BAFTA yani Britanya Film ve Televizyon Sanatları Akademisi ödülleri geçtiğimiz hafta Perşembe gecesi dağıtıldı. Törenin sevinenleri Oppenheimer ve Poor Things oldu. Oppenheimer’ın yönetmeni Christopher Nolan ise başarılı kariyerinin ilk BAFTA’sını aldı. Gecede, 7 ödüle layık görülen Oppenheimer’ı, 5 BAFTA ile, Emma Stone’un başrol oynadığı Poor Things filmi takip etti. Törenin sunucuları arasında, David Beckham, Dua Lipa ve Dr. Who dizisinde oynayan David Tennant gibi isimler vardı.
Ken Loach, kırmızı halıda Gazze’ye destek verdi.
Normalde BAFTA törenine her yıl eşi Catherine ile birlikte gelen Prens William, bu sene düşesin yaşadığı sağlık sorunları sebebiyle yalnızdı. Ve BAFTA’nın başkanı olmasına rağmen bu yıl törende konuşma yapmadı. Catherine’in karın bölgesinden ciddi bir operasyon geçirdiği bilgisi haricinde saraydan konu hakkında açıklama yapılmadı ve tabii söylentiler aldı yürüdü. Kimisi estetik operasyon yapılırken komplikasyonlar oldu diyor, kimisi ağır bir yeme bozukluğu durumu sebebiyle hayati tehlikeden bahsediyor. Catherine’in sağlık sorunları ve Kral Charles’ın kansere yakalandığının açıklanması sonrasında Prens, Salı günü enteresan bir de açıklama yapmış ve bundan böyle Filistin’deki insani drama dikkat çekmek maksadıyla bir dizi etkinliğe katılacağını duyurmuştu. “Çok fazla insan öldürüldü” dediği o açıklamada fazla detay vermedi fakat “mümkün olan en kısa zamanda çatışmanın durması ve insani yardımın ulaştırılması” için çabalayacağını söyledi.
Törende ödül alan James Wilson’ın teşekkür konuşması medyada fazla yer bulmadı ama çarpıcı ifadeler içeriyordu. Holokost (Yahudi soykırımı) hakkındaki filmi The Zone of Interest ile 3 BAFTA alan yapımcı, ödülünü alırken Gazze’deki katliama ve dünyadaki çifte standartlı yaklaşıma vurgu yaptı. The Zone of Interest’in hikayesi, Polonya’da geçiyor. Film, Auschwitz toplama kampında görevli bir subayın gözünden soykırımın katıksız kötücül gerçekliğini anlatıyor. Bu subay ve ailesi, kampın hemen yanı başında nezih denebilecek bir mahallede yaşıyorlar. Hemen bitişiğinde yaşadıkları duvarın ardında insanlar topluca katledilirken ve türlü zulümlere maruz bırakılırken, duvarın berisinde güllük gülistanlık hayatlarına devam eden bu aileyi konu eden film, Martin Amis’in romanından uyarlanmış. İnsanlığın sınırlarını, James Wilson’ın da ödül konuşmasında değindiği ırk, siyaset, menfaat, kimlik saplantıları yüzünden görüşümüzü ve vicdanımızı bulandıran “duvarları” anlatıyor. Ödül alan yapımcı, konuşmasında, işte bu duvarları fark edip ardını görebilmemizi diledi, duvarların ve çifte standardın ortadan kalkması temennisinde bulundu. The Zone of Interest’in Metacritic skoru 100 üzerinden 92 ve Rotten Tomatoes’da %93 ve 8.7/10 puan ile gördüğü ilgi hayli yüksek. Film ayrıca gelecek ay dağıtılacak Oscar ödüllerine de 5 dalda aday gösterildi.
Amerikalı Yahudilerden İsrail Belgeseli
Sam Eilertsen ve Erin (eski adı Eric) Axelman, Siyonizm’e inanarak büyümüş Amerikalı genç Yahudiler. İkisi de, ABD’nin en prestijli yükseköğretim kurumları olan Ivy League okullarından Brown Üniversitesi mezunu. Öyle marjinal solcu bir geçmişleri falan da yok. Bat Mitzvah törenlerinde kendilerine, tabiri caizse Amerikan Siyonizminin kutsal kitabı denebilecek Exodus (Leon Uris, 1958) kitabı hediye gelmiş, gayet sağlam Siyonist indoktrinasyonla büyümüşler. İsrail’i, mutlaka ziyaret etmeleri gereken adeta bir Yahudi Disneyland’ı zannederek geçen yılların ardından, okuyup araştırdıkları sayesinde, gerçeğin hiç de öyle olmadığını fark etmişler, kendi tabirleriyle bir uyanış yaşamışlar. İkilinin, yapımına imza attıkları Israelism filmi ABD’deki Yahudilerin çocukluktan itibaren maruz kaldıkları yönlendirme ve propagandanın sonucu olarak, neredeyse külte benzer bir ekstremizm içinde yetiştiklerini anlatıyor. Yahudiler için Yahudiler tarafından yapılmış bir film Israelism.
Eilertsen ve Axelman, kendileri gibi bir bakışla yetişip daha sonra tamamen değişerek artık Filistin yanlısı olan iki gencin serüveni üzerinden ABD’deki yeni jenerasyon Yahudilerin büyüklerinden nasıl farklılaştığına vurgu yapıyor. ABD’de Yahudilerin nesiller arası bu ayrışmaları, son yıllarda New York Times’danWashington Post’a çok yerde yazıldı, çizildi. (bkz. The Brookings Institution ve yine bir başka NYT yazısı). Geçenlerde ABD’nin Vermont eyaletinde Burlington şehrinde bir city council (şehir meclisi) toplantısında Filistin’de ateşkes çağrısı konulu bir oylama vardı. Hatta İsrail yanlısı biri konuşmasında yanlışlıkla “bu soykırım” diye ağzından kaçırmıştı da o video viral olmuştu. İşte ben de merak edip o toplantının tamamınıizlemiştim ve aynı soy isimde Yahudilerin yaptıkları konuşmalarda yaşları ile fikirleri arasındaki korelasyonu görüp şaşırmıştım. Aynı ailelerden dede ile torun bambaşka şeyler söylüyorlardı ve birçok yetişkin, konuşmalarında bu gençlere “siz bilmezsiniz, çoluk çocuksunuz saçmalıyorsunuz” tonunda göndermeler yapıyordu. Geniş bir Yahudi cemiyetinin yaşadığı bir yer olduğundan bu hikayenin çok ailede tekrarladığını gördüm. İşte, Israelism belgesel filminin kahramanları Simone Zimmerman ve Eitan (soyadı geçmiyor filmde) da benzer şeyler yaşamışlar. Simone, bu tabloyu doğrularcasına şöyle diyor: “Şu an ABD’nin dört bir yanında biz genç Yahudiler, telefonlarımızdan canlı yayında Gazze’deki katliamı izliyoruz. İşte bu film, benim gibi binlerce Yahudi gencin uyanışını konu ediyor. Filistin gerçeğiyle yüzleşip, bizim adımıza yapıldığı iddia edilen bu adaletsizliği öfke ve hayal kırıklığı içerisinde seyrediyoruz.”
Modern linguistiğin babası Noam Chomsky de film hakkında şunları söylüyor: “Daha küçük yaşlarda İbranice konuşulan Siyonist bir gençlik kulübünün başkanlığına seçildim. İşte biz bu kültürün içinde büyüdük. Hatta 1953’te bir müddet İsrail’de bir kibbutz’da yaşadım. Sonra tabii yollarımız ayrıldı. 1967’de İsrail, hayatının en kritik kararını aldı. Güvenliğini yayılmacılığa feda etti. Ve işler günümüze kadar geldi. ’67 sonrası hala İsrail’e sadık olmak demek, ne yaparsa yapsın körü körüne destek vermek demek. Ve böylesi bir yolun nihayetinde ahlaki dejenerasyona, uluslararası arenada yalnızlaşmaya ve güvenlik sorunlarına çıkacağı muhakkak. Ama şimdilerde Yahudi toplumunda ciddi bir değişim var.”
Filmin yönetmenlerinden Erin Axelman da, Al Jazeera’ye verdiği bir röportajda, ABD’li Yahudilerde, bilhassa gençlerde bir uyanış olduğunu, eski jenerasyonlarda bu uyanışı yaşayanların cemiyetten dışlanıp yalnızlaştığını ama şimdi geçmişten farklı olarak bu uyanışın kitlesel olduğunu söyledi. Bu film, 7 Ekim 20023’ten birkaç ay önce gösterime girmişti. Yerel film festivalleri ve üniversitelerde gösterimler düzenlendi fakat film, Yale Üniversitesi de dahil olmak üzere çok yerde sansür ve engellemelerle karşılaştı. Bence bu belgeseli özel kılan bir şey de meselenin gelişimini, gerçekleri, bir tarafın argümanlarını anlatıp, tarihi ve siyasi bilgiler vermekten ziyade, aklı başında, zeki, hür ve pırıl pırıl bu genç insanların fikri değişimini göstermesi. Yoksa yankı odalarında herkesin fikrini bilemek için kullanabileceği bir manifesto değil. Zaten bu sebeple de ABD’de gençler arasında ilgi gördü ve akabinde yasaklamalara maruz kaldı. Erk sahipleri, propagandayı ve “safları sıklaştıralım” çağrılarını severler. Bu filmdeki gibi insan hikayelerini, karşı tarafı anlama çabalarını, kendinden olanın fikir değiştirmesini, uyanışı, hamaset olmadan sergilemek ise, fikri hükümranlıkları sarstığı için erk sahiplerini neredeyse hep rahatsız edecektir.
Elif Akyol