Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAnadolu romantizmi ve aydınımızın çaresiz halleri

Anadolu romantizmi ve aydınımızın çaresiz halleri

Anadolu, dışarıdan bakıldığında, apolitik bir meydan yeri gibidir; sadece çalışmaktan ve geçim endişesiyle yaşanan bir tabiat mücadelesinden ibarettir. Hayata bağlayan şey, küçük menfaatlerdir. Toplumsal ve siyasal olaylar, kimsenin içinde yer almadığı uzak birer tabiat hadisesi gibi görülmektedir. Siyasal otoriteyle tabiat hadiseleri arasında neredeyse bir fark yoktur. Güneşe nasıl ki karşı çıkılamazsa otoriteye de öylece karşı çıkmamak ve tam bir itaatle işine bakmak gündelik bir rutindir. Oysa, gerçek sahiden bu basitlikte midir? Yakup Kadri’nin Ergenekon’u halkımızı gerçekten tanımak isteyenler için vazgeçilmez bir kaynak.

Bunca sosyal bilimcimiz olmasına, onca aydınımız sürekli değerlendirmeler yapmasına rağmen nasıl oluyor da kimse toplumun neyi neden yaptığına dair herkesin üzerinde uzlaşabileceği şekilde, ideolojilere boğulmadan, güçlü açıklamalar getiremiyor? Her gün ve her an önünde olan biteni kavramaktansa uzak diyarlardan süzülüp gelen teorilere ya da ideolojik karinelere bel bağlamanın bir nedeni de bunun, bu denli büyük bir anlaşılmazlıkla baş etmenin incelikli -ve de üsttenci elbette!- bir yolu olması olsa gerek! İç gerçekliğe ne denli yaklaşamıyorsak o ölçüde dışa doğru itiliyoruz ve buralarda karşılaştığımız açıklamaları zorla getirmeye çalışmaktan ibaret bir bilimle yetiniyoruz. Aslına bakılırsa, aydıncılık oynuyoruz!

Oysa, belki de bilimin hissizliği, entelektüellerin duygusuzluğu ve realizmin katı perdesi, gerçekle temasımızı kesiyor ve daha duygulu, daha romantik bir yaklaşım ortaya çıkamıyor. Daha içeriden, daha yakından, daha yaşayarak, daha katılarak çalışmaya ve anlamaya ihtiyacımız var; büyük isimlerin teorilerini çevirip bir şablon gibi kullanarak toplumu bu şablona uymaya zorlamaya değil! Bir kelimeyle, romantizme ihtiyacımız var, belki de. Hiç olmadığı kadar hem de! Kendi kendimizi yeniden sevebilmeye ve duygularımızı düşünceye dönüştürmeye ihtiyacımız var. Aksi takdirde, gerçek sandığımız şey, ruhsuz bir katılıkla bize karşı koyuyor ve nüfuz edilmez bir bilinmezlikle etrafında dönüp durmamıza neden oluyor.

Romantizmi kaybettiğimizde, garip biçimde düşünceyi de kaybediyoruz. Geriye, ruhsuz bir yüzeysel bakış kalıyor. Böyle bakınca, pek çok insana göre halkımız tepkisizdir, mesela. Olayları uzaktan takip eder ve kendisine ancak yakın bir izleyici rolü biçer. Menfaatine dokunmadıkça haksızlıklar karşısında suskundur. Seçimlerini aklından çok duygularıyla yapma zaafı vardır. Amaçsızca çalışır, acılarını sessizce içine akıtır, biraz miskince bir tavırla dünyaya bağlıdır. Her şeyi bir kader gibi yaşar, başına gelenlerden ders çıkaramaz. Hep bir heyuladır, olaylara neden olan şey ve en sıradanda bile ilahi bir el aramaktadır. Hemen her zaman da bulmaktadır!

Anadolu, dışarıdan bakıldığında, apolitik bir meydan yeri gibidir; sadece çalışmaktan ve geçim endişesiyle yaşanan bir tabiat mücadelesinden ibarettir. Hayata bağlayan şey, küçük menfaatlerdir. Toplumsal ve siyasal olaylar, kimsenin içinde yer almadığı uzak birer tabiat hadisesi gibi görülmektedir. Siyasal otoriteyle tabiat hadiseleri arasında neredeyse bir fark yoktur. Güneşe nasıl ki karşı çıkılamazsa otoriteye de öylece karşı çıkmamak ve tam bir itaatle işine bakmak gündelik bir rutindir. Oysa, gerçek sahiden bu basitlikte midir? Bunun için, salt dışsal gerçeklikten ibaret duygusuz realizmden uzaklaşmaya ve halkla aynı duyguları hissedebilmeye ihtiyaç vardır. Ancak ondan sonradır ki bu insanların gerçekte ne düşündüklerini içeriden bir hissedişle görebilir ve doğru sonuçlara varabiliriz.

Yakup Kadri’nin Ergenekon’u (İletişim yay.) bunun için vazgeçilmez bir kaynak. Halkımızı gerçekten tanımak isteyen, olan biteni sahiden anlamlandırmak isteyenler için bulunmaz bir eser. Çünkü bu kitap, henüz başarıya ulaşıp ulaşamayacağı belli olmayan bir mücadelenin içinde, karanlık ve çaresiz bir zamanda yazılmış, Milli Mücadele yazılarını içeriyor. Başka bir deyişle, bu kitap bir halkı -tıpkı bir insan gibi- en iyi tanıma imkânı veren umutsuzluk ve kaybediş zamanlarında neler yapabildiklerini görerek, gerçek ahlakını ve gerçek değerlerini hiç olmadığı kadar açığa çıkararak görmemizi sağlıyor. Dışarıdan görünenle iç gerçekliğin nasıl da bütünüyle bambaşka olduğunu olabilecek en sarsıcı şekliyle gösteriyor. Tarihin tozlu sayfaları arasından,

hepimizi biraz romantik olmaya, ruhsuz ve duygusuz analizlerden uzaklaşıp daha romantik bir yerden bakmaya davet ediyor.

1920-23 arasında İkdam’da çıkan yazılarından yaptığı bir derleme olan kitabın başında, Anadolu insanının esas tabiatının, sanılanın -ya da beklenenin! – aksine “mefkürevi” olduğunu söylüyor, Yakup Kadri. Bunun üzerine çok düşünmek gerekir. Tanpınar’ın, Sahnenin Dışındakiler’de, “evvela kelimeleri, sonra yaşadıkça teker teker manalarını öğreniriz” demesi gibi, bu büyük kelimenin anlamını ancak yaşayarak öğrenebiliriz. 20-23 arası, işte bütün bu gibi kelimelerin iliklerine kadar yaşandığı zor zamanlar olduğundan, her türlü toplumsal-siyasal analiz için eşsiz bir dönem özelliği gösteriyor. 20-23 arasını anlamadan, bu toplumda hiçbir şeyi anlayamayız demek geliyor içimden, nedense!

Mefkürevi olma, hayatın en sıradan olayının dahi içsel bir manayla birleştirilmesi ve bir tür varoluşsal bir anlamla bütünleşmesi demektir. İçsel bir varlığın, dışarıdan bakıldığında görülemeyecek derecede kendi varlığının üzerine kapanması ve acılarını sevinçlerini, her türlü hallerini düşünceye dönüştürerek kendini koruması demektir. “Anadolu halkının mefkürevi olan tabiatı, hayatın en adi bir olayının da onun ruhunda, derhal destani veya mistik bir mahiyet almasına sebebiyet verir.” (s.31). O andan itibaren, miskinlik gibi görülen şey aslında içsel hareketin kendini büsbütün gizlemesidir: “İçlilik ve taşkınlık kabiliyetleri o derece derin ve harikulade olan bu halka uyuşuk ve iptidai diyenler ne kadar yanılıyorlar! Bunlar, yalnız Anadolu’nın dışını görenler ve ruhuna nüfuz edemeyenlerdir. Beyaz Kafkas tepelerinden yeşil Toros Dağları’na kadar uzayan o viraneler, o bataklıklar, o tezek yığınları altında asil bir sıtmanın ateşi yanmaktadır. Zaten dikkat edilecek olursa bu mübarek memleketin toprağı dünyanın ne kadar sıkıntısı varsa çekmiş ne kadar zevki varsa sürmüş, en müstesna, en tehlikeli, en yüksek ve en ince ruh hallerinden geçmiş bir adamın yüzü gibi buruşuklar, çizgiler içinde harap, yorgun ve solgun görünür. Anadolu, bazılarının sandığı gibi hastalıklı bir durgunluğun esiri değil, aşırı, derin bir hassasiyetin mahkumudur. Oradaki insanların hayatı bütün o basit, iptidai görünüşlerin arkasında, bizim şimdiki sanayi dünyasının, şimdiki teknik medeniyetinin buharı ile dumanlaşmış gözlerimizin kavrayamayacağı kadar geniş ve ‘batıni’ bir alemin sırlarını saklıyor.” (s.31).

Sadece bu satırlardan hareketle, denebilir ki, Anadolu’yu Yakup Kadri kadar kavramış çok az sanatçı vardır. Burada her türlü dışsal kavrayış ve karşılaştırma, batıni olanı yaşayamama demektir. Tıpkı, sözlerini hissedemeden salt melodisiyle bir şarkıyı dinlemenin yeterli duygulanımı oluşturamaması veya manevi hazzına varılamayan ibadetin bir süre sonra yorgunlukla sonuçlanması gibi, kendine dışarıdan, kabuktan bakma da hakiki hissi öldüren ve kendi kendini yorarak değersizleştiren bir etkide bulunur. Tam da bu yüzden, yazılardan birinde, Kastamonu’dan Ankara’ya giderken yol üzerinde rast geldiği bir “aydın” kişi, Yakup Kadri’ye, “Ankara’ya vardınız mı İnebolu’dan başlayarak bütün geçtiğiniz yerler size İsviçre gibi görünecek.” demesine çok kızar ve şöyle yazar: “Yarabbi, buralarda da size İsviçre’den söz eden kimseler var! Kendimizi durmadan Avrupa ile karşılaştırmak zihniyeti buralara kadar işleyip yayılmış. Halbuki ben bu viran ana yurdunda Avrupa’ya dair ne varsa hepsini unutmaya gelmiştim…Biz bu alemi her şeye rağmen içimizde veyahut beynimizde taşıyoruz. Kendi mülkümüzü, kendi insanlarımızı, kendi manzaralarımızı, kendi hayatımızı hep onun arkasından görüyoruz.” (s.63).

Yani, bozulmuş haliyle görüyoruz. Bizzat kendi elimizle bozarak başka türlü bir gerçeklik uyduruyoruz. Başkalarının gözleriyle, daha önemlisi, hep dışarıdan görünen halleriyle ve başka türlü bir mantığa uyarlanmış şekliyle görüyoruz. Oysa gerekli olan şey, Anadolu’nun başka türlü olan dünyasını ve düşünüşünü anlayabilmekte gizlidir: “Anadolu’nun kendine göre bir giyinişi, bir yürüyüşü, bir konuşuşu olduğu gibi kendine göre bir de mantığı var. Onlar [Anadolu insanı] dünyayı bizim gördüğümüz tarzda görmüyorlar. Her adımda bizi onlardan ayıran uçurumun ne kadar derin olduğunu hissediyorum.” (s.64).

Yakup Kadri, Ankara’ya doğru ilerlerken Çankırı’da konaklamak durumunda kalır ve buraya kadar alıntılayarak aktarmaya çalıştığım görüşlerinin ete kemiğe bürünmüş halini ilginç bir olayla yaşayarak görür. Hadise şöyledir: Çankırı’da kaldığı gece müthiş bir tahtakurusu saldırısına uğradığı için bir türlü uyuyamaz. Kalkıp kasabanın çarşısına giderek bir süre dolaşmak ister. “Bu, herkesin sahuru beklerken kahvelerde oturduğu ve tekkelerde zikrettiği bir Ramazan gecesidir.” (s.64). Bütün minarelerden, temcit denilen, sabah namazından önce okunan, sürekli tekrarlar içeren dualar yankılanmaktadır. Bu sesler öylesine coşkundur ki, “Birdenbire cezbesi tutmuş bir sürü derviş kasabanın içinde ilahiler okuyarak, nefesler söyleyerek dolaşıyor sandım ve sokaklarda bunlara rast gelmek için dolaştım.” dedikten sonra, şöyle ekler: “Neden sonra anladım ki, bu sesler minarelerden geliyor. Hiç şüphesiz bir yabancı da böyle bir yerde ve böyle bir gecede kendini benim kadar garip hisseder ve bu temcit seslerinin kaynağı ona da bu derece meçhul kalabilirdi. Hele bu seslerin fışkırdığı bağırların derinliğine inebilmek kim bilir ne kadar zor bir iştir.” Ve ardından, bugün de geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan o büyük soruyu sorarak, kendi cevabını verir: “Bütün gün dükkân adı verilen tahtadan inlerinde, birkaç semerle bir iki tutam urgan arasında birer Buda heykeli hareketsizliğiyle duran Çankırılıları gece iftardan sonra böyle minarelere çıkartıp bağırtan heyecanın nev’ini, mahiyetini tayin etmek diyebilirim ki bizim için imkân dışıdır.” (s.65).

Mesele, bir bilme, düşünme, analiz etme ve doğru değerlendirme meselesi değildir belki de…Belki de sadece bir duygulanamama, hissedememe, acılara ve sevinçlere dahil olamama, şarkının sözlerini duyamama, gizemli olanın sırlarına erememe, güneşin sıcaklığını hissedememe ve bir kelimeyle kalpten sevememedir!

- Advertisment -