmızı plakalarıyla, yol verilen eskortlarıyla, içindeki yöneticileri ile gelen ‘ziyaretçileri’nin hiçbir zaman aynı kapıdan giremediği çirkin binalarıyla konuşur. Bu şehirde de önemsiz olduğunu hissedersin. Fakat bu önemsizlik sana dair bir duygudur. Bu şehir senin gibiler dışında hep ‘önemli’ zevatla dolup taşmaktadır.
Herkesin birbirine ‘başkan’ dediği ‘kurum’larla kuşatılmıştır burada hayat. (…) Önler iliklenir, ‘beyefendiye’ hürmetler iletilir. (…) İnsan kendi “önemine” bu kadar mı inanır. Hadi o inanıyor, bunu inandıracak insanları nereden bulur…” Kendi önemine inanmanın “ibadet”e dönüştüğü örnekler de normal bu dünyada.
İsmi yok unvanı var
Önleri iliklenen ceketlerin, “takım”ların, rap rap kuyruğa giren hürmetlerin, “Japone” reveransların, el öpmelerin sivilleşmeyle alakası da kel bu atmosferde. Unvana da “değeri düşük bir şeyin, değeri yüksek bir şeyle süslenmesi” babından, şimşir tarak diyeyim bari.
O “takım” da, “kisve” de bir tür üniforma. Önceki yazımda değindiğim gibi başkanım, bakanımla “fotoğraf çekinmek” de bir nevi “asker”lik hatırası. Kimin kimin “asker”i-komutanı, tayfası-reisi olduğunu bile hayal edebiliyorsun bazen o karelerden.
Tanıl Bora bilhassa “erkek muhabbeti”nde unvanın ismin de önüne geçmesini harika bir anekdotla aktarıyor: “Hacer Ansal’dan dinledim… Kocaeli’de katıldığı sivil toplum ve demokratik örgüt toplantılarında bir noktada dayanamayıp hazırunu uyarma gereği duymuş: ‘Lütfen, birbirinize hep ‘başkan’ diye hitap etmeseniz, adlarınızı öğrenmek istiyorum.’ Bazıları, birbirlerinin adlarını unuttuklarını ya da zaten bilmediklerini söylemişler.
Lâkap-unvan düşkünlüğü, büsbütün değil ama daha ziyade erkek ‘muhabbeti’, galiba. Başkan, çoğu zaman, Başkanım’dır. Paşam, müdürüm, hocam… İntisap muhabbeti. Bir yüksek yerin, bir otoritenin, bir gücün müntesibi olmanın meşruiyet, güç ve haz payı…”
“Sen de herkes gibisin”
O muhabbet, o intisap, yani “bir ailenin, işyerinin, bir topluluğun, tarikatın içinde yer alma, oraya mensup, oranın ferdi olma”, öyle olmasan bile mümkün o gelenekle… O an, o toplulukta, tâbiyette resmen “sen de herkes gibisin”. Onun gözünde de öyle, istemesen de resmin, fotoğrafın öyle…
“Beyefendileri”nin unvanı kendinden önce gelince, sen de kendine çekidüzen veriyor, yerini-haddini biliyor, ayarlıyorsun. Herkes komutanım, başkanım, reisim filan diyorsa bazen dili de sürçüyor insanın, sürünüyor peşinden o endamın.
O “ortak ifade”de sürç-i lisan etmekten de çekiniyor bazısı. Öyle durumlarda “anlık intisap” da muhabbetini esirgemiyor doğrusu. Sırtını sıvazlıyor, elini öpmeye davrandığında: “Berhudar ol…” Sözlük anlamıyla “tuttuğun işin (öptüğün elin) semeresini gör, feyizlen, mesut, bahtiyar ol”.
“Bey”le “sivil itaatsizlik”
Yok, diline bir acılık, ekşilik gelir, kendince “sivil itaatsizlik” filan eder, unvanları boş verip hitabında ismine sadece “Bey” eklersen ortam buz gibi. Bora yazısında o durumu da anıyor: “İnsan Hakları hareketinden bir arkadaşım, ta ’90’larda bir görüşmede bir subaya gayet kibarca “… bey” diye hitap ettiği için dehşete düştüğünü anlatmıştı.”
Askerlik o hitabın yaratacağı dehşetin fevkinde gözükse de, sivilde de çok farklı olduğunu söylemek zor. Bir gazetecinin hazretlerine ismiyle, “Bey” diye seslendiğini gözünüzün önüne getirin mesela. Hakaret suçu yeni, 9. Yargı Paketi’yle nasıl düzenlendi bakmaya üşendim ama… Hakaret davası açsalar hâkimin işi de zor.
İkinci unvan saltanatı
Osmanlı’dan sonra Türkiye belki ikinci “unvan saltanatı”nı yaşıyor yıllardır. Ne istersen var… Öyle denmese de “Peşkircibaşı” bile mevcut. “Sıradan saygısızlık”ın kol gezdiği ekranlardaki “Sayın” enflasyonu da bu döneme mahsus. Öyle sayılmasa da herkes “Sayın”… “Haber dili”nde bile “Sayın”dan geçilmiyor: “Laf ola berisi Sayın’la gele…”
Zaten üç-beş satır haber, “Sayın”lardan bolca demeç aktaran sunucunun, “anchorman”in iki satırı “Sayın Brown, Sayın Yellow ile görüştükten sonra, Sayın Black’in toplantısına katılarak, Sayın Red’i eleştirdi” faslına gidiyor. Alınmasın diye araya “Sayın halkımız”ı da serpiştirenler var.
Her cümleye “Sayın” eklemekten sohbetin insicamı da bozuluyor, “ihtiram”ın, saygı, hürmetin de bir kıymeti kalmıyor. İnsanı “insan”dan saymadıkça “Sayın” da dile-dibe vuruyor. Hakareti, saygısızlığı örtme, rötuşlama rolü de ayrı komedi: “Sayın Sayınoğlu terbiyesizlik, edepsizlik etme, haddini bil!”
“Dediğim dedik, çaldığım düdük”
Bu unvan saltanatının keyfini, tadını, suyunu çıkarıyor birçok insan. Durumdan, “kurum”dan geleni bir yana, düdüğü, ne idüğü belirsiz “unvan”dan da vazife, otorite çıkarıyor. Öyle olunca birilerinin “Dediğim dedik, çaldığım düdük” diye gezinmesi de normal esasında.
Unvanlar aslında “düdük”le yakından ilgili bence… “Aldatma, kandırma, boş, boşluk” anlamlarına gelen argosuyla bazısına “düdük unvanlar, itibarlar” da diyebilirim, “değersiz bir şeyi başkasına değerliymiş gibi satmak” fiiliyle “düdüklemek” de… “Parayı veren, düdüğü çalar…” da fazlasıyla tedavülde zaten. Her yerde öttürebiliyorsun.
“Bay Düdük”ün hikâyesi
Düdükten güç, itibar, ayrıcalık çıkarmak, yıllar önce Aziz Nesin’in kitabına unvanını, adını bile vermiş: “Bay Düdük”. Nesin hikâyesinde işsiz güçsüz Musa’yı anlatıyor. Bir gün stadyumun önündeki izdihamda karşılaşıyor onunla. Musa düdüğünü öttürünce ikiye ayrılıyor kalabalık. “Lan Musaaa!” diye seslenecek oluyor ama “düdüğe olan saygısından olacak” “Musaaa” diye bağırıyor.
Sonra da takılıyor düdüklü Musa’nın peşine, o izdihamda paşa paşa, rahatça giriyorlar maça. Çıkınca herkes taksi peşinde koşarken, o düdüğünü öttürüp taksiyi de çağırıyor anında. İnerken cüzdanına davranıyor Musa, şoför almıyor tabii: “Para istemez abi kurban olayım…”
Zurnanın zırt dediği yer
Nereye giderlerse düdük her işlerini çözüyor. O da özeniyor bu itibara, güce… Bir düdük alıyor, Taksim Meydanı’nda öttürüyor. Lâkin anında derdest ediyor polis. Anlıyor ki “düdük” önemli ama öttürmesini bileceksin. Zurnanın zırt diyeceği yere dikkat edeceksin; popüler “nağme”sini de öğreneceksin, “Bay Düdük”ün salınışını, azametini de…
Soyadıyla da unvana paye vermeyen Aziz Nesin “Başkanım”ı da dizelemiş, şiirselleştirmiş:
“Bir başkan nasıl olmalı? /Amaca vasıl olmalı. /Sesi de gür olmalı pek. /Ki maksat hasıl olmalı. /Bilgisi olmasa olur, /Görgüsü olmasa olur. /Makamını doldurmalı /(…) Kısaca budur sözümüz: /Bunca yıldır gördüğümüz, /Uzman değil, azman olsun!”
Başkasının borusunu öttürmek
Kendi düdüğünü, borunu öttüremiyorsan onun da çaresi var. Düdüğü, borusu ötenlere, nüfuzu/nüfusu olanlara, sözü geçenlere yamanacaksın. Güçlünün düdüğünü, borusunu öttüreceksin sen de… Boru değil artık o, bozuk düzen senfoni orkestrasının enstrümanı.
O sayede işi gücü nedeniyle “unvan”ı küçümseyici sıfatlar arasına karışanlar, bir baltaya sap, kazmaya lâkap bile olamayanlar da emaneten bir “düdük” elde edebiliyor, borusunu öttürebiliyor. Haberlerden sık okuyoruz bir anda “Kapı Ağası” olan kapıkullarını.
Ulaşamadığına murdar demek
Bazı işleri güçleri, meslekleri, unvanları âbat etmenin yanında, yerle yeksan etmek de bizde “gelenek”. Ki ulaşamayacağı unvanları da ötekileştirsin, “murdar” etsin. Sanatçıyı, şairi, yazarı “işsiz güçsüz” saymak da zaten “gelenek”ten.
Hatta onları arkasına “parçası” kelimesini ekleyerek “isim (soyadı) hâli”yle savuranlar da çok. “Şarkıcı, çalgıcı parçası” dedin mi, o sanatçının Spotify’daki parçaları, şarkıları gelmiyor akla. Ama Yeşilçam’dan bir sürü filmi, parçalı bulutlu “müzikal”i şıp diye hatırlıyorsun. Replikleri bile aklında.
“Efendilik”in makbul olmayanı
“Entel”ler “dantel”ler, “monşer”ler bir yana “Bay Kemal” yakıştırmasının da ekmeğini -yanında soğanı yumruğuyla kırarak- yemeye çabaladı iktidar. Yumruğunu masaya vurmayan Erdal İnönü de çekti “beyefendilik”ten, siyasette o hâliyle pek makbul olmayan “efendilikten”. Siyasette normalleşmenin de fikrimce ilk engeli o. Efendiliğin anlamlarının birbirine karıştırılması…
Öte yandan, “iş”ine yaramadığı için “Ben ne yapayım böyle aydını!” diyen Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in kemikleri çınlasın… O sözü de çınlıyor zira. Bu ülkede başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapan mühendisi bile “Çoban Sülü” olarak etiketlemek de istisnai örnek sayılmaz.
“Peh, peh, peh, peh…”
En “sıradan”ıyla satıcıların, küçük esnafın, “kapıcı”ların “efendi” olarak anılması da “beyefendi ile efendi” arasındaki sosyal tabakalaşmanın, “ayar”ın yaygın ifadesi. “Ağız”la oradaki beyin-beyefendinin tınısı da değişiyor, efendinin de… “Köylü milletin efendisidir”de de o efendi başka, hâli de vakti de bambaşka. Epeydir bu vecizeyi ağzına bile alamıyor “vecizebaşı”ları… Gülerler çünkü ağlanacak hâlimize.
Bay, Bey, Bayan filan olmanın tercümesi, vurgusu da farklı. “Bayansın, bak sana Bayan diyorum”un ağır nezâketi de… Unvanların türküsü de bazen bambaşka zaten: “Bir hışmınan geldi geçti peh peh peh peh /Kiziroğlu Mustafa Bey hey hey hey /Hışmı dağı deldi geçti /Ağam kim, paşam kim, gözüm kim, hanım kim /Kim kim kim… /Kiziroğlu Mustafa Bey /Bir Bey’in oğlu… Zor Bey’in oğlu”. Yeri geldiğinde o nakaratı tekrarlamakta yarar var belki: “Kim, kim, kim…”
(¹) Yazı unvanlar hakkında olunca yazar, Prof. Dr. Ahmet Battal’ın Tanıl Bora’yla ilgili vurgusunu da hatırlıyorum: “Tanıl Bora ‘unvansız’ bir akademisyen. Ama Cumhuriyet tarihinin (bilhassa “fevkaladenin fevki”ndeki, yakın, burnumuzun dibindeki tarihin Y.S.) ortalamasıyla bakacak olursak, bizce, unvan sahibi olmak için gerekli akademik yeterlilik açısından, “profesör” unvanını kabul etmesi tenezzülü olur.”