Bazen her şey bir kazayla başlar. Birdenbire…
Trafik kazası, iş kazası, okul, meslek, iletişim, hatta izdivaç kazası… Seçimimiz bize çelme takar yahut biz hep düzayak gideceğine inandığımız hayatın önceden fark etmediğimiz kasisine takılırız. O “kaza”, yolumuzu, yönümüzü, tahminlerimizi, -hatta kan/idrar dâhil- tüm değerlerimizi, tahlillerimizi değiştirebilir.
Kazaradır… Ama adını bazen kader koyarız. Yıllar geçince kaderi “hasbelkader”diyerek az yumuşatır, “tesadüf”deriz o kazaya. “Tesadüfen oradaydım…”, “Tesadüfen geçiyordum…”
Bazen “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına”dır, başka coğrafyalara, farklı dünyalara sürükler. Bazen o kör talih, zalim felek tüm ömrünü 45’lik plağın döngüsüne hapseder de, geçen yılları anca plağın cızırtısından anlarsın.
Aşk da böyle bir şey. Birdenbire… Birdenbire ise, tesadüfen. Elâlemin ilk merakının “Nerede tanıştınız, ilk nerede karşılaştınız?” olması, ondan. Sıkı bir yağmurun ardından sığındığınız mağarada, ateşte elbiselerinizi kuruturken -baş başa- karşılaşmak varken… Sevdiceğinizle her gün gittiğiniz ve bir ömür gideceğiniz işyerinde, karşı masada otururken tanışmak, ne kadar hayal kırıklığına uğratıyordur kimbilir o “merak”ı.
Tesadüfen… Aşk her yerde olabilir; her yere, her şeye, betonarme yaşamlara bile sızıyor zira. Bazen “hayat” bile demesi müşkül, yığma “yaşantı”lara da…
Kışın sımsıkı kapalı pencerenin pervazından birdenbire sızan, sonra evin iklimine hâkim olan esinti misâli. Sızmakla kalmıyor; kabını zorluyor, parçalıyor, olmadı değiştiriyor, adını koyuyor, anlamını yeniden üretiyor.
Sızım sızım sızlar ya için, öyle de sızıyor bazen.
Aşk insanı benzetir
O koca, o kalabalık duygular bazen sızdığı gönlün dört duvarına sıkışıyor, n’apsın, onun sıfatını takınıyor. Hamuru o suya değince, katılaştıkça, boğazda düğümlendikçe kıvam alıyor sanki. Aşk da dense, aslında cürmü kadar. Bazen ne aşıka benziyor, ne maşuka. Ama aşk onu benzetiyor. İyice benzetiyor.
Senin aşk kavramına, hal ve gidişatına, müfredatına uymasa da… Olsun. “O aşkın serancamı, onun modeli öyle” der, geçersin. “Aşk bu değil, yapma güzel” diye söylenirsin en fazla. Ya da biraz gücenerek, biraz fazlasını dileyerek “Aşk olsun!” dersin. (“Aşk olsun”un hem sitem, kınama, hem aferin, helal olsun anlamına gelmesi, hem de derviş selamı olması, ne hoş bir deyim karnavalı. Diyorum ya; aşk girince işin içine, her şeyi lügatince adlandırıyor.)
Aşkın dar halleri, aşktaysan kibir, yalnızsan şefkat uyandırabilir sende. İlki en büyük günahtır, ikincisi bazen bencillik. Şefkat, ona değil kendinedir. Şefkat beklentidir zira; kuldan ya da tanrıdan… Fark etmez. Şefkat bazen en büyük günahın saklandığı çekmecededir.
“Meşru müdafaa” değilse, size göre aşk olmayan “aşk”lara diklenmenizi tavsiye etmem. Müvekkilinin aşk olmayan yakınlığının aşk olduğunu türküsüyle, şiiriyle, romanıyla savunan avukat ordusu karşısında, savcıya sükût, hâkime “takipsizlik” düşer. Hükmü, hükümlülüğü size kalır.
Barış Bıçakçı’dan mülhem, “Aşkın insanı zenginleştirdiğini biliyorduk, (bazen) fakirleştirdiğini de bilelim,” yeter.
O değil de şudur herhal
Aşkı bir nevi “olmayana ergi metoduyla” anlamaya çalışmanın, “O değil de şudur herhal” demenin de tam yeri, zamanıdır. Devridir. “Olanın” değil “olmayan”ın tahayyülünü gerektirir bizim gibi coğrafyalarda aşklar. Varlığın yoklukla kanıtlanması… Yaşantıların aks’ı değil, tam aksi. Zamanıdır.
Anlama çabası, en sevdiğiniz yanılsamanızsa… Ve her yanılgınız -hayret- sizi yeni bir aşka hazırlıyorsa… Yılmayın. Zaman geçer, sakal ağarır… Aşkı nerede görsen tanırsın. Kiminde selamın karşılıksız da kalsa… Erdin artık, aldırmazsın.
Ne zaman “aşk ve …….” desem, o nokta noktamın yerine konan her kelime kanatlanıyor. Aşkın peşinde, bir başka yere, bir başka anlama çırpınıyor. Oraya uçuyor sonra, kuruyor kendi cümlesini. Aşkın bir örnek yayılmacılığına, lisanına meydan okuyor sanki. Tek tek ve sonra cümleten ayaklanıyor.
“Aşk”ın ardına eklenen “ve”den sonra gelince bir kelime… Yalnızlık, misal “aşk ve yalnızlık” olunca… Anlamını artık Güncel Türkçe Sözlük’te bulamıyorum. (Ne güzel.)
Arıyorum her kitapta, her filmde, hatta her masalda… Arıyorum her yerde, soruyorum ıssız gecelerde… Muhabbet bağında… “Sarışın başladığım esmer bitiyor.”
Romanın arasındaki gül
Denizden çıkan ince bileği gümüş halhallı kadının ayak izleri, Ekim ayında kapanan ıssız çay bahçesinin betonuna damlıyor. Saçını silkeliyor, beni fark etmeden. Dönüyor, ellerini bağrında çapraz kavuşturup bir süre denize bakıyor. İçini ufka yollamak yahut denizi içine almak istiyor belli. Kurulanmadan ayrılıyor kumsaldan, başı önünde… Uzaklaşırken bir an bileğindeki gümüş kelepçesi parıldıyor. Güneşin bu mevsimde nasıl puslu kaldığını düşündürüyor o gümüş sana. Nasıl kifayetsiz, sönük kaldığını…
Ona bakıyorsun, dönüp denize bakıyorsun… Sızıyor işte… “Aşk ve gümüş”tür artık mesele, Ag tek başına ne kelime?
Aşkın tarif kaldırmazlığını, anlaşılamazlığını, yeterince anlaşılmaz bir şekilde yazabildim mi bilemiyorum ama… Aşk birdenbire ve tanımı gereği tesadüfen. Birdenbire sızıyor hayata, her şeyi yeniden tanımlıyor, adlandırıyor. Aşkta nominalist bir heves var da ondan. Öyle de bir hırs var. “Var ya, adını, sevdamı dağlara yazarım” var. Aşkitom diye başlayıp, yıllar sonra Tontişim diye yürüyen lakaplar var. Sahiplik-sahipsizlik var, cep sözlüğünde. Koca bir kitabın arasında gül misali kuruması var.
Aşk dünyasının “adlandırdığı gibi” olmasından hazzediyor. Padişahı, feriştahı gelse, hayâli o. Sultanı desen… Belki yalnız anlarında o koca padişahını “Memoşum benim” diye seviyor. Padişah kapıcıbaşısına sesleniyor, hârici seferini sonraki güne erteliyor.
Demeye dilim varmıyor ama aşk “sömürgeci.” Mührünü kuşağında taşıyor, ağını elinde: “Yort savul! Açılın, tarihin en istilacı imparatoru geliyor.” Ki boynumuz kıldan ince…
BİR ROMAN/BİR TESADÜF
TABLODAN AŞK…
“Yapacak mühim işlerim yoktu. Tesadüfe itaat ederek sergiden içeri girmeyi tercih ettim ve duvarlardaki küçüklü büyüklü birçok tabloları alakasız gözlerle seyrederek uzun müddet dolaştım. Büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birdenbire durdum. O andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra, anlatmama imkân yok. Yalnız orada, kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum.
Bu portrede ne vardı? (…) Bu çehreyi veya benzerini hiçbir yerde, hiçbir zaman görmediğimi ilk andan itibaren bilmeme rağmen, onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. Bu soluk yüz, bu siyah kaşlar ve onların altındaki siyah gözler; bu koyu kumral saçlar ve asıl, masumluk ile iradeyi, sonsuz bir melal ile kuvvetli bir şahsiyeti birleştiren bu ifade, bana asla yabancı olamazdı. Ben bu kadını yedi yaşımdan beri okuduğum kitaplardan, beş yaşımdan beri kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. Onda Halit Ziya’nın Nihal’inden, Vecihi Bey’in Mehcure’sinden, Şövalye Büridan’ın sevgilisinden ve tarih kitaplarında okuduğum Kleopatra’dan, hatta mevlit dinlerken tasavvur ettiğim, Muhammed’in annesi Âmine Hatun’dan birer parça vardı. O benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir imtizacıydı. (…) Siyah gözleri anlaşılmaz, derin düşüncelere dalmış gibi yere bakıyor, adeta bulamayacağından emin olduğu bir şeyi son bir ümitle aramak istiyordu. Buna rağmen bakışındaki hüzün biraz da istiğna ile karışıktı. Sanki: “Evet, aradığımı bulamayacağım… Fakat ne olur?” der gibiydi.” (Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna.)