22 Aralık 2024] Metin Karabaşoğlu’nun deştiği konu, evet, bir yönüyle bilgi ve cehalet meselesi. Aynı zamanda toplumların içyüzü, sathın altında neyin, nelerin yattığı, kültürel mahremiyeti ile ilgili bir mesele. Sosyal antropolojide var bu kavram. Ben Harvard’lı antropolog (şimdi emekli prof; yukarıda en sağda) Michael Herzfeld’in kitaplarında karşılaştım: A Place in History: Monumental and Social Time in a Cretan Town (Princeton University Press, 1991; Tarihte Bir Yer: Bir Girit Kasabasında Anıtsal ve Toplumsal Zaman) ve Cultural Intimacy: Social Poetics in the Nation-State (Routledge, 1997; Kültürel Mahremiyet: Ulus-Devlette Toplumsal Poetika). Kendi yorumum (ya da bana düşündürdükleri): Modern devlet (olanca resmî ideolojisiyle birlikte), tencerenin kapağı gibi. Altındaki toplum, sürekli fısıldıyor, mırıldanıyor; dışarıdan duyamıyoruz neler söylendiğini; içine girmek, bir bakıma dikizlemek, röntgencilik yapmak, kulak misafiri olmak lâzım. Emmanuel Le Roy Ladurie, Engizisyon tutanaklarından hareketle yazdığı Montaillou’sunda (1975), bizi işte tam böyle dahil ediyor, 13. yüzyıl sonu ve 14. yüzyıl başlarında Pirene dağlarındaki küçük bir köyün duvarlarının ardında neler konuşulduğuna. Michael Herzfeld de bunu, ilk alan çalışmalarını yaptığı Girit’te hayata geçiriyor.
Buradan aklım gene Nâzım’a gitti, gidiyor ister istemez. Hayli önü iliklidir, bizim edebiyatımızın. İster muhafazakârlık, ister din, ister Kemalizm, ister Marksizm; kâh şu, kâh bu ideolojik paradigmanın gölgesinde kalır; kendi kendini korkularla, tabularla, kutsallıklarla kuşatır (kuşattırır) ve çoğu zaman kıramaz, aşamaz. İstisnaları vardır elbet. Nâzım Hikmet bunlardan biridir, hapishanede eriştiği olgunlukla. Geçmişte de çok söyledim: 1900-1940 arası Türkiye’nin kültürel mahremiyeti açısından benzersiz bir tanıklıktır, Memleketimden İnsan Manzaraları. Kısmen Marksizm sayesinde, ama kısmen (belki çoğunlukla) Marksizme rağmen, diye de ekleyebilirim. Marksizmden aldığı olumlu şeyler, aşağıdancılığı, realizmi, halk ve insan sevgisidir. Olumsuz yanı, özellikle Kuvayı Milliye bölümlerinde görüldüğü gibi, sınıfsal idealizasyonlardan (ya da zıddında, sınıfsal kötülemelerden) kurtulamamasıdır. Gene de öyle güçlüdür ki Nâzım’ın gerçekçiliği ve insan tabiatına vukufu, makro plandaki anlatımlarında destanlaştırıp kollektif bir heybete büründürdüğü halka yakından, mikro ölçekte baktığı anda belki Çehovlaşıp, onları yerine göre olanca zaaflarını da katarak, ancak sevecen bir acımasızlık diye tarif edebileceğim bir yaklaşımla resmetmeye başlar.
Memleketimden İnsan Manzaraları, biliyorsunuz, 1941 baharında başlar. Haydarpaşa Garı’ndan iki tren kalkar (kalkacaktır) Ankara’ya: 15:45 katarı ve 19:00 Anadolu Sürat Katarı. İlki görece ucuz halk trenidir, ikincisiyse lüks ekspres. Nâzım’ın anlatımı, 15:45 katarının çeşitli kompartımanları ile diğerinin yemekli vagonu ve mutfağı arasında gezinir. İkinci Dünya Savaşı’nın, Mihver devletlerinin (Alman-İtalyan ittifakının) yükselişte olduğu en karanlık yıllarıdır. Hitler karşı konulmaz gibidir. Polonya, Norveç, Fransa düşmüş; Nazi orduları 1941 yılının Nisan-Mayıs aylarında Yugoslavya ve Yunanistan’ı da çiğneyip geçmiş, Türkiye sınırına dayanmıştır. Gerisini Nâzım’dan dinleyelim.
Yarımca’ya doğru gidiyor tiren. / 510 numaralı vagonda beşinci bölmedekiler / konuşuyorlar muharebeden. / Halı-heybenin sahibi / kara sakalının üstüne kıvrılan burnunu / — bu burun bir bıçak sapı gibi — / zaman zaman tutup çekerek ucundan / dinliyordu. /
Eskişehirli arabacı Selim: / “Nafiledir Alaman’ın encamı,” diyordu, / “nasıl olsa bir yerde devrilip kalacak. / Eli bıçaklı, vuran kıran adamın sonu / ya köpek ölümüdür, ya pezevenklik / yahut da mahalle bekçiliği.” / İtiraz etti Sarı Seyfettin / (Çerkez köyünün muhtarı): / “Bilemem Almanları / ama vurucu olan pezevenk olmaz.” / Arabacı Selim haykırdı adeta: / “Beter olur. / Zindankapılı Hüseyin Ağa / nâmidar bir adamdı bayağa. / Bizim Eskişehir’i bıçağı hakkına çevirmiş tekmil. / Ve hem de altınla oynardı. / Ne oldu sonu? / Bir altmış paralık herif / sarhoş Şerif / dağıtınca kerhanede onun ağzını burnunu / kahretti. / Memlekette duramadı. / Sonra duyduk ki bir hendekte bulmuşlar ölüsünü. / Oltayla balık avlayıp geçinir olmuş. / Bir balık tutayım, yiyeyim derken / kakılıp kalmış hendekte.”
Konuştu halı-heybenin sahibi. / Sesi yumuşak ve kabarıktı / atılmış pamuk gibi: / “Alaman kazanacak. / Ben büyük yerden işittim. / Hitler denilen gâvur / Müslümanmış dediler / gizli din taşırmış. / Tevekkeli bunca düvel birlik olup yenemediler.” / Arabacı Selim şaşırmış / bir şeyler söylemek istedi. / Sarı Seyfettin / fırsat düşüp / karşılamış gibi kendine yapılan bir hakareti / zaferle baktı Selim’in yüzüne: / “Vurucu olan pezevenk olmaz,” dedi. /
Halı-heybenin sahibi devam etti konuşmasına: / “Bir paşa var, / eski paşalardan. / Seferberlikte bir o yenmiş İngiliz gâvurunu. / Şimdi tekavüt. / Ticaret yapıyor ve de gazeteci. / Ya birlik olunmalı Alaman’la, demiş / ya da yol vermeli, geçsin. / Koskoca paşa bu / ve de gazeteci. / Seferberlikte bir o yenmiş İngiliz gâvurunu. / Bana bakkaliye veren Hacı Nuri Bey tanır onu. / Hacı Nuri Bey dedi bana: / Alaman indi Balkan’a / ne Yunan’ı bıraktı, ne İngiliz’i. / Ve lâkin çok şükür Müslümanız / herif sayıyor bizi. / Biz Alaman’la birlik edip / atılabildik miydi İngiliz’in üzerine, / bir günde giriverdik demektir / Şamı Şerif şehrine.”
Bu halı-heybe’yi Halim Ağa olarak tanırız daha sonra. Tefeci-tüccardır, faizcidir, yükselmeye başlayan taşra-kasaba sermayesinin orta halli bir temsilcisidir. Nâzım’ın (erotik hayalleri dahil) çizdiği sınıfsal portre bir yana; iddiaları çok tipiktir, çok yaygındır o dönem için. Günümüzde kültürel mahremiyetin içeriği ve sınırları değişti kuşkusuz. Televizyon var (2023 sonu itibariyle Türksat uyduları üzerinden yayın yapan kanal sayısı 523 olmuş); Müge Anlı ve Esra Erol’lar var; asıl önemlisi sosyal medya var. Kültürel mahremiyet artık o kadar da mahrem değil; eskisine kıyasla çok daha teşhirci; büyük ölçüde oralarda sergileniyor, izlenebiliyor.
Bazen, gece uykum gelsin diye zapping yaparken orada buradaki ekran güllerine bir iki dakika takılıyorum da, düşünce tarzları, kafalarının nasıl çalıştığı itibariyle bunların hepsi birer halı-heybe diyorum kendi kendime. Modern birer Halim Ağa; birer “bilgiye direnen cehalet” örneği. Karabaşoğlu uzun yolculuklarda ve hastane odalarında gözlüyor; Nâzım on iki yıl hapislerde gözlemiş bu alt-kültürü. İnsan devamlılığın bu kadarına şaşmadan edemiyor.