Aslında her şey çok iyi başlamıştı.
Türkiye, Afrika açılımında Somali’yi kendisine bir pilot ülke gibi seçmiş, Somali devletine askeri, sivil yardımlar yapmış, okullar, üniversiteler, hastaneler açmış, ülke dışındaki en büyük askeri üssün Somali’de açılması Türkiye’de emperyal milli gururu okşamıştı.
2011’den beri gelişen bu ilişkiler çerçevesinde binlerce Somalili öğrenci de Türkiye’ye eğitime geldi. Kimisi tıp okudu, kimisi ilahiyat…
Onlardan bir kısmı da kendilerine dostluk gösteren Türkiye’de kalmaya, bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaya karar verdi.
Türkiye ve Erdoğan iktidarını sevdikleri ve güvendikleri için Avrupa’dan, Kanada’dan Türkiye’ye gelenler, sermayesini getirip iş açanlar oldu ve böylece özellikle ilk gelenlerin yerleştiği Ankara’da küçük bir Somali topluluğu oluştu.
Çoğu Türkiye’de üniversite okumuş, iyi Türkçe konuşan orta sınıf Somalililerdi bunlar. Bazıları İngiltere, bazıları Hollanda vatandaşıydı. Aralarında Londra’dan Ankara’ya yerleşip konfeksiyon açanlar bile vardı.
En başta bu Somali topluluğuna hitap etmek için lokantalar, cafeler, berber, konfeksiyon, market, geçici dövmeci dükkanları, vize ofisleri açıldı.
Sayıları 30’a yakın bu işletmeler Ankara’nın merkezi Kızılay’ın Sümer-1 ve Sümer-2 sokaklarında sıralandı.
Başka bir ülkedeki küçük toplulukların dayanışma ve güvenlik için sergiledikleri ortak bir davranış kalıbı bu.
Böylece Berlin’deki Türk mahallesi Kreuzberg, New York’ta Chinatown’un minik bir versiyonu olarak Ankara’nın Kızılay’ında bir Afrika köşesi oluştu.
Ama bırakın yabancıları, ülkedeki farklı kültürlere bile alışık olmayan Ankara gibi gri bir şehir için fazla iddialı, renkli bir köşeydi bu.
Ama beklendiği gibi olmadı, belki de Afrikalı oldukları için sempatiyle karşılandılar.
Çevre esnaflarla çok iyi ilişkiler kurdular, farklı bir damak tadı olmasına rağmen Türk müşterilerinin sayısı arttı.
Hatta Anadolu Ajansı, 2019 yılında bu lokantalardan Somali Sofrası’nı “Somali Mutfağını Başkente Taşıdılar” başlıklı bir haberle abonelerine duyurdu:
“Üniversite eğitimi için Türkiye’ye gelen Somalili Abdülnasır Hasan, Muhammed İsse Abdullah ve Adam Halac Yusuf’un birlikte açtığı “Somali Sofrası” ismini verdikleri restoran, bu ülkeye özgü geleneksel yemekleri başkentlilerle buluşturuyor.
Somali Sofrası”nın ortaklarından girişimci Abdülnasır Hasan, üniversite eğitimi için 2012’de Türkiye’ye geldi.
Samsun 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun olan Hasan, daha sonra yüksek lisans eğitimi için 2016’da Samsun’dan ayrılarak Ankara’ya yerleşti.
Atılım Üniversitesindeki yüksek lisans eğitim sırasında kendisi gibi Türkiye’de okuyan Somalili arkadaşlarıyla ileriye dönük neler yapabilecekleri üzerine daima kafa yoran Hasan, son yıllarda başkentte sayıları artan Somalililerin taleplerini karşılayacak bir mekan açma fikri üzerine yoğunlaştı.
Hasan ve iki arkadaşı, Somali’den ve özellikle Avrupa’dan Ankara’ya gelen Somalililerin sayısının artması üzerine başkentte ülkesine özgü yemeklerin yapıldığı bir restoran açmaya karar verdi.”
Sonra Türkiye’de havalar yabancılar için sertleşmeye başladı.
Ekşi Sözlük’te “Ankara’daki Afrikalı yoğunluğu” entryleri açıldı.
Ve iki yıl sonra Nisan 2021’de bu kez aynı Ankara’daki Somali topluluğu Sözcü gazetesine manşet oldu:
“Ankara’nın göbeği Somali oldu.”
“Doğu Afrika ülkesi Somali’den gelen iş insanları ve sığınmacılar, Ankara’nın göbeği olan Kızılay’daki iki sokağı baştan sona kendi ülkelerine çevirdiler. Somali dilinde tabelalar asarak, lokanta, kafe, berber, butik, kuaför ve marketler açtılar.”
Bu haberden sonra hava değişti. Devletin gözüne batmayan Kızılay’daki Somalili topluluğu göze batmaya başladı.
İşletmelere polis denetimleri arttı.
Resmi ve resmi olmayan denetimlerle Somaliler taciz edilmeye başlandı.
Bu arada Anadolu Ajansı, bu gelişmeler üzerine ikinci kez Ankara’daki Somalilere pozitif bir haberle destek verdi:
“Başkentteki Somalililerin kültürel izlerini taşıyan dükkanları şehre hareketlilik katıyor. Somalili girişimci, açtıkları kendi kültürlerinden izler taşıyan lokanta, kafe, berber, kuaför ve marketlerle bir yandan kente değer katıyor, diğer yandan hem kazanıyor hem de Türkiye ekonomisine katkı sunuyor.”
Fakat devletin ajansının verdiği destek bile Ankara Emniyeti’ni durdurmadı.
Polis memurları günde üç-dört kez işyerlerini denetlemeye başladı, dükkan sahipleri çeşitli gerekçelerle gözaltına alınıp nezarethanede beş-altı gün tutuldu., müşteriler bile bu mobbingin mağduru oldu.
19 yaşında 2012’de eğitim için geldiği Türkiye’de yaşamaya devam edip iki lokanta açmış Muhammed Abdullahi o günlerde konuştuğu medyaya polisin kendilerine ‘Burayı Türkleştireceğiz, Somalilileri söküp atacağız’ dediğini aktardı.
Polisin Somalilerden istediği Kızılay’ı yani Ankara’nın merkezini terk edip, yaşadıkları semtlerde, mesela Afrikalıların tercih ettiği Keçiören’de dükkanlarını açmalarıydı.
Yani Ankara’nın ortasında durmayın, gözümüzün sizi görmeyeceği bir yere gidin diyordu polis.
Saab Lokantası’nın ortaklarından olan bir Türk vatandaşıyla evli, iki çocuk annesi Türk vatandaşı Etiyopyalı Mesaret Hanım, polisten “Burda siyahları istemiyoruz” lafını da duymuştu.
Polisin tacizleri dükkan isimlerinin değiştirilmesi için artarak sürdü.
Somali Sofrası adını Güzelyurt Sofrası’na çevirdi, Afrika Coffee “Hakan Köfte” oldu, Kafi Sofrası, Anadolu Sofrası…
Ama baskılar göz altılara dönüşünce çok sayıda Somalili pes etti, iflas edenler, dükkanlarını kapatanlar, Hollanda’ya, Kanada’ya geri dönenler oldu.
Dokuz lokantadan altısı kapandı, üçü adını değiştirerek yaşamaya devam etti.
Saab da direnen lokantalardan biriydi.
Ama son dokuz aydır ismi yüzünden polis tacizleri sürüyordu.
“Saab” Somali dilinde develere yüklenip su taşınan kaplara verilen bir isim.
“Saab olmazsa su, su olmazsa hayat olmaz” diye bir atasözleri bile varmış.
Ama polis bir kere bu ismi yabancı bulmuştu.
Önce beyaz zemin üstüne siyah yazılmış tabelası kaldırıldı, tabelasız olarak devam ettiler ama baskılar sürdü.
Polisin ırkçı tacizleri medyada duyulunca kamuoyunun tepkisi ile bazı AK Parti’ye yakın kişiler araya girdi, sorun çözülür gibi oldu.
Bundan cesaret alan lokantanın sahipleri onlara destek veren gönüllülerin yaptığı renkli tabelanın açılışına kendilerine destek veren insanları davet ettiler.
Ama Kızılay’da Somalili görmek istemeyen Ankara Emniyeti yine yerini almıştı.
Bu sefer ilk kez karşılarında bir milletvekili buldular: Kendisi de azınlık olmayı, gurbette varolmayı iyi bilen, uzun yıllar Avrupa’daki Milli Görüş Teşkilatı’nın hukuk kanadında bu mücadeleleri vermiş DEVA Partisi İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu’nu…
Ama Yeneroğlu’nun muhatabı bu kez hukuk dışına çıkmayı aklından geçiremeyecek Alman polisi değil, kimseye hesap vermeyeceği konusunda özgüveni tam, ali kıran baş kesen bir emniyet amiriydi.
Tam titri Ankara Emniyeti Göçmen Kaçakçılığıyla Mücadele Şube Müdürü…
Sınırlardan göçmenlerin koşarak ülkeye girdiği, belediyelerin gri pasaportla göçmen kaçakçılığı yaptığı bir ülkenin başkentinde canının fena halde sıkıldığı anlaşılan müdür, bir kısmı vatandaş, tamamı çalışma izinli, vergilerini veren Somalili esnaflarla mücadeleyi kendine iş etmiş.
Ya da Ankara’nın ortasında siyah tenli Afrikalılar gözüne batan daha üst rütbeli bir ırkçı işgüzarın talimatlarını uyguluyor.
Atanmış bir devlet memuru olarak bu cesareti nereden aldığını Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ertesi gün yayınladığı neredeyse racon keser gibi yazılmış açıklamadan herkes öğrendi.
Yeneroğlu’na “Teşkilatımıza yönelik düşmanlığı herkesçe bilinen milletvekili” diyen Emniyet, personeline ise “hukuka aykırılık oluşturan olaya personelimizce doğru şekilde müdahale edilmiştir” diyerek sahip çıktı.
Yeneroğlu hakkında suç duyurusunda bulunan Emniyet, emniyet amirini ise sadece “nahoş bir kelimesi için” uyardıklarını açıkladı: “Bir polis amirimiz istemediğimiz bir şekilde karşılık vererek, nahoş bir kelime kullanmıştır. Sadece kullandığı bu kelime bizi üzmüş olup, konuyla ilgili tahkikat başlatılmış ve ilgili personele gerekli uyarılarda bulunulmuştur.”
Genel Müdürlük gibi değil, Genel Reislik gibi açıklamalar yapan bir Emniyet’le ne kadar emniyette olduğumuz bir tarafa, esas kritik soru şu:
Nasıl oldu da 2022 yılında Ankara’nın ortasında ancak 1950’lerde ABD’de ırkçılığın merkezi Alabama’da mümkün olabilecek olaylar yaşanabildi?
Bu kez sadece göçmen karşıtlığı, ayrımcılık değil, apaçık ten rengi ırkçılığına dönüşmüş bir yabancı düşmanlığı var karşımızda.
Üstelik bunu yapan vatandaşlar da değil bizzat devletin kolluk güçleri?
Bu sorunun cevabı üzerine ne iktidar ne de muhalefet cephesinde açıkça konuşmak çok zor.
Çünkü bugün hem iktidar hem de muhalefet bu ayrımcılığı ve yabancı düşmanlığını besleyen milliyetçilik ve ulusalcılığın kıskacı altında.
Çözüm Süreci hayal kırıklığı ve hendek olaylarıyla başlayan, 15 Temmuz darbe girişimiyle güçlenen, insan hakları, demokrasi, liberal değerlere karşı düşmanlıkla büyüyen bu fikirler artık Türkiye’nin bütün siyasi, fikri hayatını esir almış durumda.
Bir zamanlar Ali Şükrü bey için anmalar yapılan ülkede artık Topal Osman’ın itibarının iade edilmesi konuşuluyor. Dersim için devletin özür dilediği ülkede Aynur Doğan konserleri yasaklanıyor.
Her akşam televizyonları milliyetçiliğin ve ulusalcılığın farklı renklerinden ama temel meselelerde aynı şeyleri söyleyen iktidar yanlısı veya muhalif insanlar dolduruyor.
Bütün konuşmalar PKK ve FETÖ’yü kınayarak açılıp, bütün tartışmalar en milliyetçi benim yarışına dönüyor, uzlaşmalar da yerli ve milli olmak üzerinden kuruluyor.
Bütün dünyayla kavgalı ama dünyada saygı görmek de isteyen, emperyal hayalleri olan ama en yakın komşu milletlere bile düşmanlık güden, Türkiye’yi hem olduğundan büyük görüp hem de içine kapatmak isteyen, komplo teorilerine müptela bir bakış kamusal tartışmalara hakim ya da kamusal tartışma imkanlarını yok ediyor.
İstanbul’un nüfusunun yarısı kadarki Yunanistan’la kavga etmeyi büyüklük, kendi adlarıyla bile konuşmayan göçmenleri otobüslere doldurup gönderme planları yapmayı cesaret zannediyorlar.
Türkiye’nin sınırlarına sığmıyorlar ama genişletmek istedikleri topraklarda yaşayan insanlardan da nefret ediyorlar.
Ve maalesef bu fikirler hem iktidarda hem de muhalefette.
AK Parti’nin zayıf ideolojik formasyonu, otoriterleşme döneminde iyice yetersiz kalınca ittifak ortağı MHP’nin tutarlı ideolojisiyle takviye oldu.
Ve bu milliyetçi devletçi muhafazakarlık artık AK Partili kitlelerin ve tabii ki devlet memurların resmi ideolojisi haline geldi.
Dindarlığın eğer sağlam bir Milli Görüş ve tarikat referansı yoksa FETÖ şüphesi yarattığı devlette ülkücülük ve milliyetçilik bugün en güvenli siyasi pozisyon.
İttifakın devamı her türlü davadan büyük, kamu görevlisine hesap sorma, açığa alma, insan hakları ihlallerine kulak asma gibi hasletler de zayıflık alameti olunca…
Sonuçlardan biri Kızılay’da bitirim bir polis amirinin seçilmiş milletvekiline ve beş tane Somaliliye racon kesmesi olarak ortaya çıktı.
Türkiye’nin abiliğini kabul etmiş KKTC dışındaki dünyadaki belki de tek ülke olan Somali’nin Ankara’daki üç tane lokantasına bile tahammülsüz bir nizami alemcilik, ümmetçilik ve milliyetçilik bu.
Bu milliyetçi ve ulusalcılığın gözüne sadece Kızılay’daki Somalilerin tabelaları batmıyor, Türkiye’deki her türlü farklılık da onları tedirgin ediyor, tetikliyor, Türkiye’yi herkesin birbirini tanıdığı, hiçbir şeyin değişmediği, hiçbir olayın sürpriz olmadığı durağan bir taşra kasabası gibi tahayyül ediyorlar.
Tam da Alabamalı ırkçılar gibi… Hayatın değişimi, çeşitlilik, yeni talepler onları da ürkütmüştü.
Bu bakış büyük insani birikimi olan bir toplumu konuşamaz hale getiriyor, farklı fikirleri kamusal alandan tasfiye ediyor, büyük bir ülkeyi küçültüyor ve utandırıyor.
Ve galiba daha da utandıracak…