1958’in son gecesinde yılbaşına saatler kalmışken Tanpınar, o yıllarda Erzurum’da bulunan öğrencisi ve kalem arkadaşı Mehmet Kaplan’ı taassup tuzağına karşı uyardığı mektubunda şunları yazmış:
Ben mutaassıp insanla karşılaşınca, benim gibi düşünmek imkanından mahrum bir mahlukla karşılaştığıma inanırım ve kaçarım. … sizin oradaki hayatınızı bu cinsten adamlar ne hale sokar diye düşünüyorum. Bana kalırsa Atatürk sistemi hepsinden iyidir. Mesela rakı için ve sizi sarhoş görmeğe alıştırın. Atatürk, Allah rahmet etsin hakikaten can alacak yerlere vurmasını bilirdi. Çünkü itiyadlar çok defa asıl belkemiğimiz oluyor. Onlara hücum edince, onlar şaşırınca eski ayakta duramıyor.
Ana muhalefet partisi lideri Özgür Özel’in bir litre rakının 140 TL’ye düşeceğini vaat ettiği konuşmasını okuyunca bu pasajı hatırladım.
Tanpınar’ı, muhafazakar bir yazar olarak tanıdık. Alıştığımız ölçüler içinde muhafazakarlıkla mutaassıplık (tutuculuk) iç içe olagelmiştir. Hatta halk dilinde ikisinin arasında anlam farkı belirsizdir. Çoğu zaman muhafazakar dendiğinde mutaassıp anlaşılır. Ancak Tanpınar’ın kendini ve belli ki Mehmet Kaplan’ı koyduğu yer açısından bu ayrım keskinleşiyor, belki de “kendi gibi düşünmek imkanından mahrum bir mahluk” ile arasındaki mesafeyi bu ayrımla açıklıyor.
Yasaklama ya da kısıtlama getirmenin çeşitli yöntemleri var. Kuşkusuz bir ürünün bedelini aşırı ölçüde yükseltmek bunlardan biri. Kamu sağlığı açısından alkol ve tütün ürünlerine erişimin devletçe kısıtlanması bütünüyle yanlış değil, ama bu kısıtlama ideolojik bir fikirle gerçekleştiriliyorsa kimin ne içeceğine karar verme anlayışında ve fazla sırnaşık bir siyasetle karşı karşıyayız demektir.
Siyaset, halka “nasıl yaşanacağını” öğretmeye kalktığında çoğunlukla uzun vadede tökezler ve kırılmaya uğrar. ABD’de 1919’da alkollü içki satışını ve tüketimini yasaklayan Volstead kanunu yürürlüğe girdiğinde muhtemelen bu zararlı alışkanlığın etkilerinden arınmış, birlik ve beraberlik içinde bir toplum yapısı hayal ediliyordu. Halbuki bu uygulama, sokakların kana bulandığı, haksız zenginleşmenin önünün alınamadığı, uluslararası organize suçun temellerinin atıldığı bir mafya çağının kapılarını araladı. Geçmişte bölgesel çapta kumar ve fuhuş işleriyle uğraşan çeteler, kaçakçılık gelirleri sayesinde bütün ülkeye yayılan, federal devleti tehlikeye sokan bir büyüklüğe ulaştı. 1920’lerin “gangster” hikayeleri Hollywood’a İkinci Dünya Savaşı’ndan daha çok malzeme vermiştir. Vito Genovese, Lucky Luciano, Meyer Lansky gibi çeteciler hala efsane gibi anılır.
Rakı içmek muhtemelen Tanpınar’dan önce de bir çeşit işaret sayılıyordu. Hatta belki de elit çevrelerde mutaassıp olmadığını göstermenin bir yoluydu. Rakı içen birini içmeyene göre daha açık görüşlü saymak da bir çeşit taassup… Ancak insan olarak ön yargıyla malül mahluklarız. İlk notumuzu yüzeysel belirtilere bakarak veririz ve çok kolay görüş değiştirmeyiz.
Yıllar önce, 2003-2004 olmalı, genç öykü yazarları Beyoğlu’nda bir kafede bir araya gelirdi; bu toplantıların birkaçına ben de katılma imkanı bulmuştum. İçki sofrasında değildik, çay, kahve, acıkanlar için yaprak sarma… Daha çok ‘Altın Günü’ havasında buluşmalar oluyormuş kısacası. Bir keresinde aramıza “abimiz” diyebileceğimiz yaşta, 80 kuşağından tanınmış bir yazar katıldı. Sıkıcı sohbetimize bir süre tahammül ettikten sonra “Haydi içmeye gidelim!” dedi. Benim ‘muhafazakar’ yıllarımdı, haliyle bu davete karşılık vermeyi düşünmüyordum; ama masadan çıt çıkmadı. Sanırım bu tavrı bir çeşit ortam bozuculuk olarak algıladılar. Emin değilim. Ağabeyimiz de durumu yadırgayıp biraz söylendikten sonra ayrıldı. Beyoğlu’nda genç sanatçıların bir araya gelmesi ama içmemesi… 80 kuşağından çoğu şair/yazar için çok anlaşılacak şey değil; bunu az çok sezebiliyordum.
Hoş, bir zaman sonra içtiğimiz buluşmalar da oldu, ama başkalarıyla.
Taşrada taassup yaygındır, ama bu hiç içilmediği anlamına gelmiyor. Alkol, mekruh bir alışkanlık olarak görüldüğünden çoğu zaman kasaba dışındaki müzikhollerde, köy derneklerinin küçük çaplı kumar oynanan odalarında ya da belki kapılar ardında içiliyor. Devletlerin aslında alkolün bu şekilde tüketilmesine pek itirazı yoktur, örneğin muhtemelen alkolizmin artan bir sorun olarak öne çıktığı İran’da alkol tüketimi Türkiye’nin çok üstünde. İran’da 1979’dan beri içki satışı ve tüketimi yasak, ama Ömer Hayyam’ın memleketinde üzümün kaderi değişmiyor. Devletleri tedirgin eden alkolün insanları ve düşünceleri bir araya getirme gücüdür. İçki sofrasında sabahlara kadar süren keyifli sohbetlerin eğlencede kalmaması, düşünceye sıçraması ve muhalefeti ateşlemesi ihtimaller arasındadır. Osmanlı zamanında kahve tüketilmesi bile bir dönem yasaklanmıştı, yeter ki insanlar bir araya gelip fısıldaşmasın…
Tanpınar, o zamandan beri bu anlamda çok değişmeyen taşrayı tanıdığından Mehmet Kaplan’a ilginç bir teklifte bulunmuş. Aynı mektupta masasında Queen Anne İskoç Viskisi olduğunu da yazdığına göre belki o gece masaya oturduğunda biraz çakırkeyifti. Kim bilir? Belki de bu nedenle “Atatürk sistemi” dediğinin ne olduğunu anlamak zor. Devlet sistemini kastediyorsa ne alaka?
Mehmet Kaplan, edebiyatımızın en çalışkan, en verimli eleştirmenlerindendir. Ayrıca 1957 yılında kurulan Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne katkılarıyla akılda kalan değerli bir akademisyendir. 1970’lerin çatışmacı ortamında anti-komünist sağcı profiliyle dönemin öğrencilerinin bir bölümünün nefretini kazanmış olduğunu tahmin edebiliriz. Cemal Süreya’nın şiiri üstüne yaptığı söylenen parodileşmiş haksız bir yorumla suçlanır, halbuki 1975 tarihinde TRT’de Cemal Süreya, Haluk Şahin ve Hilmi Yavuz’la aynı programda bulunduğu kayıtlıdır.
Kaplan, Tanpınar’ın tavsiyesini ne kadar tuttu? Bunu bilmek zor. Rakı içmek bir keyif işidir kuşkusuz, üstelik rakının dostlarla birlikte tadına varılır. Yani insanları bir araya getirme kültürü açısından bilinir. Halbuki Tanpınar’ın tavsiyesi tam tersini söylüyor. Kaplan’a rakı içmesini mutaassıp insanları kendisinden uzak tutması için salık veriyor. Yani söylediği şey, rakının ya da içme kültürünün pek dile getirmediğimiz bir anlamına denk düşüyor: Uzak durmak, başka tür bir insan olduğunu belli etmek, sizden değilim demek. Hatta Tanpınar bu fikrinde ısrar ediyor, Kaplan’a “sarhoş” görünmeyi tavsiye ediyor. Böylelikle başkalarına mesafe koymasının kolaylaşacağını umuyor. Bir akademisyenin, bir “Hoca”nın taşra kentinde sarhoş görünmeyi istemesi ne demektir? Bunu yaparsa sağ görüşlü bile olsa bilindik anlamda “Hoca” olmadığını, müderris gibi davranmasının beklenmemesi gerektiğini ortaya koymuş olacak.
Beğenelim ya da beğenmeyelim, bu ayrım aydın çevrelerde hala geçerlidir. İçen içmeyene ya da içmeyen içene hoşgörüyle bakıyordur, bu ayrı. İçen içmeyenle konuşur, ama tartışırken bile ölçülüdür, kendini geri çeker, kolayca bağ kuramaz. Buluştukları sofralar ötekinin belli taraflarını görmezden gelmeyi kolaylaştıran bir çeşit No man’s land niteliğindedir.
Böyle bakınca ana muhalefet partisi liderinin bu ayrımı, bu adı konmamış çizgiyi akla getiren açıklaması insanı şaşırtıyor. Ama CHP’nin muhafazakar bir parti olduğunu ortaya koyması açısından da ilginç…