Ana SayfaManşetBeyaz mermiler

Beyaz mermiler

Çok güzel bir mahalle değil burası. Bir kere ağaçlı bir yoldan geçip gelmezsiniz buraya. Kışın ilk buraya kar yağar. Hiç ısınmayan evlerin içine kar başka yağar.

Sevmez buranın çocukları, karı, soğuğu. Hırçınlaştıran kar mıdır bu çocukları? Hiç güzel oyunları yok burada kaldırımların. Balkonlardan atılan çöp poşetlerini kemiren kediler oynar en güzel oyunları. Bunu gören çocuklar hiddetlenirler birden. Ellerindeki oyuncak silahların, rengarenk plastik mermilerine sarılırlar. Neye uğradığını şaşırır kediler. Beş metre öteden onu izleyen bakkal sevinir içten içe. Mermiler evlerin balkonlarından akan köpüklü sulara karışıp, gider başka sokaklara. Bakkal en çok mermi toplayıcılarına sinirlenir. Topladıkları mermileri daha ucuza satan bu piç kurularından hiç hoşlanmaz. İçten içe bilenir onlara.

Kışın çoğalır cenazeleri mahallenin. Kışın en çok çocuklar üşür en çok çocuklar ölür burada. Çekmeyen bacaların zehri, bulaşıcı bir hastalık gibi sarar her yanı. Babalar ilk çocuklarını kurtarmak ister. Erkek çocuklarından başlarlar kucaklamaya. Alışkındır mahalleli ölen annelerin cesetlerinden sarkan uzun saç örgülerine. Bir şair geçse bu yokluktan, ‘‘filizlenir,” der, “toprakta saçları annelerin/uzanır diğer çocuklara…’’ En sevdiği arkadaşını kaybetmez kimse. Kimse kimseyi kendinden çok sevmez. En çok ekmeği sever mahalleli. Anne acıktım diye bağırdı mı bir çocuk sokaktan, utanır anneler. Tüm anneler utanır. Herkes bilir birbirinin mutfağını.

‘‘Oyun oynarken nimet yenmez, eve gel ye de git, hadi!’’

Çocuk aldırış etmez. Hiç utanmaz annesinin utancından. Çıkarır rengârenk mermileri, sayılı takar şarjöre, tam annesinin gözünü hedef alır. Plastik mermiler annelere ulaşmaz. Herkes peşine düşer gözden kaybolan merminin.

‘‘Ulan benim mermim o, beyaz mermi, kimsede yoktur o renk. Kimde görsem bitiririm işini.’’

Çamaşırlarını yıkadıkları pis suyu atmaz mahalleli. Balkonları, tuvaletleri yıkar. Beyaz mermileri yıkar. Kadınların çamaşırları asılmaz balkonların iplerine. Kadınlar çocukluğunu asmak için kullanırlar toz pembe çamaşır iplerini. Gök mavisi pek gelmez nayloncu Fehmi’ye. En çok gök mavisini sever kadınlar. Kendilerini asmak da günahtır, çamaşırlarını asmak kadar. Kadın şeytan kılığında girmiştir bir kere evlere. Bereketi alıp götüren dilleri kesilse düzelecektir elbet her şey.

Bu mahallenin adamları ezan saatiyle çıkarlar evden. Ellerinde paslı sefer tasları. Sabah kahvaltıda ucuz margarinden yapılmış poğaçalar bozsa da midelerini, haftada bir yerler. Farklı gelir. Yerken çoğunun boğazına takılır. Evdekilere de bir tane alabilsem diye düşünür. Düşünürler. Birbirlerine bakarlar. Gözleri dolanlara güler diğerleri. Erkeklik zayıflığa gelmez. Burhan hiç poğaça almaz. Biriktirir gizlice parasını. İki yüz gram kıyma için. Oğlu için. Hanım içini doldurur ekmek içiyle. Soğanını bol tutar, maydanozunu bol tutar. Geçenlerde öyle çok köfte çıkmıştı ki işe bile getirmişti. Patatesi rendeleyip, suyunu iyice alıp onu da koymuştu hanımı içine. Bir an inanmamış tokadı yapıştıracak gibi olmuştu da. Diri diri patates gelince ağzına sustu. Bu mahallede erkek sustu mu da kötüdür. Kaç kez susarsa erkek, o kadar yapıştırır tokadı. İyilik, bir ince çizgide, beşik gibi sallanır.

Buraya gelen öğretmenlerin diploması var mıdır hiç bilinmez. Çocuklar okumayı çözene kadar nefret ederler okumaktan. Defterin kıvrılan yaprak uçları için dayak yerler. Silgileri, sonuna kadar biter çocukların. Kaybetmesinler diye boyunlarında taşırlar. Yok oluşlarını seyrederler silginin. Sildikleri kelimeler çoğalır. Büyür.  Naylon poşetlerle kaplanmış defterlerin bantları yerinden hep oynar. Kalıp alınca naylon poşet, durur yerinde. Çocuklar durmaz. Kalıp almazlar ömürleri boyunca. Beslenme çantalarından gelen yumurta kokuları sinirlendirir öğretmenleri.

‘‘Bugün yumurta günü değil Hasan! Ayşe annene bin kez söyledim listeye uyun. Arif aç pencereleri!’’

Salam kokusuna kızmaz öğretmen. Oysa kendi kızının da beslenmesinde görülmemiştir hiç. Sevdikleri ders yoktur çocukların. Ne yaparlarsa yapsınlar temiz defterler tutamazlar. Ucuz silgiden diye düşünmezler hiç. Dokunmadan yazmaya çalışırlar. Kir, ellerinde zannederler.

Hafta sonu yolun ortasına atılmış mobilya parçalarının üstüne çıkar bütün çocuklar. Ev sahibiyle kırmaya çalışırlar tahta parçalarını. Ayaklarıyla tepine tepine, önü açılan, tabanı yarılan ayakkabılarına acımadan. Sunta parçası her tekmeyi, her keser sesini duyduğunda, hamam böcekleri yeni yuvalarına koşar. Mahalleyi hamam böceği sarar bir gecede. Evlerden çamaşır suyu kokuları gelir. Bir gecede doğurur hamam böcekleri. Kapılarının önlerine çamaşır suyunda yıkadıkları ıslak bezi sıkıştırırlar. Olur da bir komşu pasaklıysa, hamam böceğine değil komşuya kin bağlarlar. Böceklerin anası bellerler onu.

‘‘Pasaklı karı, yemeği de yenmez bunun. Oğlunun sümüğü ağzına akar da silmeye üşenir. Cimri pislik!’’

Pasaklı kadınların kulakları yoktur. Burunları yoktur. Gözleri yoktur. Evlerinin kapılarını açtıklarında tüm mahalle küflenmiş insan kokusu taşır. Akşam kocalarından yedikleri dayak pasaklı oldukları içindir. O pasaklı kadınların yemeklerini iştahla yerler, koyunlarına iştahla girerler. Ağzı koktuğu için karısının, ağzını eliyle kapatır Fehmi. Kadın kirli gözlerle üstündeki et yığınına bakar. Azmış gözünü görür adamın, hiç yıkanmamış ağzını, boynunun üstündeki et benlerini, burnunun içinde biriken kılları, o burnunun ucunda sürekli büyüyen beni, dökülen kirpiklerini, hiç doymayacakmış gibi duran göbeğini, bu cüsseye rağmen çalı çırpısı gibi duran bacaklarını. Hemen gözünü kapar. Kendi elleriyle.

Mahallenin adamları namazlarını da oruçlarını da sopalarını da hiç aksatmaz. Bir tek sular kesildi mi, gece mavisi varillere doldurulan, dibi yosun tutmuş sularda su dökünürler. Kışın tüp de bittiyse, soba da sıcaklığını yitirdiyse, Cuma’ya da denk geldiyse, şeytanlarını sopalarlar. Çoğu kadın kış günlerinde büyük adet sancısı çeker. Tüpü tasarruflu kullanmak kadınların görevidir. Suyu her daim sıcak tutmak kadının görevidir. Buz gibi banyolarda, buz gibi, gece mavisi suyu dökerler üstlerine kadınlar. Sonra dinmek bilmeyen bir kanama baş gösterir. Evin tüm çarşaflarını kaynar sularda yıkayıp takarlar kendilerine. Buz gibi bedenlerine. Pamuk yetmez. Kanamaları durmadıkça hiddetlenir kalbi yosunlaşan erkekler. Ellerine verdikleri birkaç kuruşla Ebe Sultan’a yollarlar kadınları.

‘‘Bak kızım, güzel kızım, civan perçemini içmedin demek ki düzenli, bir de kendini onunla yıka dediydim sana. Bak o çarşaf bezleri var ya, kaynar suda eyice yıka. Mikrop kaparsın maazallah. Çöpe atsan daha iyi de. Ne yapalım. Yoksa yok. Oluru yok değil ya. Yok söyle kocana, büyük günah. Çarpılır böyleyken girerse yanına. Bak olacak iş değil. Kalksın hoca efendiye sorsun.’’

Soluk benizli, elleri buruşmuş, gözleri çökmüş, genç yaşta her şeyi unutan kadınlar vardır bu mahallede. Süt hep taşar. Dibi tutmuş süt kokusu sarar her yeri. Evinin işini yapamaz olurlar.

‘‘Ellerim ayaklarım tutmuyor bey…’’

Bu mahallede hasta kadınlara kimse inanmaz. Çocuklar gök mavisi mermilerle annelerini korkuttuklarında, tetiğe her bastıklarında, bir iz bile çıkmaz merminin buluştuğu yerde.  Kanı çekilmiş anneler hissetmezler acıyı. Evin yatağından damlayan kan, kendini parça parça atar bir gün dışarı. Evdeki mermiler kırmızıya dönüşür. Sıcacık bir havuzda yüzerken görürler kendilerini adamlar. Öyle sıcak bir havuz ki. Gece maviyken uyanırlar, korkuyla bakarlar kadına. Elleriyle kapatırlar gözlerini. Çocuklar kanda yüzen beyaz mermilerini hiç aramazlar.

- Advertisment -