Son yıllarda biyografik filmlerin sayısı arttı. Müslüm Gürses, Bergen, Naim Süleymanoğlu, Mehmet Akif… Atatürk’ü anlatan birden fazla yapım var. Hatta Barış Akarsu, Muzaffer Tayyip Uslu ya da Rüştü Onur gibi silik bir iz bırakmış bazı isimlerin bile hayatı perdeye taşındı. Benzer bir furya anladığım kadarıyla Batı’da da var. Yine de yakın tarihe duyulan popüler ilginin kaynakları üstüne düşünmek gerek. Kültür dünyasında belli belirsiz de olsa geçmişi kurcalayıp yeniden inşa etme gayreti var.
Şimdi de Yılmaz Güney’in hayatı film oluyormuş. Merakla, biraz da heyecanla bekliyorum. Yılmaz Güney, yakın tarihin anlaşılması, işlenmesi ve anlatılması en güç isimlerinden biri. Kimilerine göre büyük bir sanatçı, bir özgürlük savaşçısı, bir devrimci. Kimilerine göreyse katil, kadın düşmanı, şiddet faili bir manyak. Güney’in hayat hikayesinde herkese göre bir şeyler var.
Yılmaz Güney’in oyuncu olarak beyaz perdede boy gösterdiği ilk film 1959 yapımı Bu Vatanın Çocukları imiş. Güney’in filmografisinde sadece adı geçen, pek öyle anılmayan, üstünde durulmayan bu filmin yönetmeni Atıf Yılmaz, senaristler arasındaysa Güney’le birlikte Yaşar Kemal’in adı geçiyor. Kurtuluş Savaşı yıllarından geçen aslında milliyetçi denebilecek bir hikayesi var. Güney birçok yönden eleştirilebilir, ama sinemada sürükleyici tempo yaratmayı başaran nadir isimlerdendir. Dış görünüşü açısından Yeşilçam’ın “jön” kriterlerine pek uymamasına karşın seyirciyi kendine bağlamayı başarması da bu benzersiz enerjisinden kaynaklanıyor olamaz mı?
Belki, devrimcileri olduğu gibi perdeye taşımayı hayal ettiği Bir Gün Mutlaka bir istisna oluşturur. Güney’in (iyi ve kötü anlamda) şöhretinin zirvesinde olduğu yılların soluk bir meyvesidir bu film. Tutuktur, olmamıştır. Ama bana göre sinemamızda ve hatta edebiyatımızda hep ihmal edilmiş bir temayı oldurma çabasıdır. Nedir o tema? Önce bir toparlayalım.
Güney, 1959 yılındaki çıkışından sonra neredeyse on yıl boyunca vurdulu kırdılı macera filmleri çekti. Amerikan kovboy filmlerinden edinilmiş bir erkekliği Adanalılıkla harmanladı, bu hamuru biraz mizojini, biraz şiddet, tabancalar, kırılan kadehler ve boşa sıkılan kurşunlarla mayaladı. Filmlerinin yarattığı illüzyona kendisi de kapıldı elbette, sokaklardan gelmişti ve galiba karakterlerini yaşamadan perdeye de yansıtamıyordu. ‘Ekşın’ sözünü doğar doğmaz işitmiş, bir daha durmamıştı. Magazin dergilerinin üçüncü sayfa haberlerinin baş rolündedir hep. Yine de halk ‘Çirkin Kral’ adını koyduğu bu adamı sevdi. Evet, her şeyiyle sevdi.
1970’de Yılmaz Güney, Umut’la sinema tarihimizin kucağına bombayı bıraktı. Gazinolarda esip gürleyen, kodamanları ayaklarının altına alan, düşmanlarını tükürüğünde boğan o havalı şehir kovboyunun yerine bir anda üç kuruş ekmek parası için sürünen bir arabacının ağır hikayesi geldi. Güney kuşkusuz ilk yıllardan beri sosyal mücadelenin bir parçası olmayı planlıyordu. Türkiye’de o yıllarda yükselen sol rüzgarın etkisiyle harekete geçtiği de tahmin edilebilir, her şeye rağmen Umut’ta seçtiği hikaye gerçekçilikle yaratıcılığın nadir rastlanan bir alaşımıdır.
Umut, yayınlandığı dönemde ne kadar seyredildi? Yılmaz Güney adını afişte gören seyirciler acaba gençlik kahramanlarını o bitik, fukara Cabbar rolünde görünce yadırgamışlar mıdır? Bu adam ne zaman tabancayı eline alıp şunların canına okuyacak diye iç geçirmişler midir? Bilmek zor. Yasaklar ve çeşitli engeller, Umut’la seyircinin arasına girdi. Ama bu filmin Yeşilçam izleyicisinin favorisi olması da zordu.
1970’le 1980 arasındaki on yılda ise Güney’in filmografisi çatallı bir yol izledi. Gişe kaygısıyla çekilmiş ‘avantür’ filmlerin arasında sosyal sorunlara odaklanan hikayeler eklendi. Bu dönemin belki de yarıya yakınını hapishanelerde geçiren Güney bir çeşit uzaktan yönetmenlik tecrübesi geliştirmek durumunda kaldı, bu nedenle özellikle baş yapıtlarında Şerif Gören’in emeğini de göz ardı etmemek gerekir.
Güney, Umut filmindeki çizgisine yaklaştığı hikayelerde, örneğin Yol’da sinema tarihine geçmeyi hak eden başyapıtlar üretti. Eleştirilmesine rağmen Duvar da Güney’in natüralizminin tipik bir örneğidir, dozu yüksektir, ama kavram kargaşasına izin vermeden insanlığın içinde olduğu çarpık durumu bir hapishane kurgusuna indirgemeyi başarmıştır. Ama bana göre muhtemelen Güney’in kendisinin de tam olarak içine sinmeyen, yapmayı istediği ama bir türlü tam yapamadığı bir şey var: Perdeye bir ‘devrimci’ karakter çıkarmak.
Bir devrimci kimdir? Nasıl bir karakterdir? Sinema ya da edebiyatımızda örnekleri var mıdır? Bu sorulara bir yandan kolayca ‘Aa evet, 12 Mart romanlarına bakılabilir’ denebilir. Öte yandan ne 12 Mart romanında ne de başka işlerde gerçekçi sayabileceğimiz bir devrimci karaktere rastlanmaz. 12 Mart romanı tepkiseldir, işkenceye öfkelenir ve melodramatik devrimci karakterler anlatır, ama hepsi bu.
1970’li yıllar boyunca Yılmaz Güney’in kendini sosyal mücadele içinde bir devrimci olarak gördüğünü söylemek sanırım yanlış olmaz. Mektuplarında, söyleşilerinde, tek tük yazılarında dönemin devrimci diliyle konuştuğu görülebilir. Yeşilçam’da başka isimler de sermaye sömürüsünü eleştiren ya da siyasi içerikli denebilecek bazı filmlerde görünmüştür. Ancak başka örneklerde aktör ya da yönetmenlerin Güney gibi keskin bir siyasi çizgi izlediğini söylemek zordur. Örneğin Cüneyt Arkın hemen hemen bir yıl arayla Maden ve Güneş Ne Zaman Doğacak gibi iki ayrı ucu temsil eden filmlerde oynamış. Belki de “kardeş kavgası” karşısında bütün toplumu sahiplenen bir tutumu benimseme kararındaydı; tabi bu tür savrulmalar Yılmaz Güney’in varmayı umduğu devrimci kişiliğin parametrelerine hiçbir yönden uyamazdı.
Güney’in devrimci bir kişiliği sahneye taşımayı denediği ilk film Arkadaş olsa gerek. 78 kuşağının efsanesidir Arkadaş. Yılmaz Güney tavizsiz ve kararlı bir devrimci imgesiyle seyircinin karşısına çıkar. Arkadaş, Güney’in sosyal sorunlara odaklanan siyasi içerikli filmlerinden biri sayılmalı. Ama ‘avantür’ diye bir kenara ayırabileceğimiz filmlerin havasından bir şeyler de taşır. Fatoş Güney’in tanıklığına göre, o dönemde ve belki sonrasında binlerce genci etkileyen bu film birkaç ayda çekilmiştir.
A’nın üstünde şapkası var… Yılmaz Erdoğan’ın İnci Taneleri dizisinde andığı bu ifade Arkadaş filminin nadir gülen devrimcisi Âzem’in mottosudur. Arkadaş, Kıyıkent denen bir tatil kasabasında geçer. Âzem, üniversite yıllarından dostu Cemil’i kurtarmaya ya da belki de devrimci mücadeleye kazandırmaya gelmiştir. Geçmişten çıkıp gelen, tedirgin edici bir karakter… Bu tipik sinema klişesini Güney ustalıkla genişletir. Bugünün seyircisi için hikayenin tuhaf bir yanı vardır: Âzem’in kurtarmaya çalıştığı Cemil zengin bir müteahhittir, evi, yazlığı, parası, güzel bir karısı, metresi, şöhreti… kısacası burjuva hayatının bağışlayabileceği her şeye sahiptir. Ama film boyunca Kerim Afşar’ın canlandırdığı Cemil’in bir boşluk hatta suçluluk duygusuyla boğuştuğunu izleriz.
Cemil’in, yani kapitalist bir burjuva kodamanının kurtuluşu olursa ancak Âzem diye bir devrimci sayesinde olacaktır. Cemil gerçi kurtulamaz, ama hikayenin bu tarafını izleyicinin hiç yadırgamaması, yani Âzem’in ne diye bu yozlaşmış sermaye uşağını kurtarmaya çalıştığını sormaması Yılmaz Güney’in becerisidir. Güney’in perdeye taşıdığı bu ilk devrimci mistik bir karakter gibidir. Mevlana’ya gelen Şems gibidir. Arkadaşının değerler dünyasını alt üst edecek, ama onu kurtaramadan dönecektir.
Elbette Arkadaş filminin ana eksenini de gözden kaçırmamak gerek. Cemil’in genç baldızı Melike ile Âzem arasında belli belirsiz bir aşk filizlenir. Âzem, Cemil’i kurtarmak için dahil olduğu ama aslında tiksindiği bu burjuva dünyasında Melike’nin masumiyeti ve parlaklığı karşısında büyülenir. Melike karşısında façayı asla bozmayan, denize bile girmeyen Âzem, kısa bir flörtleşmeden sonra başka bir kadınla beraber olur- bu da hikayenin tuhaf sapmalarından biridir. Eğer Yılmaz Güney, Yeşilçam alışkanlıklarını uygulamak isteseydi karakteri baştan çıkarıcı bir kadın karşısında da hafiflik göstermezdi. Âzem mistik bir devrimcidir ama ayaklarını dünyaya basmıştır bir kere…
Bunlar ötesinde 70’lerde devrimci olmakla ilgili birçok klişe filmde sıralanır. Valizin bir köşesine saklanan tabanca, Felsefenin Temel İlkeleri, saçlarını kestirmesi istenen genç çocuk, kadın erkek ilişkilerinin yozlaştığı burjuva dünyası.
Bugün, Arkadaş filmini eleştirecek bolca malzeme bulunabilir. Her şeyden önce ana karakter toy bir kadına aralıksız ‘mansplaining’ uygulayan, saçlarına kır düşmüş bir adamdır. Arkadaş’ta şeytani karakterler kadınlardır. Âzem, Cemil’in karısından tokat yiyerek kovulur. Bu tür arazlarına karşın dönemi için bir devrimci şablonu çıkarmaya yaklaşan ilk, belki de tek filmdir Arkadaş.
Galiba yazının başında değindiğim Bir Gün Mutlaka da ismini Arkadaş filminin sonundaki malum replikten almış: “Bir gün mutlaka bu tokadın hesabını soracağız.” Bir Gün Mutlaka’nın yönetmeni Bilge Olgaç‘ın, ancak Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı filmlerle yakından ilgilendiği az çok biliniyor. Bu filmde yönetmenin dar bir oyuncu havuzundan yararlanmak zorunda kaldığı anlaşılıyor. Arkadaş’ta rol alan Azra Balkan ve Semra Özdamar dışında Yeşilçam ortalamasına yaklaşabilen oyuncu yok denebilir. Hikaye de tam oturmamıştır, ama bu sefer Güney birden fazla devrimcinin portresini bir arada işlemeye uğraşır. Devrimci komiteler, afişleme çalışmaları, polis kovalamacası, devrimci-aile çatışması gibi temalara dokunmaya çalışır; ama belki yetersiz oyunculuktan belki de hikayenin zayıflığından Bir Gün Mutlaka pek akılda kalmamıştır. Kadınların kötü yola düşmesi gibi arabesk tekrarlar da filmin, Güney’in kararsızlıklarla dolu bir zamanına denk geldiğini gösteriyor.
Her şeye rağmen devrimci portresinin perdeye yansıması açısından bu iki filmin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. 12 Eylül darbesinden sonra, 90’lı yıllara doğru devrimci karakterlerin işlendiği filmler oldu, ama her şey tazeyken, her şey yaşandığı sırada bunu canlandırmaya çalışan bildiğim kadarıyla sadece Yılmaz Güney var. Kaldı ki devrimci bir karakteri gerçek insan ilişkileri içinde, kendi çelişkileriyle işlemeye en yakın olan sanırım hala Yılmaz Güney…