Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAvustralya neden ve nasıl Filistin’i tanıdı?

Avustralya neden ve nasıl Filistin’i tanıdı?

Avustralya için bu karar kişisel bir anlam taşıyor. Sidney ve Melbourne sokaklarında aylarca yürüyen on binlerce insanın sesi, sonunda hükümetin ağzından duyuldu. Bu yalnızca dış politikanın değişmesi değil; Avustralya’nın çok kültürlü kimliğinin, göçmen topluluklarının ve genç kuşakların siyaseti dönüştürme gücünün açık bir göstergesi.

Avustralya Başbakanı Anthony Albanese, 11 Ağustos’ta kabine toplantısının ardından kameraların karşısına geçti ve ülkesinin Eylül’deki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Filistin devletini resmen tanıyacağını açıkladı. Konuşmasında şu cümle, yalnızca basit bir diplomatik beyan değil, tarihe not düşülecek bir kırılma noktası oldu:
“Dünyanın harekete geçmesine neden olan şeylerden biri de işte bu genişleyen yerleşimler ve Gazze’deki insani felaket. Artık dünya yeter dedi.”

Canberra bugüne dek hep beklemiş, Washington’un çizgisinden ayrılmamıştı. Filistin’in tanınması kartı hep müzakerelerin sonuna saklanmış, siyasi bir koz gibi elde tutulmuştu. Ama Gazze’de enkaz altındaki çocuklar, yardım bekleyen hastaneler, Batı Şeria’da her geçen gün büyüyen yerleşimler bu bekleyişi imkânsız hale getirdi. Albanese’nin çıkışı, Avustralya’nın diplomasi diline nadiren yansıyan bir açıklıktaydı.

Üstelik bu karar, aynı gün Londra ve Ottawa’dan da geldi. İngiltere, Kanada ve Avustralya’nın eşzamanlı çıkışı, Commonwealth ülkelerinin Batı’nın tek sesli İsrail politikasında gedik açtığını gösterdi. Washington’un giderek ikircikli hale gelen tavrı karşısında, Commonwealth üçlüsü farklı bir yol seçti: “Yeter.”

İngiltere’nin tarihsel yükleri, Kanada’nın diplomatik geleneği ayrı ayrı konuşulabilir. Ama asıl dikkat çekici olan Avustralya’nın bu noktaya nasıl geldiği. Çünkü bu ülkede meydanlarda aylardır yürüyen on binlerce insan vardı; “tanıma yetmez” diye haykıran kalabalıklar siyasetin kapısına dayandı. Albanese’nin sözleri, işte o meydanların sesiyle birleşti.

Peki bu karar, yalnızca bir diplomatik jest olarak mı kalacak, yoksa Batı’nın İsrail konusundaki çizgisini kökten değiştiren bir dönemeç mi olacak?

İngiltere ve Kanada – Ortak Adımın Çerçevesi

İngiltere’nin kararı, Commonwealth’in en ağır tarihiyle yüzleşmesiydi. Başbakan Keir Starmer, “barış olasılığını hayatta tutmak için hareket ediyoruz” derken aslında yüzyıllık bir yükün ağırlığını da taşıyordu. Çünkü Filistin meselesinde tarihin en karanlık satırlarından biri Londra’nın imzasını taşıyor. Balfour Deklarasyonu, Filistin Mandası, İsrail’in kuruluşuna verilen destek… Bugün hâlâ süren çatışmaların kökleri bu belgelerin satır aralarına kazınmış durumda. O yüzden Londra’nın Filistin’i tanıması, güncel bir hamle değil; tarih önünde gecikmiş bir itiraftı.

Starmer, Netanyahu’ya aylar önce açıkça uyarmıştı. Yerleşimler büyümeye devam eder, Gazze’deki yıkım sürerse Londra bu gidişata kayıtsız kalamazdı. Ve öyle de oldu. Çünkü sokaklar susturulamadı. Protestolar haftalarca devam etti, İşçi Partisi’nin genç tabanı geri adım atmadı, üniversite kampüsleri bayraklarla doldu. Londra hükümeti, sonunda meydanlardan yükselen bu sese kulak vermek zorunda kaldı.

Kanada cephesi de farklı değildi. Ottawa uzun yıllar İsrail’in sadık müttefikiydi. Ama Başbakan Mark Carney, “Bu karar Hamas’a değil, Hamas’ın sonunu isteyenlere destek” dediğinde bir kırılma yaşandı. Montreal’den Toronto’ya on binlerce insan yürüdü, Filistin bayrakları dalgalandı, çok kültürlü Kanada toplumunun sesi siyaset koridorlarını doldurdu. Carney, bu baskıyı görmezden gelemedi.

Hem İngiltere’nin hem Kanada’nın adımlarında ortak bir nokta vardı: Gazze’de yaşananların artık sıradan bir “çatışma” değil, uluslararası hukuk açısından tanımlanmış bir “soykırım” olması. Çocukların açlıktan ölmesi, hastanelerin işlevsiz bırakılması, su ve elektrik kaynaklarının kesilmesi — bunlar 1948 Soykırım Sözleşmesi’nin tanımladığı fiillerin doğrudan karşılığı. Uluslararası Adalet Divanı da bu gerçeği teyit etti; Güney Afrika’nın açtığı davada İsrail’in eylemlerinin soykırım riski taşıdığını karara bağladı. Dolayısıyla Londra’nın da Ottawa’nın da çıkışı, yalnızca diplomasi değildi; hukukun adını koyduğu suça karşı yüksek sesli bir itirazdı.

Üç Commonwealth ülkesinin aynı gün bu adımı atması, Batı dünyasında uzun süredir görülmeyen bir çatlak açtı. Washington hâlâ “zamanlama yanlış” gibi muğlak ifadelerin arkasına sığınırken, Londra, Ottawa ve Canberra çok daha net konuştu: Bu yaşananlar görmezden gelinemez.

Ve işte tam da burada, gözler Avustralya’ya çevrildi. Çünkü İngiltere’nin tarihsel borçları, Kanada’nın diplomatik geleneği ayrı bir hikâye. Ama Avustralya’nın bu noktaya nasıl geldiği, kendi iç fay hatlarını nasıl ortaya çıkardığı çok daha çarpıcı.

Avustralya: İç Çatışma ve Toplumsal Vicdan

Avustralya’nın Filistin’i tanıma kararı, Londra ve Ottawa’nınkinden daha derin bir sarsıntı yarattı. Çünkü bu ülkede mesele yalnızca dış politik bir tercih değil, toplumun damarlarında hissedilen bir vicdan muhasebesine dönüşmüştü. Albanese hükümeti uzun süre Washington’un çizgisinde kalmaya çalıştı, ama Gazze’de her geçen gün ağırlaşan tablo bu sessizliği sürdürülemez hale getirdi. Çocukların açlıktan ölmesi, hastanelerin yakıt ve ilaçsız bırakılması, yüzbinlerce insanın çadır kentlere sıkıştırılması… Bunların her biri Avustralya’daki haber bültenlerine, sosyal medyaya ve meydanlara yansıdı. Başbakanın “Artık dünya yeter dedi” çıkışı, işte bu toplumsal öfkenin siyasete tercümesiydi.

Karar açıklandığı anda Yahudi topluluklarının tepkisi sert oldu. Avustralya Yahudi Konseyi (ECAJ), tanımayı “Hamas’a ödül” olarak nitelendirdi. Başkan Daniel Aghion, bu kararın rehinelerin kurtarılmasını zorlaştıracağını, antisemitizmi körükleyeceğini savundu. Sydney’in kuzey banliyölerinde ve Melbourne’ün Caulfield bölgesinde kaygılar büyüdü, bazı aileler çocuklarını okullara göndermekte tereddüt ettiklerini, sinagoglarda güvenlik önlemlerinin artırıldığını dile getirdi. Muhalefet de hükümete yüklenmekte gecikmedi. Liberal Parti lideri Sussan Ley, tanımanın “boş bir jest” olduğunu söyledi. Ona göre Filistin’in tanınması ancak barış masasında anlaşmaya varıldığında yapılmalıydı. Ley, Albanese’yi “ABD ile ilişkileri riske atmakla” suçladı. Parti içinden de ticari bağların zarar görebileceği, güvenlik iş birliklerinin tehlikeye gireceği uyarıları yükseldi. Hükümet içeride hem toplumdan hem de siyasetten gelen bu baskılarla sıkıştı.

Ama asıl belirleyici olan sokaktı. Sidney ve Melbourne’de aylarca süren protestolar, Avustralya’nın son yıllarda gördüğü en büyük kitlesel eylemlerden birine dönüştü. George Street’ten Martin Place’e, Flinders Street’ten Federation Square’e kadar on binlerce kişi ellerinde Filistin bayraklarıyla yürüdü. Meydanlarda “Hemen ateşkes!”, “Soykırımı durdurun!”, “Filistin’e özgürlük!” sloganları günlerce yankılandı. Bu gösteriler sadece Filistin kökenli toplulukların değil, çok farklı kesimlerin buluşma noktası oldu. Üniversite öğrencileri, sendikalar, yerli aktivistler, kilise cemaatleri aynı meydanlarda yürüdü. Genç kuşak sosyal medya üzerinden kampanyalar örgütledi, “tanıma yetmez, ambargo şimdi” sloganı yaygınlaştı. Bir yanda Lübnanlı, Türk, Pakistanlı ve Endonezyalı topluluklar güçlü bir şekilde seslerini yükseltirken, diğer yanda Yahudi toplulukları karşı gösteriler düzenledi. Polis sık sık iki taraf arasında çatışma çıkmaması için barikat kurmak zorunda kaldı. Bu tablo, Avustralya’nın çok kültürlü yapısının aynasıydı: farklı kökenlerden gelen topluluklar aynı meydanda birleşirken, toplum içindeki fay hatları da bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Tüm bu baskılar, Canberra’nın uluslararası pozisyonunu da değiştirdi. Avustralya uzun yıllar “ABD’nin izinden giden” bir ülke olarak anıldı. Dış politikada genellikle Washington’un çizgisinden ayrılmadı. Ancak bu kez farklı oldu. Albanese, Londra ve Ottawa ile eşgüdümlü hareket ederek Commonwealth içinde güçlü bir blok görüntüsü verdi. Bu, Avustralya için nadir görülen bir dış politika özgüveni anlamına geliyor. Ayrıca Canberra, artık yalnızca büyük güçlerin peşinden giden değil, Batı’nın içindeki kırılmayı görünür kılan bir aktör olarak konumlandı. Albanese’nin sözleri, yalnızca bir başbakanın beyanı değil; Avustralya’nın uluslararası siyasette kendine daha bağımsız bir yer açma çabasının ifadesiydi.

Soykırımın gölgesinde Hukuk

Soykırım sözcüğü kolay kullanılacak bir ifade değil. Ama uluslararası hukukun metinleri, mahkemelerin kararları ve sahadan gelen raporlar, Gazze’de olup bitenleri bu kavramın kapsamına yerleştiriyor. 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi beş fiil sayar: bir grubun üyelerinin öldürülmesi, bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi, grubun yaşamını sürdürmesini imkânsız kılacak koşulların dayatılması, doğumların engellenmesi ve çocukların başka gruplara zorla nakledilmesi. Bu fiillerden herhangi biri, o grubun kısmen ya da tamamen yok edilmesi niyetiyle işlendiğinde, uluslararası hukuka göre soykırımdır.

Gazze’de tablo açık. On binlerce sivil öldürüldü, yüz binlercesi yerinden edildi. Gıda ve suya erişim kesildi, hastaneler yakıt ve ilaçsız bırakıldı, temiz su kaynakları kapatıldı. Çocukların açlıktan öldüğü, bebeklerin kuvözsüz kaldığı, ilaçsızlıktan hastaların hayatını kaybettiği kayıt altına alındı. Bunların tümü, Sözleşme’nin üçüncü fiiline yani “yaşamı sürdürülemez kılacak koşulların yaratılması”na birebir karşılık geliyor.

Uluslararası Adalet Divanı da bu duruma işaret etti. Güney Afrika’nın açtığı davada mahkeme, İsrail’in eylemlerinin “soykırım riski” taşıdığını kabul etti ve acilen tedbirler alınmasını emretti: insani yardımların engellenmemesi, sivillerin korunması, yıkıcı söylemlerin durdurulması. Yani mesele artık sadece siyasetin değil, hukukun da gündemine girmiş durumda.

Birleşmiş Milletler’in Gazze üzerine kurduğu Bağımsız Soruşturma Komisyonu, 2025’te yayımladığı raporda İsrail’in dört fiili birden işlediğini saptadı: sivillerin öldürülmesi, ciddi bedensel ve zihinsel zarar verilmesi, yaşam koşullarının yok edilmesi ve doğumların engellenmesine yol açan şartların yaratılması. Amnesty International ve Human Rights Watch da su, elektrik ve sağlık sisteminin kasıtlı biçimde çökertilmesinin sivil nüfusu hedef aldığını belgeleriyle gösterdi.

İsrail hükümeti bunları reddediyor ve kendini “meşru müdafaa”yla savunuyor. Ama insancıl hukuk sivillere karşı sınırsız güç kullanımını hiçbir koşulda meşru saymaz. Gazze’de yaşananlar artık yalnızca siyasetin değil, hukukun da adını koyduğu bir suçun sınırlarına dayanıyor. Bu nedenle Londra, Ottawa ve Canberra’nın tanıma kararı, sadece politik bir tavır değil, uluslararası hukukun tanımladığı en ağır suç karşısında sessiz kalmayı reddetmenin de adı oldu.

Artık dünya “Yeter!” dedi

Üç Commonwealth (Avustralya, İngiltere ve Kanada) ülkesinin aynı gün aynı kararı açıklaması, Batı dünyasında uzun süredir görülmemiş bir kırılmayı ortaya çıkardı. İngiltere yüzyıllık tarihinin gölgesinden sıyrılmaya çalıştı, Kanada yıllardır süregelen sadık müttefik çizgisini kırdı, Avustralya ise kendi vicdanıyla siyaseti ilk kez bu kadar açık biçimde buluşturdu. Washington hâlâ “zamanlama yanlış” gibi muğlak ifadelerin arkasına saklanırken, bu üç başkent daha insani ve daha doğrudan bir dille konuştu: Soykırımın karşısında susulmaz.

Elbette bu karar, Gazze’deki ölümleri bir günde durdurmadı, durdurmayacak. Ama uzun vadede Filistin’in meşruiyetini güçlendirdiği, İsrail’i uluslararası hukukun önüne taşıdığı ve Batı’nın tek sesli İsrail politikasını sarstığı gerçeği inkâr edilemez. Yine de bu adımın ne kadar kalıcı olacağı, ileride nasıl sürdürüleceği belirsiz. Londra, Ottawa ve Canberra başka bir yol açtı; ama bu yolun nereye varacağı hâlâ bulanık. Küçük ama etkili aktörlerin birlikte hareket ederek büyük güçlerin gölgesinden çıkabileceğini gösterdiler, fakat gölge hâlâ orada duruyor.

Avustralya içinse bu karar çok daha kişisel bir anlam taşıyor. Sidney ve Melbourne sokaklarında aylarca yürüyen on binlerce insanın sesi, sonunda hükümetin ağzından duyuldu. Bu yalnızca dış politikanın değişmesi değil; Avustralya’nın çok kültürlü kimliğinin, göçmen topluluklarının ve genç kuşakların siyaseti dönüştürme gücünün açık bir göstergesiydi. Albanese’nin sözleri, meydanlarda yankılanan “Hemen ateşkes!”, “Soykırımı durdurun!”, “Filistin’e özgürlük!” sloganlarının devlet diline tercümesiydi.

Gelecek yıllarda bu karar nasıl anılacak, kimse kesin konuşamaz. Belki geç kalmış bir jest olarak kalacak, belki de gerçekten yeni bir dönemin başlangıcına dönüşecek. Ama bir gerçek var: Albanese’nin “Artık dünya yeter dedi” çıkışı, hem umut hem de şüpheyi aynı anda içinde barındırıyor. Ve Avustralya, belki de ilk kez, büyük güçlerin arkasında mı yoksa insanlığın ön saflarında mı yer alacağını tarihin kendisine bırakıyor.

- Advertisment -