Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBelki de çürümüyoruz, yeşeriyoruz

Belki de çürümüyoruz, yeşeriyoruz

Bütün suçların arkasında toplumların çürümesi, ahlaken yozlaşması, etiğin, yaşam felsefesinin ortadan kalkması yok. Ruh sağlığı bozuk, içkiyi fazla kaçıran, uyuşturucu kullanan birinin işlediği suçun sosyolojik bir açıklaması da yok. Onların işlediği suçlar, biz toplumun eseri değil. Belki ahlaki bir çöküşten değil, suçlara ve mağdurlara karşı ahlaki bir farkındalıktan, gelişen bir toplumsal duyarlılıktan ve dayanışmadan bahsedebiliriz.

Geçen hafta sonu yaşanan iki olay herkesi korkutmuş görünüyor.

Önce bütün medyaya ve sosyal medyaya Beyoğlu’nda sokakta bir köşeye sıkıştırılıp taciz edilen, sonra sokak ortasında yere yatırılıp üzerine çıkılarak cinsel saldırıda bulunulan bir kadının görüntüsü düştü.

Saldırganlar, kadın şikayetçi olmadığı için serbest bırakılmıştı.

Haklı bir infialle iki saldırgan yeniden gözaltına alındı.

Aynı gün Fatih’te surlarda işlenen korkunç bir cinayetin görüntüleri dolaşıma girdi.

19 yaşında bir genç, yine 19 yaşındaki eski sevgilisinin başını kesip surlardan atmış ve ardından kendisi de surdan atlayıp intihar etmişti. Öncesinde yine 19 yaşında başka bir kızı daha öldürmüştü.

Bu dehşetin sansürlü/sansürsüz videoları her yerde dolaşmaya başladı.

İki olayın üst üste gelmesi, nereye gidiyoruz sorularını sordurdu, endişeleri artırdı.

Önce saldırganların siyasi menşelerine bakıldı, oradan umduğu malzemeyi bulamayanlar, bu kez bunların sorumlusu kim gibi sonuçsuz, anlamsız, herkesin siyasi hasımlarına yükü yükleyip rahatlamak istediği bir tartışmaya tutuştu.

Hükümeti suçlayanlar ile ahlaksızlığın/dinsizliğin yayılmasını suçlayanlar arasındaki siyasi kavga bu yazı yazılırken hala sürüyordu.

Daha genel bir açıklama arayanlar ise cevabı aylar önce sosyal medyada popüler olmuş bir sokak röportajında buldular: Yaşadığımız “sosyal çürüme”ydi.

Bir sokak röportajında “Abla” diyerek mikrofon uzatılan kadın, emekli bir akademisyen çıkmış ve söyledikleri bir anda viral olmuştu:

“Bence Türkiye’nin başka bir geçekliği var. Bu gerçeklik iktisadi bir gerçeklik değil, sosyal çürüme var bence. Dünya tarihi iktisadi olarak her zaman toparlandı. Bir sürü krizler görüldü. Ekonomi her zaman toparlanır, kapital kendini yok etmez ama sosyal çürümeyi de düzeltemezsiniz. Şu anda Türkiye’de sosyal çürüme var. Bunun düzelmesi için çok zor, çok zor dönüşü olmayan bir yerdeyiz. Evet sosyal çürüme şu etik denen şeyin yok olması, etik yaşam felsefesi demek. Türkiye’de yaşam felsefesi kalmadı. Yani şöyle bir şey söyleyeyim, yani Türk edebiyatını, Türk sinemasını, Türk tiyatrosunu düşünün. Bu edebiyatta bu tiyatroda, sanatta hiçbir şekilde yazında ve düşün de hiçbir zaman için göçmen kültürü, mülteci kültürü ya da mafya ya da işte kara para aklama gibi kavramlar olmazdı. Ama şu anda biz yavaş yavaş kültürel anlamda bütün ortaya çıkacak yapıtlarda bu kavramlarla karşılaşmaya başlayacağız. Sosyal çürüme bu demek başka bir toplum olduk. Biz Güney Amerika ülkesi değildik ama Güney Amerika ülkesi olmaya başladık. Çok tuhaf değil mi?”

Türkiye’deki etik ve yaşam felsefesi neydi ve ne zaman, nerede vardı?

Neden mülteciler, mafya, kara para aklama gibi 100 yıldır bu coğrafyada bir biçimde olan meseleler edebiyatın, tiyatronun konusu olmasın ya da geçmişte niye olmadı, bunun çürümeyle ne ilgisi olabilir gibi soruları pek kimse sormadı.

Kendisini sokak hayvanlarına adamış, televizyonu, sosyal medyası olmayan eski güzel sanatlar fakültesi hocası Zeliha Burtek’in bu tespitlerinin neden bu kadar rağbet gördüğünü ise anlamak zor değil.

Şehirler büyüyor, nüfus artıyor ve çeşitleniyor, eski mahalle kültürü ortadan kalkıyor, değişen ilişki biçimleri, nesiller arası kopukluklar, artan eşitsizlikler eski küçük, müreffeh ve içinde güvende hissedilen eski yaşam biçimini değiştiriyor.

İnsanlar değişimden korkarlar, muhafazakarlık içgüdüsel bir tepkidir. “Sosyal çürüme” de hoşa gitmeyen değişime tepkiyi ifade ediyor.

Böylece hem başımıza gelen her kötülük gibi bu kötülük de 22 senedir değişmeyen iktidara bağlanıp yürekler soğuyor, hem de bir Türk eliti sporu olan “halk nefreti” eda ediliyor.

Tabii toplumsal çürüme bir özeleştiri değil, bir suçlama.

Bu tespiti yapanlar, Instagram’da paylaşanlar çürümüyor, toplumun geri kalan kısmında oluyor hep bu çürüme.

Sosyal medya hesaplarına şöyle aforizmalar yazmış Beyoğlu’ndaki sapık saldırgan da muhtemelen Instagram hesabından “sosyal çürüme” postlarından birini paylaşırdı:

“Ahlakın bozuk olduğu bir toplumda yalnızlık şifadır”, “Bir toplumda suç varsa orada adalet yoktur” “Çocuklarımızı ibadetten önce ahlaklı olmayı öğretelim. Çünkü çocuklarımız, namaz kılan bir hırsız, oruç tutan bir sapık, hacca giden bir yalancı, kurban kesen bir tefeci, şahadet getiren bir terörist olabilir.”

Bu aforizmaları sosyal medya hesaplarına yazan adamın daha sonra sokak ortasında bir kadını yere yatırıp cinsel saldırı yapacağına kim inanır?

Kitaplığında Dante’nin Cehennem’i, Zülfü Livaneli’nin ‘Kardeşimin Hikayesi’, Adam Fawer’in ‘Olasılıksız’ı, Brian Clegg’in ‘Zaman Makinesi nasıl Yapılır?’I, Daniel Cole’un ‘Kukla’ sı olan şehirli, modern görünümlü 19 yaşında bir gençten de kız arkadaşının başını kesip surdan atması beklenmezdi.

Demek ki suçlar, sadece bizim suçlu stereotiplerimiz tarafından işlenmiyor.

Eğitim, kitap okumak, ahlakçılık yapmak, siyasi bilinç insanları korkunç suçlar işlemekten kurtarmıyor.

Ve bütün suçların arkasında toplumların çürümesi, ahlaken yozlaşması, etiğin, yaşam felsefesinin ortadan kalkması yok.

Ruh sağlığı bozuk, içkiyi kaçıran, uyuşturucu kullanan birinin işlediği suçun sosyolojik bir açıklaması yok.

Onların işlediği suçlar biz toplumun eseri değil, iktidarların da bu suçların işlenmesinde zırt pırt af çıkarmaktan ibaret bir vebali var.

Ki bu olayda surdaki katilin sabıkası yok.

Peki gerçekten de herkesin hissettiği gibi suçlar artmıyor mu?

Türkiye ve İstanbul daha güvensiz ve tekinsiz değil mi? Yani sosyal olarak çürümedik mi?

En azından adli istatistikler bu tezleri desteklemiyor.

Adalet Bakanlığı’nın her yıl açıkladığı Adli İstatistikler’e göre Türkiye’de cinayet ve yaralama sayılarında nüfusa oranla bir artış değil azalış var.

2006 yılında 3.020 kasten öldürme olayı yaşanırken, 2020 yılında bu sayı 2.075’e düşmüş. Son üç yılın sırasıyla öldürme ve yaralama rakamları ise şöyle:

2021 2145 3896

2022 2278 4231

2023 2318 3820

Bu rakamlara göre kadına yönelik öldürme ve yaralamalı şiddette de düşüş var.

Cinsel saldırılarla ilgili rakamlarda da nüfusa orantılı olarak bir artıştan bahsedemiyoruz.

2009 yılında cinsel saldırıdan açılan dava sayısı 14 bin 337 iken bu sayı 2021’de 43 bine çıktı, 2023’deki dava sayısı ise 37 bin oldu.

Uyuşturucu suçlarında radikal olmayan bir artış görülüyor.

2020’de uyuşturucu suçlarının oranı diğer tüm suç gruplarına göre yüzde 4,5’ken, 2021’de bu oran yüzde 5’e çıktı. 2023 yılında da benzer bir oranda suç işlendi.


Yani suç sayısında en fazla nüfusa ve şehirleşmeye oranlı olarak bir artış var.

Peki neden hepimiz bunun aksini hissediyoruz?

Çünkü ömrü hayatımızda tanık olduğumuz suçların sayısı artıyor.

Eskiden gazetelerin üçüncü sayfalarında kalan korkunç cinayet, tecavüz haberleri kimsenin çok umurunda olmaz, gazetelerin birinci sayfalarına ya da ana haberlere pek çıkmaz, STK’ların ilgisini çekmez, kötü ve cahil insanların uzaklarda yaşanan kötü hayatları olarak görülürdü.

Ama hepimize artıyor gibi görünüyor, çünkü haberdar olduğumuz suçların sayısı radikal bir biçimde arttı

Artık suçlar cep telefonları, güvenlik kameralarıyla kayıt altında.

Feci ayrıntılar anlık olarak önümüzde, gündüzleri tvlerin reyting rekorları kıran polis adliye telsizine dönmüş gündüz kuşağı programlarında, akşamları ise siyasi cız konulara fazla giremeyen anahaber bültenlerinde.

Bütün suç videoları, sansürsüz, editoryal filtresiz, ayrıntıları ile sosyal medya sayesinde bir cep telefonu uzağımızda.

Kimse kafasını çeviremiyor.

Sadece çeviremiyor da değil, çevirmek de istemiyor.

Adi suçların ve kurbanlarının umursanması, kadın cinayetlerinin takip edilmesi, siyasi bir meseleye çevrilmesi, suç işlenen yerlerde protestolar yapılması aslında eskiden olmayan yeni duyarlılıklar.

Haber almak ve duyarlılık göstermek artık herkese bir cep telefonu kadar yakın.

Belki ahlaki bir çöküşten değil, suçlara ve mağdurlara karşı ahlaki bir farkındalıktan, gelişen bir toplumsal duyarlılıktan ve dayanışmadan bahsedebiliriz.

Toplumsal çürüme tespitini pek çok insana anlamlı hissettiren ise galiba Türkiye toplumunun arada kalmışlığı.

Şehirleşmeyle dinin geleneksel toplumlardaki ahlak vaaz eden, hayatı düzene sokan, gücü azalırken, onun yerine bir şehirlilik kültürü, vatandaşlık bilinci ve hukuk devleti konamadı.

Eskiden Allah korkusu, toplum/mahalle korkusu ve devlet korkusu arasında düzenini kuran bu toplum, bir süredir sekülerleşmeyle Allah’tan, şehirleşmeyle toplumdan/mahalleden, hukuk devletindeki bozulma, aflarla da devletten o kadar korkmuyor.

Şehirlerdeki eşitsizlikler, ekonomideki bozulma, sosyal medya üzerinden kurulan ilişkiler, sanal dünyadaki alternatif hayat, dinlerin etkisinin azalması, atomize olan aileler; insan ilişkilerini, kadın-erkek ilişkilerini değiştiriyor, bozuyor, gerilimleri artırıyor.

Bunlar sadece Türkiye’de değil, dünyada da bozulan trendler.

Ama bu ciddi trendler siyasi kutuplaşmanın içinde kaybolunca, geriye de Instagram postlarındaki, içi boş, nefret söylemine yakın, umutsuzluk ve çaresizlik hissinden başka bir şeye yaramayan “toplumsal olarak çürüdük” gibi analizler kalıyor.

Suçlar insanın karanlık yüzü. O yüzle insanlık tarihinde kısa ömrü hayatında en fazla karşılaşan insanlar biz olabiliriz.

Suçlarla, insanlığın karanlık taraflarıyla bu kadar çok, sık ve birebir yüzleşmek insana karşı güvensizliği artırıyor, bu da genel bir çürüme hissi yaratıyor olabilir.

Ama dün, bugün ve yarın da suçlar işlenecek, elimizden bir şey gelmeyecek, bireyselleşmeye suçların vahşeti büyüyecek, herkesi kurtaramayacağız, çoğundan haberimiz bile olmayacak.

Başka insanların hayatlarını umursamak ve kaygılanmak ise çok iyi bir haslet, çürüdüğümüzün değil yeşerdiğimizin işareti.

- Advertisment -