Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Barış konusunu Meclis'te ihtiraslarına vasıta yapmak istiyorlardı”

“Barış konusunu Meclis’te ihtiraslarına vasıta yapmak istiyorlardı”

Dün yaşananlar göstermiştir ki Türkiye’de bir iktidar değişiminde bir çözüm sürecinin yaşanma ihtimali çok düşüktür. Kürt meselesinin çözümü için gerçek imkan ve fırsat elimizdekinden ibarettir. Devletin ve Devlet Bahçeli’nin bu açılımından daha ilerisi ufukta görülmemektedir. Türkiye’de muhalefetin mevcut ideolojik formasyonundan daha iyisinin çıkması da zordur.

Barış zordur. Bunu da en iyi CHP’lilerin bilmesi gerekir.

Çünkü en azından onların kollarına dövme yaptıkları, arabalarının arkasına imzasını yapıştırdıkları, çocuklarına adını verip, neredeyse her gün bir vesileyle anıp hak verdikleri Atatürk’ün kaleme aldığı tek kitap olan Nutuk’u okuduklarını varsayıyoruz.

Nutuk’u okuyunca Atatürk’ün İstiklal Harbi’nden sonra en çok Lozan Barış’ında zorlandığını görürüz.

Çünkü Lozan’a Türkiye İstiklal Harbi’nin muzaffer ülkesi olarak gitmiştir.

Ama aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubudur Türkiye.

O yüzden masada karşısında ülkenin kadim başkenti İstanbul’u işgal altında tutan, bir yıl önce Yunanlılara Anadolu’yu işgal ettirip, altı yıl önce Suriye-Filistin cephelerinde yüzbinlerce Osmanlı askerini şehit etmiş, 9 yıl önce Çanakkale’ye dayanmış İngiltere vardır.

Bunun kendisi zaten içe sindirilmesi zor bir karşılaşmadır.

Masanın üzerinde ise ülkenin yüzlerce yıldır parçası olan Musul, Trakya, Adalar, Hatay ve boğazların egemenlik hakkı gibi çetin meseleler vardır.

Her barışta olduğu gibi bu barışta da taviz vermek zorunludur.

Bunun alternatifi savaşa devam etmek, orduyu stanbul’a, Çanakkale’ye, Batı Trakya’ya ve Musul’a yürütmektir.

Ama bu savaş yorgunu bir ülkeyi on yıl daha savaşa sürüklemek anlamına gelecektir.

O yüzden hala tartışılan o tavizler verildi.

Ama bu hem halka anlatılmalıydı hem de anlaşma hala muhaliflerin olduğu Meclis’ten geçirilmeliydi.

Mustafa Kemal ikna turlarına çıkmıştı:

“Eskişehir’den itibaren, İzmit, Bursa, İzmir, Balıkesir’de halkı münasip mahallerde toplayarak uzun hasb-i hallerde bulundum. Ahalinin, bana istedikleri gibi serbest sualler tevcîh etmesini talep ettim. Sorulan suallere, cevap teşkil etmek üzere, altı saat, yedi saat devam eden konferanslar verdim.

Lozan Konferansı müzâkerâtını, cereyân ettiği gibi, her yerde hulâsa ediyordum. Neticenin müsbet olacağı hakkındaki kanaatimi de beyan ederek milletin müsterih olmasına çalışıyordum.”

Halkın müsterih olması yetmiyordu. Meclis de ikna edilmeliydi.

Meclis’te oturumlarda çok sert konuşmalar yapılıyordu. Muhalifler eli güçlüydü, çünkü yılların acıları onların barışa karşı argümanına dönmüştü.

Kimisi Rumlarla mübadele anlaşması yapılmasını vatana ihanet gibi görüyordu:

“Birçok kasabalar bugün baykuşlara me’va olan harabezar olmuştur. Kendi dairei intihabiyemin altı kazasında ev kalmamıştır. Bir zamanlar âşiyâne olan o yerlerde bugün küçük barakalar içinde ıztıraplar, eninler vardır. Bu ıztırapların ve eninlerin kulaklarımızdaki hazin akisleri benim ruhumu titrettikçe arkadaşlar, maalesef ben bu Muahedeye reyi kabul vermekte mazurum. (Bravo sesleri) (Alkışlar)”

Kimisi Batı Trakya’nın terk edilmesine kızıyordu:

“Biz efendiler kimsenin ocağını yıkmadık, kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Biz öz yurdumuzu, öz toprağımızı istiyoruz! (Şiddetli alkışlar).”,

Barışa karşı muhalafetin elinde popülizm, maksimalizm, milliyetçilik silahları vardı. Mustafa Kemal hissettiği üzüntü ve öfkeyi Nutuk’ta anlatır:

“27 Şubat 1923 gizli oturumunda başlayan saldırılar, 6 Mart 1923 gününe kadar şiddetli ve heyecanlı bir şekilde devam etti. Tartışmalara, başından sonuna kadar ben de katılmak zorunda kaldım.

Muhalifler, âdeta ne istediklerini bilmez bir durumdaydılar. Meclis’in olumlu veya olumsuz bir karar vermesi imkânsızlaştı. Bizim açık olarak anladığımız şuydu ki, muhalifler, barış konusunu, Meclis’te ihtiraslarına vasıta yapmak istiyorlardı.

Efendiler, bazı basın çevreleri de, bu ihtirasları şaşılacak derecede ve ateşli bir şekilde, alabildiğine körüklüyorlardı. Bu ruh hali içinde bulunan bir Meclis’le, barış konusunu bir sonuca bağlamanın güç olacağını görmek tabiî, fakat üzücü idi.

Meclis’in ve milletin bize karşı kışkırtılmak istendiğini arz etmiştim.”

Ve nihayet başka çare olmadığı anlaşıldı, Meclis yenilendi, Lozan Barış Anlaşması imzalandı, 15 yıl sonra Montrö’yle Boğazlar’da verilen tavizler geri alındı ama bu kurucu anlaşma bir yüzyıl boyunca tartışıldı.

Çünkü hiçbir geri adım atmadan, sabretmeden, taviz vermeden yapılamaz.

Barış “kötü” insanlarla konuşmayı gerektirir.

Ortada ise bolca karşılıklı acı, öfke, önyargı bir kıvılcımla tutuşacak saman gibi birikmiştir.

O yüzden barışa karşı kitleleri kışkırtmak çok kolaydır.

Bir emek sarfetmene bile gerek kalmaz, bir anda tutuşuverir.

Tersi ise bir o kadar zordur. Geleceği düşünüp geçmişi unutmak gerekir, kendini geri çekmek, yutkunmak gerekir.

Bayağı gelişkin insani erdemler ister. Çok az kişi bu erdemi, cesareti gösterip elini uzatıp kirletir, taşın altına sokar.

Bu yüzden de böyle tarihi barışlar için elitler arasında bir centilmenlik anlaşmasına ihtiyaç vardır.

Kimse o samanı tutuşturmamalı, halkı kışkırtmamalı, barışı ihtiraslarına vasıta yapmamalıdır.

İşte dün Meclis’te çözüm süreci için kurulmuş Komisyon’da CHP ve bazı muhalif partilerin tavrı Atatürk’ün o sözünü hatırlattı:

“Muhalifler, barış konusunu Meclis’te ihtiraslarına vasıta yapmak istediler yine.”

Talep aslında çok basitti: Süreçle ilgili 100 kişiyle görüşmüş Komisyon’dan bir heyet Öcalan’la da görüşsün.

Neden?

Çünkü Öcalan, bu süreçte devletin ondan beklediği tüm adımları attı.

Türkiye ve yakın dönem dünya tarihinde ilk defa bir silahlı örgütün lideri çağrı yaparak kendi örgütüne fesih kararı aldırdı.

Örgütü bu talimata uydu.

Öcalan bunu yapmasaydı bugün bu komisyona gerek olmazdı.

Çünkü bu Komisyon Kürt sorununu konuşmak için bir sohbet grubu olarak değil, bu fesih kararına cevap olarak devletin atacağı bir çeşit af adımını konuşup kararlaştırmak üzere kuruldu.

Yani bu komisyonun kendisi bizzat bu süreçte bir adım.

Alakalı alakasız 100 kişiyi dinleyen komisyon, bu çağrıyı cesaretle yapan ve komisyonun kurulmasına ön açan Öcalan’ı dinlemeseydi bu sürece zarar verirdi.

Görüştüğün muhatabını her gün aşağılayarak, ona hakaretler ederek, ona vebalı muamelesi yaparak varılmış herhangi bir çözüm örneği yok.

Bu yüzden Bahçeli, herkesi karşına alarak Öcalan’a “kurucu önder” diyor. Onu taltif ediyor ve cesaretlendiriyor, elini örgütüne ve kendi kamuoyuna karşı güçlendiriyor Konuşmayı mümkün kılıyor bu.

Bu görüşmeyi en başta Komisyon’un üyeleri bizzat kendileri istemeliydi.

Çünkü PKK’lılara af anlamına gelen bir yasanın altına imza atacaklar. Bu süreci ise bugüne kadar MİT’ten, iktidardan bir de DEM’den öğrendiler. Peki bu süreci mümkün kılan örgütün lideri ne diyor, muradı ne, amacı ne, PKK’lılar affedilip Türkiye’ye gelirse ne yapacaklar? 

İlk elden bu soruların cevaplarını almak, samimiyetini ve kararlığını ölçmek için büyük bir fırsattı bu görüşme.

Ama CHP bu fırsat yerine popülizm fırsatını tercih etti.

Evet, tabii ki İmralı Türkiye sınırları içinde bir hapishane. Öcalan’ın kampı ya da ofisi değil.

Hapishanedeki biriyle görüşmek onun ayağına gitmek değildir. Alternatifi onu hapisten çıkarmak olurdu.

Bu görüşme Öcalan’ı SEGBİS’le Meclis’e bağlayarak da yapılamazdı. Öcalan Meclis’e seslenmiş olurdu. İşte o Öcalan’ın bile hayal edemediği bir meşruiyet vermek olurdu.

Sanki Öcalan’dan terör virüsü kapılacakmış gibi hapishanede, kapalı bir alanda onla görüşmeye karşı çıkıp, Öcalan’ın Meclis’e seslenmesini savunanların üçüncü yolculuk fantezileri ayrı bir komedi olarak tarihe geçti.

Zaten korkulan Öcalan’ın ayağına gitmekse, bu son 35 yılda defalarca yapıldı.

Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz, Erbakan, Genelkurmay, MİT Öcalan’ın ayağına kadar temsilciler gönderip, ateşkes müzakereleri yürüttüler.

Üstelik Öcalan o zaman silahlı bir örgütün fiilen başındaydı, örgütünü tasfiye etme kararı vermemişti ve Türkiye’deki bir hapishanede de değildi.

Tabii ki örgütünü fesh ettiren, silah yerine siyaset diyen Öcalan’la görüşmek, o gün bir taraftan silahlı eylem talimatları veren Öcalan’la görüşmekten daha meşrudur.

Tam da bu yüzden Meclis Komisyonu’ndan bir heyetin Öcalan’ı dinlemek için İmralı’ya gitmesi aynı zamanda sembolik bir adımdır.

Çünkü PKK, Öcalan’ın talimatıyla kendini fesh etti ama kendini yok etmedi.

Siyasi alanda mücadelesine devam etme kararı aldı. Komisyon da bu karar üzerine PKK’lıların Türkiye’ye dönüşüne imkan sağlayacak bir yasa hazırlamak için kuruldu.

Yani ülkeye dönen PKK’lılar isterlerse siyaset de yapacaklar.

Öcalan da örgütünü fesh edip hapishanedeki ıssız günlerine geri dönmeyecek.

Zaten buna çözüm süreci ya da terörsüz Türkiye diyoruz.

Bunun bilmiyormuş gibi efelikler yapanların o zaman bu sürece baştan karşı çıkması ve Komisyon’a da girmemesi gerekirdi.

Ama sürece karşı çıkanlar bile Öcalan’ın sadece PKK’nın kurucu önderi değil, Meclis’te yanyana oturdukları Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin de önderi olduğunu herhalde biliyorlardır.

En fazla bilmemezlikten geliyorlardır.

Yani bu herkesin bildiği ama bilmezlikten geldiği bu tuhaflığı ortadan kaldıracak bu süreç.

Alternatifi de 6 milyon insanın bir silahlı örgütün siyasi kanadı olan bir partiye oy verdiği ve sınırların hemen karşısında bu silahlı örgütün beklediği bir güvenlik sorunuyla bir 50 yıl daha yaşamaya devam etmek.

İşte bu görüşme sürecin özü için o yüzden kritik.

Tam da bu kritik adım atılırken CHP ve bazı muhalifler bunu halka ihbar eden bir pozisyonu tercih ettiler.

Üstelik adaya gitmeyeceklerini açıklarken de “zaten devlet yetkilileri görüşüyor” dediler.

Devletin epey mağduru olan bir muhalefet partisinin meseleyi devlete havale etmesi ve bu devlete hala devam eden sonsuz güveni herhalde iktidarın bile gözlerini yaşartmıştır!

Bu görüşme yine bazı muhaliflerin topu taca atmak için ileri sürdüğü gibi “meşru muhatap”larla yani DEM’le, Demirtaş’la yapılamazdı.

Çünkü onlar silahlı örgüte fesih kararı aldırmadılar.

Zaten onlarla görüşülseydi ilk cümlede “gidip Öcalan’la görüşün” derlerdi.

CHP’nin sürece alternatif olan “Meclis’te çözülsün” tezi is hepsi güzel görünen kavramların arka arka dizilmesinden ibaret kötü bir demogojiden fazlası değil.

Tıpkı CHP’nin dün şık bir salonda bol led ışıkları ve kaliteli baskı kitapçıklarla açıkladığı programdaki Kürt sorunu, eşitlik mesajları gibi.

CHP’nin bu tavrı en azından Kürtlere ve Kürt meselesinin çözümünü önemseyenlere şunu göstermiş olmalı.

Laik sol çevrelerin DEM’den beklentisi hiçbir şey istemeden sessizce gidip oylarını muhalefet için vermelerinden ibarettir.

Çünkü her kötülüğün kaynağı bu iktidardır ve bu iktidar gidince herşey çok güzel olacaktır.

Sama yine dün yaşananlar göstermiştir ki Türkiye’de bir iktidar değişiminde bir kere daha Öcalan’ın muhatap alındığı bir çözüm sürecinin yaşanma ihtimali çok düşüktür.

Şimdi sırtında yumurta küfesi ve elinde güç yokken ve Kürtlerin oylarına muhtaçken buna ideolojik olarak karşı çıkan bir CHP ve CHP kitlesi, yarın elinde güç olduğunda asla yanaşmayacaktır.

Türkiye’de CHP’nin ulusalcılığı, MHP’nin milliyetçiliğinden daha serttir, yumuşaması zordur, taktiksel değişimler kimseyi aldatmalıdır, ideolojilerin gücünü küçümsememek gerekir,

Kemalizm eleştirisi Post-Kemalist bir öfke patlaması değildir, muhasebesi yapılmamış ve yaşayan bir reflekstir bu.

CHP’nin Öcalan ve PKK ile müzakere etmeden çözeceği Kürt Sorunu’nun ne olduğu da meçhuldür.

PKK meselesinin öyle çözülemeyeceği herhalde çok açıktır.

Ama CHP’nin Kürt Sorunu’nun çözümü için Anayasa’nın vatandaşlık tanımını değiştirmek ya da Kürtçe anadilde eğitimin önünü açmak gibi vaadi olabileceğini herhalde kimse düşünmüyordur.

Bunu Binali Yıldırım bile dillendirebilir ama CHP’nin en sol kanadındaki bir siyasetçi ya da gazeteci söyleyemez. Söylerse başına gelecekler bellidir.

Yani şık PDF dosyalarındaki Kürt Sorunu’nun varlığını kabul etmek şık görünen bir solculuktan ibarettir.

Somut olarak hayatta DEM Partililere merhaba demek ve seçimde ittifak yapmak dışında bir karşılığı yoktur.

CHP’nin İmralı’ya gitmeme kararını bile AK Parti’nin oyununa bağlayan, kendi yakınlarındaki ulusalcılarla kavga etmektense bu kararı eleştiren DEM’lilerle kavga eden, “Öcalan değil, Demirtaş muhatap olmalı” gibi Demirtaş’ın bile tüylerini diken diken edecek apolojiler üreten

Kürt dostu bazı sol çevrelerin tercihi herhalde açıkça görülmüştür.

Onların Kürtlere desteği de hubb-ı Ali’den değil, buğz-i Muaviye’dendir.

Kürtler muhalefete destek verdikçe geçerli bir empatidir bu, Kürtlerin çıkarları ile AK Parti karşıtlığı arasında bir tercih yapmaları gerektiğinde bu empatinin ömrü bir kelebek kadar kısadır.

Yoksa 2016’da PKK hendek kazarken tvlerde “Kürt siyasi hareketi” analizleri kasanlar, PKK kendini fesh ederken Öcalan’la görüşülmesi için Anadolu’dan Görünüm yayınlarına geçmezdi.

Eldeki elle tutulur tek gerçek şudur;

Kürt meselesinin çözümü için gerçek imkan ve fırsat elimizdekinden ibarettir.

Gelecekte, iktidar değiştiğinde daha iyi bir imkanın ihtimali ham bir hayaldir.

Devletin ve Devlet Bahçeli’nin bu açılımından daha ilerisi ufukta görülmemektedir.

Türkiye’de muhalefetin mevcut ideolojik formasyonundan daha iyisinin çıkması da zordur.

Sadece ideolojik ve zihniyet ketleri yüzünden de değil.

Destek verdiğini söyleyerek, içine girdiği bir Komisyon’un atacağı bir cesur adıma bile yüreği yetmeyen ve kendini popülizme teslim eden bir siyasetin ülkenin gerçek sorunlarını çözme iradesi ve gücü olmadığı da görülmüştür.

Sorunları ve çözümleri tespit etmek akademik bir faaliyetten ibarettir. Onları en vurucu cümlelerle ifade etmek ise hamakattan.

Siyasetçilerden beklenen ise çözüm cüreti ve gücüdür.

Dünkü tepkiler gösterdi ki güneşli havalarda demokrasiden, hukuk devletinden, rasyonel ekonomiden bahsetmek kimseyi demokrat, ilerici yapmaya yetmiyormuş.

Ülkenin en temel sorununun çözümünde bir anda ideolojik ketler, zihniyet kodları devreye giriyormuş.

İdeolojik formatları güçlü olanlar zor esniyormuş, zor esneyenlerle de sorunlar çözülmüyormuş.

Herkese demokrasi vaadi boşlukta çığlık atmaktan ibaretmiş.

Herkese tek tek demokrasiden neyi kastettiğini sormak gerekiyormuş.

Esas demokratlık çetin meselelerde alınan tavırlarda görünür oluyormuş.

CHP dün itibarıyla Atatürk’ün Nutuk’ta şikayet ettiği gibi “barışı ihtiraslarına vasıta yapmayı” tercih etti.

Yanmayı bekleyen saman alevini tutuşturdu, sürecin ilerlemesi için cesaretle bir adım daha atanları sanki suç işliyormuş pozisyonuna itti.

Böylece barış yaparkenki asgari centilmenlik anlaşmasını bozdu.

Aynı zamanda çözüm sürecini desteklemeye devam ettiklerini söylemelerinin artık çok anlamı yok.

Sosis yapımı midelerini bulandırıyor, ellerini kirletmek istemiyorlar ama sosis tabağa geldiğinde onu afiyetle yiyeceklerini söylüyorlar.

Bir gün Bahçeli de bugünlerde yaşadıkları üzerine bir Nutuk yazarsa gerisini de ondan okuruz.

Her ne kadar Nutuk’lar pek okunmasa da…

- Advertisment -
Önceki İçerik