“Benim başıma gelmez”. İnsanı kandıran, yatıştıran, kiminde “özel”leştiren cümlelerden… Sanal sunal zırhlardan. İçinden bazen “İnşallah”, “Maşallah” eşliğinde geçmesi, koyuluğu savunma mekanizmalarına, bâtıl kalkanlarına göre değişen bir soru işareti de ekliyor belki. Öyle olmasını umuyorsun esasında ama giderek öyle sanmaya dönüşebiliyor içinde. Şükür…
Yüzeysellik, boş vermişlik, kayıtsızlıkla da seyredebilir. Kendi hayatımızın dışındaki, yaşam alanımıza değmeyen felaketleri, travmaları -bazen gözlerimiz dolsa da- bir “ekran”dan izliyoruz. Kumandaya uzanıp “kanal” değiştirebileceğimiz, olmadı kapatabileceğimiz bir ekrandan. Başkalarının hayatları… Flu, mozaikli de zaten.
Bakışını uzatsan da burnunu, başını oralara, o “belâ”lara sokmuyorsun. O dünyaya sokulmuyorsun pek. Görmezden gelmek de zor değil. Vicdani, ahlâkî, fiilî kayıtsızlık, inkâr, eveleme geveleme de sana özgü sayılmaz. Onları, seçici duyarlılığını egemen, moda “hassasiyet”lerin güvenilir koynunda, cephesinde gösterirsin, gerekirse… Başın sağlam, bir, iri, diri olur. Ki âlemin başına gelenler senin başına gelmesin.
Kapsa(n)ma alanı
Ötekiler, onlar, oralar uzak da zaten… Kapsa(n)ma alanının dışında. Hem Başkenttesin, fırtına, deprem, heyelan, orman yangını, afet filan coğrafi olarak uzak, sizin buralara… Varoşunda, hiç gitmediğin semtlerinde bile kendi şiddetinde, kendi yağıyla kavruluyor. Sosyo-ekonomik, politik, etnik, hatta “tip” olarak da mesafeli sayılırsın. Tipin “düzen”li, kültürün milli, tarihin devletli…
Aç-açıkta, yapayalnız, biçare değilsin, şükür. “Devlet nerede?” diye haykıranları, “Aha… Tam burada, yamacımda!” diye azarlayabiliyorsun. Açlık sınırı istilasını sürdürse de henüz sana Afrika kadar uzak misal. Senin vizen cebinde zaten. Hesabında…
“Sen gene iyisin…”
Bildiğin, sandığın kadarıyla ve şimdilik terörist, bölücü, ocu-bucu-öcü, hain de değilsin nispeten… Krizlerde, seçimlerde gündeme gelse, hedef genişletilse bile nüfusun öbür yarısının içindesin bir bakıma. Milyonda bir, yüz, hadi bin filan… Namlunun ucunda sayılmazsın, “mermi yatağı”na sürmedilerse.
Gecenin bir yarısı alınıp ortadan kaybolmak, kafana bir kurşun sıkılıp ortalığa atılmak, cezaevlerinde unutulmak, kanun hükmüne bir satır kararname olmak filan başkalarının hayatları mesela. Olsa olsa, dayak yersin en fazla, birkaç yumruk. Havadan sudan sebeple, sıradan, sıra dayağından, markette trafikte filan payına düşen kadarıyla… Olmaz da yani, farzımuhal.
Başkalarına, başkalarının hayatına, onların başına gelenlere göre hiç de fena değilsin. Hatta tuzunun billurluğuna, talimata uygun “özgürlüğüne”, telefonuna, market poşetine, balkonunda sigaranı tüttürüşüne bakıp sana “İyisin, iyisin, sen gene iyisin…” diyenler çoktur. Ona da şükür, buna da şükür, bu devirde, bu ülkede… Allahıma şükür, “Allahına kurban Emmoğlu”.
İnsan “göre yaşamalı”
Başkalarının hayatı öbürküsü, başkalarının abaküsü. Senin başına gelmez, çok zor… Başkalarının başına gelenlere gerekçeler uydurup suçu-kabahati (ve elbette cezayı) onlara yüklemen, kuş gibi hafiflemen de mümkün. Gerekli, “moda”, “trendy” üstelik… Bir ayarı olmalı insanın, “göre davranmalı”, “göre yaşamalı”… Tadında habitatında da yaşamalı.
Şimdi bir Suriyelinin, Arabın, Afganın, afedersiniz (bu ülkede (d)okunduğu gibi yazılır) diğer vs., vb., vd.’nin gelip… babasının evi, babalarının çiftliği gibi yani… ne ona huzur, ne bize… Herkes yerini bilecek. Haddini… Efendime söyleyeyim… Bilmiyorsa bildirirler tabii.
Zulümde lonca sistemi
Başına “olmadık şeyler” gelenlerin (ki hep olan şeylerdir esasında) o cezayı, belâyı hak ettiği “müstahak” durumlar (ki onlara her şey müstahak esasında) ruhuna su bile serper. “Oh olsun”dur o kadına, “Daha beter olsun”dur. Kendi düşen ağlamasın, ona buna bize tutunup kalkmasın.
“Deprem insanları” bile düşmez dilinden; “Hâlâ öyle binalarda oturuyorlar yahu!” Savunma mekanizmaları bazen saldırı mekanizmalarından daha zâlim, daha ahlâksız, daha sinsi… Ustasısın, tezgâhında yetiştin-yetiştirildin. Zulmün saltanatı da lonca sistemiyle yürür, tarihin tahrir-i tekerrüre heveslendiği, “yeni” baskısıyla bellendiği ülkelerde.
Su testisi-keskin sirke
Ölüm bile öyle. Başkalarının ölümü başka, seninki başka. Su yolunda su testisi değilsin, şükür. Normal insanlar gibi toprak yolunda saksısın en fazla. Âfetle-felâketle, OHAL’le, bu halle, şu halle geleni sana uzak zaten de… Pek doğal seyretmese de doğal ölüm desen ona da daha var sanki. “Henüz çok erken”, “Daha erken”, “Daha zaman var moruk”… İşte geçiyor ömür, ne olsun. Hem “Kötüler (ve benciller) uzun, çok yaşar”.
Kalp krizi, kanser istatistiklerinde filan sığınacağın dilimler de mevcut. Düşük ihtimal, bir ihtimal, nihayetinde ihtimal… Hani pek mümkün değil de, farzımuhal. Başkaları gibi savrulup gitmedi hayatın, baktın-bakabildin kendine ekmek elden-su gölden geldiği kadar. Afedersiniz bilmem kimin beslenmesi, sağlığı, hayat koşullarıyla seninki bir mi? Millet doktor arar, sen “senin doktoruna/doktorlarına” gidersin gerekirse.
Mesela sigarayla akciğerini, içkiyle karaciğerini, yaptığı abuk sabuk işlerle bedenini, o tapınağı berbat edenler de hak ediyor biraz. Sen demiyorsun, öyle düşünen, hatta “Sigara içeni muayene etmem” diyen doktorlar bile var. Keskin sirke küp meselesi… Seninkisi organik, “Altın Sirke”, hurmadan. Küpün de dolu…
Endişe küpüne zarar
Yazılımında ne savunma mekanizmaları, ne yansıtmalar, ne bâtıl kalkanlar… Daralınca dokunduğun, okşadığın görünmez muskalar… Rahatsız edici düşünceleri bastırıyor, kovalıyorsun kafandan, yok sayıyorsun.
Hallettiğin, atlattığın, teğet de olsa değmeden geçtiğin hissi salgılanıyor bünyene. O da bir endorfin… Rahatlıyorsun. Keşke sana bunları, böyle münasebetsizlikleri hatırlatanları da böcek gibi ezebilsen işaret parmağınla… Çok denedin, olmuyor.
Benzer ya da farklı bir biçiminin, kopup gelen bir meteor gibi aniden hayatının ortasına düşebileceğini düşünmüyor yahut öyle yakışıksız düşünceleri hemen kovuyorsun menzilinden. Öyle endişeler, korkular küpüne zarar. Hayatına yuvalanıp, yuvarlanıp gidiyorsun işte.
Kuyuya düşenin hâli
İnsan kendi hayatında da sıradışı ağır haller yaşayabileceğini, “normal”lerinin bir anda alt-üst olabileceğini, o “an” geldiğinde, o “durum”la yüzleşince algılıyor çoğu zaman. Pandemi günleri, Covid-19 dönemi, yüzüne yapışan maskeler, hayatındaki yeni “düzen(sizlik)” hiçbir şeyin “uzağında” olmadığını da vuruyor suratına. Sığınacağın psikolojilerin, itikatların, “şato”ların sınırını da, Edgar Allen Poe’nun “Kızıl Ölümün Maskesi”nin sadece bir hikâye olmadığını da…
Nasreddin Hoca o nedenle “Kuyuya düşenin halinden ancak daha önce kuyuya düşen anlar” diyor. Sen anlamıyorsun pek, düşene kadar. Kuyuyu piknikte görmüştün çocukken. Yanına da yanaştırmamış, suyundan da içirmemişti annen; “Karnın ağrır, hasta olursun…” Cam su şişesini uzatmıştı. Öyle suları içen çöp gibi çocukların karnı şiş şişti, bi tuhaftı benizleri, televizyonda görmüştün sonradan.
“Allahım neden ben?”
Başkalarının hayatlarını, başına gelenleri anlamak zor. Fıtratına, tıynetine-ziynetine, safına aykırı. Takar-takılırsan çok yorucu, yıpratıcı, riskli de… Başka oluverirsin. Bizzat yaşanan acı tecrübeler, felâketler kuruyor empati köprüsünü bazen… Ve felaketleri, travmaları uzaktan izlediğin “ekran”dan “Senin de başına gelebilir”altyazısı akıyor.
Başına geldiğinde artık ben, sen, o, biz, siz, onlar da farklı, “ekran”ın da… Sen de o filmin içindesin maalesef. Bencilliğin, isyanın “Neden ben? Allahım neden ben?.. Onca insan varken…” diye feryat etse de nafile. Onca insandan birisi olduğunu, biricik değil küçücüklüğünü anca idrak ediyorsun. Hatta bazen insan olduğunu…
“Oradaki herkes” gibi…
Misal… En sadesinden, sıradanından, ev-evlilik hâlinden… Sabırsızlıkla beklediğin bir konseri izlemeye gitmişsin. Sevdiğin, ortak keyifleri hâlâ paylaşabildiğin, Schubert’i her dem birlikte, huzurla ve benzer hevesle, “kulak”la dinleyebildiğin, en az yarım asırlık hayat yoldaşınla… Harika valla.
Arkadaşlığınız, sohbetiniz, hatta o zeminde cilveleşmeleriniz bile sürüyor. Güzel yaşlanmışsınız. Yine birliktesin onunla, bir konserdesin. Yorumlanan eserin bildik sekanslarında yine usulca elini tutacaksın onun. Bir nota sekerse, dudaklarınız büzülecek, mânâlı mânâlı.
Yaşlansan da o konseri izlemeye gelenlerden pek farkın yok… Maestro seninle yaşıt, onca saat ayakta, eli-kolu bile tutulmuyor… Koltuğuna yerleşirken oradaki herkes gibisin o an. Cep telefonunu kapatmışsın, konser başlamadan önce peşin peşin öksürerek, o sessizlikte genzinde patlayabilecek bir gürültüyü herkes gibi baştan engellemişsin. Arkana yaslanıyorsun…
Canımızı sıkmayalım hiç
Herkes gibi konseri izleyip, keyifle çıkıp, evine geldiğinde… Bir bakıyorsun, sokak kapın kurcalanmış. Tatsız bir sürpriz; o semtte hırsızı, uğursuzu yok pek. Bir yanlışlık olmalı, evi, adresi karıştırmışlardır herhal. “Tornavida tarzı bir şey kullanmışlar, profesyonel işi değil” deyip rahatlıyorsun. “Kim böyle bir şey yapar ki” diyor eşin, anlam veremiyor.
Bunca yıl karşılaşmadınız öyle bir şeyle. Hayatınızda, hiç… Kapatıyorsun kapıyı, yuvandasın… “Neyse…Bunun moralimizi, keyfimizi bozmasına izin vermeyelim, canımızı sıkmayalım hiç” deyip yüzünü okşuyorsun eşinin. Minnacık da olsa bir kurt düşmüş gibi eşinin içine, o kurt başına gelmiş: “Biz yatarken birilerinin içeri girdiğini düşünsene, hayal etsene…” Cevabın net, “Neden böyle bir şey düşüneyim ki!” Ve bakıyorsun eşine: “Bu gece çok güzel olduğunu söylemiş miydim?”
Gelmezlerin bir anda gelişi
Lâkin hayatındaki o tatsız, beklenmedik ârızî durumun devamı, beteri varmış meğer. Filmlerde oluyor öyle şeyler. Sabah kalktığınızda, o mutat kahvaltıda onca yıllık eşin, birden öylece donup kalıyor. “Ne oldu, neler oluyor, neyin var?” sorularına yanıt da yok, en ufak tepki de… Havluyu ıslatıp, ensesini, yüzünü serinletiyorsun, öyle oturuyor. Bir süre sonra geliyor kendine, hatırlamıyor hiçbir şey. “İyiyim, bir şey yok” diyor. Israr ediyorsun,“Hiçbir şey olmamış gibi devam edemeyiz”.
Şah damarı tıkanmış, yapılan ameliyat da başarılı geçmiyor. Maalesef o “Yüzde 5 ihtimal gerçekleşmiş”, başlarına gelmiş. Tek taraflı felç, daha ağırı da kapıda… O an anlıyorsun ki, artık referansındaki “herkes” gibi değilsin(iz). Artık eşinde hastalığın artan etkilerini izleyeceksin. Öyle yaşacaksın(ız).
O “an”a kadar belki yeterince ayırt etmediğin ihtiyarlığın makul rutininde, ikinizi o “an”a kadar koruyan neyse, gitmiş. “Kastınız”daki, emsalinizdeki, habitatınızdaki herkes gibi olmanızı, o normali, o hayatı yaşamanızı sağlayan “şey”, yok artık. Başka herkesin başına gelebilecek, ama senin başına gelmeyeceğini düşündüğün durum, başında… Göğüs göğse, nefes nefesesin.
Hiçbir şey eskisi gibi değil
Hayat, yaşlılığın, -her an- muhtemel ama “Bizim başımıza gelmez” dediğin, “İnşallah”la “Maşallah”la da savuşturduğun öncü depremini meğer o güzel konserin sonrasına saklamış. O an, meğer o anmış… Ve anlıyorsun ki, artık hiçbir zaman hayat, o konseri izlediğiniz andaki gibi olamayacak. Ne sen, ne de eşin… O sanki, hep ya da uzunca süre öyle-böyle süreceğini sanarak yarattığınız illüzyon kaybolmuş… Bir anda!
Endişeleniyorsun… Ama o andan itibaren ne senin endişelerin, ne başkalarının “endişeli şefkati” bir işe yaramıyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… “Başkaları” gibisin sen de, velâkin başkaları gibi olmayı bilmiyorsun ki. Aklına bile gelmemiş…
Peki ya bu durumda “aşk”, o yıllarca sizi götüren sevginiz, sevgili alışkanlığınız -hâlâ- işe yarayacak mı? Sen ne kadar, nasıl değişeceksin! Yıllardır sevdiğin, okşadığın eşinin yüzüne, hem de o hâldeyken bir tokat patlatır mısın mesela?
Michael Haneke’nin evrensel bir sorunu irdelediği Amour, bu girişin ardından seyirciyi “o hayatın” içine alıyor. Ama izlerken, o hayata seyirci kalmanız, o koltukta sadece seyirci olmanız zor. “Bu sadece bir film” demeniz de… Karşındaki perdede, ekranda geçen, bazen öyle de kalan kurgu bir hayat bile ağır rahatsız edici. Sana “Benim başıma gelmez”in de önce nafileliğini, giderek bencilliğini gösteriyor.
“Muadil hayatlar”…
Hayata bakıyorsun, başkalarının hayatına… Kurşuna, kör kurşuna, yorgun mermiye kurban gidenlere, hapse atılıp unutulanlara, her an işinden kovulacağı endişesiyle çalışanlara, şiddetin her türüne hedef olanlara, cebindeki paranın ertesi günü çıkarmayacağını bilerek yaşayanlara, hastalanınca gereken “pahalı ilacı” alamayıp o belirsiz, etkisiz “muadil tedavi”ye mahkûm olanlara… Bu devirde “insan”ın salgında, depremde yaşadıklarına… Böyle felâketlerle arandaki buzlu cam çatlıyor, kırılıyor bazen. Çoğu senin gibiydi, kabaca, ana hatlarıyla. Sonra etiketleri yapıştı/yapıştırıldı… raflara…
“Duygusal buzlaşma”…
O buzlu cam Haneke’nin hemen her filminde altını çizdiği, “Duygusal Buzlaşma Üçlemesi”nde özellikle vurguladığı hayatların koltuğunda da kalkıyor. Farkındalığın uzağında, duygusuzlaşmanın, duyarsızlaşmanın da göbeğinde, başına gelenler/gelebilecekler…
Onlarca savunma mekanizmasıyla, her koyunu kendi bacağından asan, dokunmayan yılana göz kırpan ata’sözleriyle, ana’nasihatleriyle kalınlaşan duygularını, vicdanını da zorluyor gördüklerin. İrkiliyorsun zira. “Sen” neymişsin meğer, filtresiz, mozaiksiz hayat neymiş.
“Türkiye’nin Teksas’ı”, “Esengeles (Esencılıs)”i, bazı kanalların günlük “haber çeşmesi”, senin “uzağındaki” Esenyurt’taki büfe katliamını gözünle görmeseydin… O kadar feveran eder miydin? Gündelik olayların, gündelik sayıları, zayiatları arasına karışırdı duydukların. Salgında, depremde donabilen sayıların.
Kimse muaf değildir
Felaketlerin, “başka” insanları mahveden dramların yanından onları görmeden geçip gitmek, görmezden gelmek, insanın en eski, en acınası alışkanlığı, mahareti maalesef. Oysa o filmlerde izlediğin hayat öyle seyretmiyor. Sen de öyle, gördüklerinin bir film olmasının “huzur”uyla seyredemiyorsun.
Haneke filmlerinin kahramanları, her şey yolunda/rutininde giderken ya da öyle gözükürken, ağır, katostrafik bir “durum”la karşılaşıyor. Ve sıradan, düzenli, huzurlu sandıkları hayatlarının aslında hiç de ebedi olmadığını anlıyorlar. Birdenbire…
Haneke bu yüzleştirmeyi, Amour, Ölümcül Oyunlar, Saklı, Beyaz Bant, Şato, 7.Kıta, Benny’nin videosu, Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası başta olmak üzere hemen tüm filmlerinde, bıçak keskinliğinde yapıyor. Öyle bir şey oluyor ki, insanların -düzenli sandıkları- hayatında, sürüp giden yaşamlarında artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. “Kimse hayattan muaf ve dokunulmaz değildir” dercesine, dokunup, ensesine patlatıp sarsıyor seyirciyi.
“Kötü dilek”in iyiliği…
İzliyorsunuz filmleri ve perdenin/ekranın karşısından birçok duygunun yanında “Herkesin, senin de başına gelebilir” mesajının kamburuyla kalkıyorsunuz. Filmi seyretmiyoruz sadece, filme maruz kalıyoruz. Bizim başımıza da gelebilecek ve her yolla savuşturmaya çalıştığımız hayatlara -şiddetle- maruz…
Haneke’nin filmleri seyircide ağır bir huzursuzluk, öfke de yaratabiliyor. Konfor alanına dokunuyor zira. Galalarda bazı seyirciler, izlediklerine dayanamayıp sinema salonunu öfkeyle, panikle terk edebiliyor. “Hakkın yok bunları bana göstermeye” diyenler de çoktur. “RTÜK uyuyor mu, nerede RTÜK’ün karatmaları, flulaştırmaları, mozaikleri” diye iç geçirenler de belki. RTÜK’ün mozaikleri, mozaikleri, mozaik… O yeri gelince “şiş kebap”, “Türk lokumu” gibi övündüğün “Türkiye mozaiği” o işte.
Velhasıl Haneke’nin başımıza çaldığı da, şu kurmaca, “rutini huzurlu” hayatlarda duymamız, bilmemiz, öğrenmemiz gereken bir rahatsızlık, huzursuzluk işte. Ben de Haneke’nin galalardaki açılış konuşmasının finaline muzırca, hınzırca yerleştirdiği marka cümlesiyle bitireyim yazımı: “Size, huzursuz seyirler dilerim…” Hiçbir “kötü dilek”, beddua bu kadar iyi, hayırlı, yerinde, kıvamında değildir.