Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler uzunca bir süredir derin dondurucuda oturuyor. Bu durumun hem iç hem dış politika nedenleri var. Aslında bu nedenler yıllardır ayrıntılı bir şekilde irdeleniyor ve kamu oyumuz ile konuyu uzaktan veya yakından takip edenler bunlar hakkında az çok sağlam bilgilere sahiptir. AB açısından bu nedenler çeşitli kurumların (Avrupa Parlamentosu (AP), Konsey ve Komisyon) belgelerinde ayrıntılı bir çeşitle bir şekilde açıklanmış olup, herhangi bir gizliliğe sahip değillerdir.
Çok özetle ifade etmek istersek, özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, parlamenter sistemin terki ve tek adam rejimine geçiş neticesinde ülkemizin demokrasi ve hukuktan ve dolayısıyla AB değerler ve kriterlerinden uzaklaşması katılma müzakerelerinin sürdürülmesi için önemli bir engel teşkil ediyor. Avrupa Komisyonu 2004 yılında yaptığı ve katılma müzakerelerin başlamasını önermesine yol açan, ülkemizin bu müzakerelere başlaması için olmazsa olmaz şartını teşkil eden Kopenhag siyasi kriterlerine yeterli ölçüde uyduğu yolundaki tespitini bugün olsa şüphesiz yapmazdı. Zaten uzunca bir süredir Komisyonun yıllık Türkiye raporlarında ülkemizin nerede ise her alanda AB’den uzaklaşmakta olduğuna örneklerle işaret edilmektedir. Nitekim 2018’den beri AB Konseyi herhangi yeni bir fasıl açma hazırlığının yapılmadığını söyleyegelmektedir. O kadar ki AP Türkiye raportörü ve ülkemize bir antipati beslediği iddia edilemeyecek olan Nacho Sanchez Amor, son günlerde sunduğu ve Dış İlişkiler Komisyonunda aleyhte oy olmaksızın kabul edildikten sonra Eylül ayında AP Genel Kurulunda aynı şekilde geçmesi beklenen Türkiye raporunda Komisyonun yeni bir ilişki modeli üzerinde çalışmasını telkin etmektedir. AB ülkelerinin devlet ve hükümet başkanları zirvesi 30 Haziran tarihinde yaptığı son toplantısında Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’den ilişkilerin durumu hakkında bir rapor sunmasını istemiştir. Bu raporun da sonbahar aylarında ortaya çıkması beklenmektedir.
Üyelik müzakerelerinin yeniden başlaması ülkemizde çok kapsamlı bir demokratik ve hukuk reformu yapılmadan pek mümkün görülmemektedir. Bu reformların yapılması ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır adım adım devreye soktuğu tek adam rejiminden geriye dönüşü gerektireceği için gerçekleşmesi ihtimali yoktur. Diğer taraftan ülkemizin son yıllarda laiklikten uzaklaşarak İslami değerleri her alanda ön plana itmesi, her biri hukuken değilse de siyasi hayat açısından tamamen laikleşmiş AB ülkelerinin arasına girmemizi zorlaştıran unsurların başında gelmektedir.
Gümrük Birliğinin derinleştirilmesi de mevcut ortamda pek mümkün görülmüyor. Komisyon yıllık raporlarında ülkemizin Gümrük Birliği kurallarından sapmalara düzenli bir şekilde işaret eder olmuştur. Gerçi son yıllarda bu sapmaların azalmakta olduğu raporlardan anlaşılıyor. Ancak Konseyin Gümrük Birliğinin derinleştirilmesi ve modernleştirilmesi müzakerelerini başlatma talimatı 2016 yılından bu yana Konsey tarafından Komisyona verilmiyor. Buradaki başlıca engel ülkemizin mevcut Gümrük Birliğini Kıbrıs’a uygulamamasıdır. Bu durum değişmedikçe müzakere talimatının verileceği şüphelidir çünkü Yunanistan ve Kıbrıs buna karşı çıkacaklardır. Kaldı ki, Gümrük Birliğinin derinleştirilmesi ve modernizasyonundan anlaşılan, 2014 yılında Dünya Bankasının hazırladığı rapora dayanarak, hizmet ticareti, tarım ve kamu alımlarının rekabete açılmasıdır. Bir vatandaş olarak kamu alımlarının saydam ve rekabete açık bir şekilde yapılmasını, dolayısıyla Gümrük Birliği kapsamına alınmasını çok isterim. Ancak bu iktidarın böyle bir şeye yanaşacağını bekleyecek kadar saf dilli değilim. Aynı şekilde et ve süt üretimi başta olmak üzere tarım sektörümüzün AB rekabeti ile başa çıkması, ülkemizdeki maliyetlerin AB ortalamasının çok üstünde olması ve sektörün eşdeğer desteklere sahip olmaması nedeniyle pek mümkün görülmüyor. Hizmet ticaretinde serbestleşme ise kişilerin dolaşımına yol açacağı endişesiyle 25 yıldır Almanya ve Avusturya gibi bazı AB ülkelerinin engellemeleri nedeniyle gündeme getirilmemektedir.
Vize konusu da etraflıca incelendi. Vize serbestleşmesi için gerekli kriterlerin en can alıcı olanlarının yerine getirilmediği bilinmektedir. Özellikle bunlardan biri olan Terörle Mücadele Kanununun üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyi (AK) standartlarına uyarlanması ülkemizi tamamen değiştirecek, AİHM kararlarının uygulanması sorununa belki hızlı bir çözüm getirecek olması nedeniyle çok önemli olurdu. Ancak bu reformun da iktidarın kabul edebileceği bir şey olduğunu sanmıyorum. Olsa idi, ilk gündeme geldiği 2016 yılından bu yana yapılabilirdi. Vize konusunda umut edebileceğimiz en iyi şey kademeli ve uzun vadeli bir kolaylaştırma sürecidir.
Bu karanlık tablo karşısında ilişkilerde somut bir şey beklemek zordur. İktidarın da ilişkilerin derin dondurucuda kalmasından en azından son zamanlara kadar pek rahatsız olmadığı görülmekteydi. Gerçekten de AB ile yakınlaşmaya yol açacak iç veya dış politika adımlarının hepsi iktidarın işine gelecek şeylere benzemiyordu. Gerçi Mavi Vatan “doktrininin” unutturulmuş olması ve Mısır ve İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesi neticesinde, ülkemiz ile AB arasındaki ilişkilerde de Kıbrıs boyutundan dolayı sorun yaratan Doğu Akdeniz’deki krizin hafiflemiş olması bir sıkıntıyı en azından şimdilik ortadan kaldırmıştır. Ancak Kıbrıs konusunda maksimalist tutum devam etmektedir. Değil Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üyesi olduğu AB’nin, başka hiçbir ülkenin tanımadığı KKTC’nin ayrı devlet olarak kabul edilmesi şartının her fırsatta en yüksek düzeyde tekrarlanması AB ile ilişkilerimizin normalleşmesinin önündeki engellerden biridir. Gerçi son 20 Temmuz törenlerinde söz alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu defa “iki ayrı devlet” yerine “ayrı egemenlikler” tabirini kullanmasının özel bir anlamı olup olmadığını bilemiyorum. Her hal ve karda, daha önceki yılların aksine Maraş’ın iskana açılmasından bahsetmemiş olması en azından benim dikkatimi çekti. Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arayışlarına makamlarımızın birkaç yıldır ara vermiş olması da şüphesiz Batılı başkentlerde kaydedilmiştir. Kıbrıs konusundaki maksimalist tutumumuzda bir yumuşama olup olmayacağını önümüzdeki dönemde görmek sanırım mümkün olacaktır.
Bu ortamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 11-12 Temmuz tarihlerinde Vilnius’de yapılan zirve öncesinde dile getirdiği ülkemizin AB üyeliği ile İsveç’in NATO üyeliği arasındaki bağ, ben dahil birçok gözlemciyi şaşırtmış, hatta beni ciddi bir şekilde ürkütmüştü. Neyse ki başta Almanya Şansölyesi Scholz olmak üzere birçok AB yetkilisi bu bağı kesinlikle reddetmiş, Cumhurbaşkanı da üzerinde ısrar etmemişti.
Ancak işin ilginç tarafı bu çıkış AB ülkelerinde ülkemizle ilişkilerde yeni bir arayışa yol açmıştır. Özellikle son haftalarda görülmeye başlayan iktidar ile Rusya arasındaki ilişkilerin gevşemekte olduğu algısı AB ülkelerini bu yöne teşvik etmeye başlamıştır. Tam üyelik müzakereleri ve Gümrük Birliğinin derinleştirilmesi çalışmalarının şartlarının yerine getirilmediği çeşitli AB temsilcileri tarafından dile getirildi. Ancak geçtiğimiz hafta AB Dışişleri Bakanları Konseyinin Türkiye konusunu yapıcı bir şekilde ele almış olması diyalog kapılarını yeniden açma arzusunu yansıtmaktadır. Yayınlanan sonuç bildirisinde ülkemizle ortak çıkarlara dayalı bir şekilde yeniden temaslara yoğunluk verilmesi, mevcut ihtilaflara çözüm bulma ihtiyacına vurgu yapılması ilginçtir. Tabii bildiride ülkemizin beş yıldır karşı çıktığı BM parametreleri çerçevesinde Kıbrıs sorununa çözüm arayışları ihtiyacının hatırlatılması AB üyelerinin iki devlet formülünü yeniden reddettiği şeklinde yorumlanabilir. Sonuç bildirisinde ülkemizin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gereğince temel hürriyetlere saygı göstermesi beklentisinin dile getirilmiş olması da şaşırtıcı sayılmamalıdır. Yüksek Temsilci Borrell toplantıdan sonra yaptığı açıklamada Türkiye’nin AB’den beklentileri olduğu kadar AB’nin de Türkiye’den beklentileri olduğuna vurgu yapmıştır.
Özetle, AB üyelerinin Türkiye’ye uzun bir aradan sonra yeniden ellerini uzatmakla beraber, herhangi bir adım atmadan önce bir bekle gör yaklaşımı içinde oldukları söylenebilir. Sonuç bildirisine bakılırsa Kıbrıs konusu ve insan hakları meselesi, onlar için en öncelikli konular olarak görülebilir.
Yukarıda da belirttiğim gibi içeride yapılacak reformların iktidar için bedeli çok yüksek olacaktır. Özellikle 2016’dan bu yana inşa edilmiş olan çoğulcu değil çoğunlukçu demokrasi olarak adlandırılabilecek sistemin en azından kısmen geriye döndürülmesi ve hukukun üstünlüğünün sağlanması gerekecektir ki iktidarın böyle bir şeye yanaşacağına ben herhangi bir ihtimal vermiyorum. Tabii yanılmak isterim.
Kıbrıs konusunda adım atılması daha kolay olabilir. İki bağımsız devlet şartının kabul edilmeyeceğini iktidar artık iyice anlamış olmalıdır. Bu konuda değil Batı ülkelerinden, iktidarın en azından son zamanlara kadar pek güvendiği Rusya ile “kardeş” Azerbaycan’dan dahi herhangi bir adım gelmemiş, böyle bir talepte bulunmuşsa da kamuoyuyla paylaşılmamıştır.
Tabii Kıbrıs 2004 yılında AB’ne üye olmadan ve özellikle 2002-2003 döneminde kaçırılmış fırsatlar nedeniyle olası bir çözüm ancak Türkiye’yi ve KKTC’ni o zamanlar yönetenlerin kabul etmekte geciktikleri Annan Planından daha geride olacaktır. Artık biz hariç tüm dünyanın Adanın tek meşru temsilcisi olarak tanıdığı Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tatmin etmeyen bir çözüm olamayacaktır. Buna hazırlıklı olmak gerekecektir.
İlginç bir gelişme de bu Cumhuriyetin yeni Cumhurbaşkanı, eski Dışişleri Bakanı Nikos Hristodulides’in Kıbrıs sorununa çözüm müzakerelerine tekrar başlama karşılığında ülkemizin AB’ne katılma müzakerelerine yeniden başlamayı ve AB’nin bu amaçla bir Özel Temsilci atamasını geçtiğimiz günlerde önermesi olmuştur. Tabii masaya oturmayı kabul edersek yukarıda belirttiğim gibi bu müzakerelerde artık Kıbrıs Adasının tamamının AB içinde olduğu noktasından hareket etmek gerekecektir. Bunu kabul etmenin çok zor olduğu da açıktır.
Tabii TBMM’nin yeniden toplanacağı 25 Temmuz günü fırsattan yararlanarak İsveç’in NATO’ya Katılma Protokolünün onaylanması da mümkün olabilse, ülkemizin Batı ve dolayısıyla AB ile ilişkilerini normalleştirme konusunda samimi olduğu ispat edilmiş olacaktır. Ancak Vilnius’te verilen söze rağmen başka gelişmelerin beklendiği, bunların başında da F16 sorununun çözümlenmesi geldiği anlaşılmaktadır. Ne yazık ki tam bir fasit daire içinde olduğumuz görülüyor. ABD yönetimi ve Kongre gerekli adımı atmadan önce iktidarın İsveç’in NATO üyeliğini resmen onaylamasını, iktidar da onaydan önce satışın gerçekleşmesini beklemektedir.
Özetle bu belirsizlik ortamında AB ile ilişkilerde bekle gör politikasının değişmesi şüpheli görülmektedir. Yeni Dışişleri Bakanımız 30-31 Ağustos tarihlerinde yapılacak gayrı resmi Dışişleri Bakanları toplantısına 2019 yılından bu yana ilk defa davet edilirse uzun bir süredir kesilmiş olan diyalog yeniden başlayabilecektir. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini önümüzdeki haftalarda göreceğiz. Önümüzdeki dönemde iktidar tarafından önemli adımlar atılmazsa bundan fazlasını beklememek gerekir gibi geliyor.
Sonbahar aylarına kadar Kıbrıs konusunda bir ilerleme sağlanmadığı takdirde, AP Türkiye raporunda işaret edildiği şekilde üyelik dışında ancak Gümrük Birliği’nin derinleştirilmesini de içermeyen yeni formüllerin gündeme gelmesi olasıdır. Bu formüllerin iktidar için cazibesi olacağı şüphelidir. Dolayısıyla uzunca bir süre daha bu ilişki statükoya mahkum olacak, Balkan ülkeleri, hatta Ukrayna, Gürcistan ve Moldova AB ile bütünleşme istikametinde ilerlerken, biz de aksi istikamette gitmeye devam ederiz. İstenen bu ise yapacak bir şey yok. Böyle bir durumda İslam ile demokrasinin, İslam ile AB değerlerinin uyuşmadığını, bu nedenle de ülkemizin AB içinde yeri olmadığını iddia edenler görüşlerine destek bulmuş olacaktır.