[31 Ekim 2020] Dün yayınlanan yazımda (Mahcupyan’a hem destek ve ilâve, hem kısmî eleştiri), gerek doğa bilimleri, gerekse toplum bilimleri olmak üzere insanlığın tüm bilgi birikimini, toptan yanlı ve çarpık olduğu farzedilen bir “Batı bilimi”ne indirgeyip reddetme eğilimini de eleştirmiştim (bir yığın başka şeyle birlikte). Şu “bizim medeniyetimiz,” demiştim bir noktada, “tek tek bilimler alanında, faraza İslâmî bir Fizik, Kimya, Biyoloji, Ekonomi, Sosyoloji, Tarih vb kuramı ve metodolojisi va’zedebilmekten çok ama çok uzak.” Bugün ve devamında yarın, iki yazıyla bunu biraz açmak istiyorum.
Önce bazı genel tesbitler. Bir kere, evrensel bilim anlayışı, ya da genel ve temel metodoloji diye bir şey söz konusu. Kilit mesele, nasıl biliyoruz sorusu (how do we know). (a) Otorite yoluyla mı? Ki bireysel de olabilir, kollektif de; dinî de olabilir, din dışı da; gücünü kutsal kitaplardan da alabilir, kiliseden de, ulemadan da, firavundan da, rahipler kastından da, imparatorluk yasalarından da. Ya da (b) deney ve deneyim, sınama-yanılma yoluyla mı? Bunun da odağında evidence, yani delil, veri, kanıt yatıyor — ister laboratuvar ölçümleriyle elde edilsin, ister teleskop ve mikroskoplarla, ister toplumsal olaylara ilişkin gözlem yöntemleriyle, ister birincil kaynak okumalarına düşülen dipnotlarla. Dikkat edin: akıl ve mantık (reason) yetmiyor; akıl ve mantığın verilerle beslenmesi gerekiyor. Tersten söylersek, akıl ve mantık, verilerin yorumlanmasında kendine alan buluyor. Ampirik bulgulardan kopuk bir akıl ve mantık, “olması gereken”i arayıp oradan “olan”a gitmeye çalışırken çok yanlış pistlere sapabiliyor.
Her halükârda, kaygılar hep aynı: tekrarlanabilirlik ve yanlışlanabilirlik. Herkes sizinle aynı yöntemleri kullanıp, aynı yollardan giderek, üç aşağı beş yukarı aynı sonuçlara ulaşabiliyor mu? Yoksa, iddianız bu süreçte yanlışlanabiliyor mu? Hayatın farklı alanlarında, farklı hakikatler ve o hakikatlere giden farklı yollar söz konusu olabilir. Bunları herhangi bir manevî hiyerarşiye sokmak da istemeyebiliriz. Ama bütün hakikat yolları içinde sadece bilim, kendi yanlışlanabilirliğini kabul ediyor ve bu yanlışlanabilirliğin organize, sistematik metodolojisini sunuyor.
İki. Bu temel anlayışın ötesinde, her bilim dalının kendi çekirdeği, temel teorisi, teoremi veya teoremleri ve bunlara eşlik eden özel bir metodolojisi de mevcut. Hepsi bir arada, o bilim dalına bütünlük kazandırıyor; alanını organize ediyor, malzemesini bir arada tutuyor.
Üç. Bilgi hep var. Çeşitli bilgi dalları, hepsi eşanlı olmamakla birlikte, hayli uzun geçmişlere sahip. Bilimsel bilgi ise hep var denemez. Bilginin nasıl, hangi yolla, tekrarlanabilir ve yanlışlanabilir bir metodolojiyle elde edilip edilmediği önemli. İnsanlık bu genel ve temel metodoloji anlayışına zamanla, zigzaglı bir şekilde varıyor. Bazen böyle kapsamlı bir anlayışa ulaşır gibi oluyor (örneğin Abbasi halifeliği çağında yaşayan bazı İslâm âlimleri sayesinde), ama sonra bu parlak başlangıçlar ya kayboluyor, ya küçük derecikler halinde başka nehirlere akıyor. Sonunda, 16. yüzyılda Kopernik, Kepler, Galile, Descartes ve nihayet Newton üzerinden ilerleyen Bilimsel Devrim, tam da metodolojiyi formüle edebildiği ve matbaa yoluyla yayabildiği için, tâyin edici, çünkü geri dönülmez eşiği oluşturuyor.
Denebilir ki bu, bir bütün olarak bilim öncesi ile bilim çağı arasında olabilecek en basit ayırım çizgisi. Fakat tabii her bir bilgi/bilim dalını tutmayabiliyor. Onun için, bu makro saptamayla yetinmeyip böyle her dalın, her disiplinin içine bakmak lâzım. Bu yapıldığında, çeşitli bilgi dallarının ne zaman, nasıl, hangi dönüşümler (teoriler, teoremler, metodoloji formülasyonları) sayesinde bilimleştiği daha net ortaya çıkıyor. Dolayısıyla örneğin tıbbın çağdaş bilimsel hüviyetini kazanması, “mikrop teorisi”nin (pek çok hastalığın gözle görülemeyecek kadar küçük patojenlerden kaynaklandığı önermesinin) yaygın kabul görmesiyle gerçekleşiyor. Bu fikrin tâ 1025’te İbn Sina’da, sonra 14. yüzyılda İbn Hatima ve İbn el-Hatib’de parlak önsezileri var gerçi. Ama birleşmiyor, bütünleşmiyor, kalıcı olmuyor. O kalıcılığa ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında Snow’la, Pasteur’le, Koch’la ulaşılıyor.
Gelelim, mefhumun muhalifine. En sade çizgileriyle sunmaya çalıştığım bu üç ana fikrin, gene bilim ölçüleri içinde formüle edilmiş alternatifleri var mı, İslâm (ya da başka herhangi bir din) açısından? Buna zıt bir bilim tarihi söz konusu mu? Hiç böyle müsbet bir muhteva göremiyorum ortada. Sadece bir negativizm, bir tepki ve hoşnutsuzluk söz konusu. “Batı bilimi”nden ve “pozitivizmi”nden şikâyet ediliyor, hayli muğlak ifadelerle. Bunlar “bilimcilik” diye kınanırken kapsamına bizatihi bilim de alınmış ve kınanmış oluyor. Böyle genel bir bilim karşıtlığı atmosferi yaratılıyor. Ama saydığım üç fikrin spesifik alternatifleri, “hayır, öyle değil böyle”leri ortaya konamıyor. Gerek mevcuttan farklı bir bilim anlayışı ve genel metodolojisi, gerekse çeşitli bilim dalları için mevcuttan farklı özel metodolojiler formüle edilemiyor.
Yarın, tek tek bazı bilim dalları üzerinden gidip bu düşünceleri tekrar tekrar sınamak ve her seferinde, “İslâmî bilim”in herhangi bir alternatif sunup sunmadığını sorgulamak istiyorum.