Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBir ölümün ardından (III): Mikro iktidar

Bir ölümün ardından (III): Mikro iktidar

Fetullah Gülen, dinî ilimlerin en azından bir kısmında Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki ortalama bir ilahiyat hocasından daha ileride olmasının yanında, insan ve topluma dair başarılı bir okuma yapabilen biriydi de. Bu toplumdaki hastalıklar kadar zaafları da onun kadar iyi görmüş ve hareketi lehine kullanabilmiş başka kaç insan vardır, bilmiyorum. Velhasıl, Gülen’e dair net eleştirileri olan biri olarak söylüyorum, güya onu aşağılamak adına ortaya konulan propagandist, ucuz, yanıltıcı ve karikatürize edici yaklaşımlar ne ahlâkî açıdan doğru, ne de epistemik anlamda isabetli. İddia edildiği gibi ‘boş bir adam’ın bu kadar çok insanı bu kadar uzun bir zaman diliminde bu derece etkileyebileceğini düşünmek insan ve toplum gerçeğine de hakaret olur.

Adalet-i mahzâ,’ Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân’dan aldığı dersle kavramlaştırdığı, düşünüş ve yaşayışındaki en anahtar ilkeler arasındadır. Adaleti Kur’ân’ın dört esasından biri olarak tarif eden ve kâinata dair okumalarıyla Allah’ın güzel isimleri içinde el-Adl ismini ‘en büyük isimlerden’ biri olarak gören Said Nursî, adalet üzere devam eden varlık âleminde insanların da ifrat-tefrit zulümlerinden uzak şekilde herşeyde itidal ve adaleti gözetmeleri gerektiğini düşünür. Suçta ve cezada şahsîliği ders veren ve beş ayrı sûrede tekraren hatırlatılan “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” hükmü ile “Haksız yere bir cana kıyan bütün insanlığı öldürmüş gibidir” âyetleri, onun ‘adalet-i mahzâ’ kavramlaştırmasında merkezî önemdedir. Bu âyetler her insanın biricikliğini gözetmekte ve toplum adına kişinin, cemaat adına ferdin hukukunun çiğnenmesinin önünde bir engel olarak durmaktadır. Cemaatin, toplumun, milletin, devletin, vatanın selameti adına tek bir masumun dahi hukuku feda edilemez. Birinin hatasından ailesi, milleti, memleketi asla sorumlu tutulamaz. Ferdin hukukunu paranteze alan toptancılıkların hepsi zulüm içermektedir.

Adalet-i mahzânın bir gereği olarak toptancılık zulmünden uzak durma esasını Said Nursî toplum-birey ilişkileri için uyguladığı kadar, her biri bir ‘âlem’ niteliğindeki her bir insan tekine de uygular. Buna göre, fena ve fani bir insandan güzel ve bâki bir söz sâdır olabilir. Dalâlet üzere denilen bir düşünüş biçimi içinde bir ‘dâne-i hakikat’ barındırıyor da olabilir. Kâfir diye damgalanan bir insanın her fiili kâfirâne olmayabilir. Aynı şekilde bir insanın mü’min olması her sıfatının mü’minâne olacağının teminatı değildir. Dolayısıyla son tahlilde mesele, bir insanı toptan kabul-toptan red uçlarına savrulmadan doğrusuna doğru, yanlışına yanlış diyebilecek bir mesafede olabilmektir. Öte yandan bu yaklaşım, bize meselemizin isimlerle değil sıfatlarla olduğunu öğretir. Hayatın siyah-beyaz keskinliğinde değil gri alanda yaşandığı gerçeğiyle de bizi yüzleştirerek, insan-insan ilişkilerinde ifrat ve tefrit aşırılıklarından uzak bir insanî iletişim ve anlayış zeminini diri tutar.

Adalet herkes için ve herkese karşı gerekli olan bir ilke ise, Fetullah Gülen’e ve Fetullahçılık denilen harekete dair değerlendirmelerin de bu ilkeye uygun olması her zaman gerekli olmuştur ve elbette hâlâ gerekiyor. Bediüzzaman’dan aldığım dersle, Fetullah Gülen’e ve merkezinde onun olduğu topluluğa bakışımda elden geldiğince adaleti gözettiğimi sanıyorum. Daha önceki yazılarda da ifade ettim, zihniyeti ve karakteri itibarıyla Gülen’e dair açık, net ve keskin eleştirilerim hep olmakla birlikte, işte bu sebeple şu üç mizansız gruptan birine dahil olmaktan özellikle kaçındım: onu sürekli göğe çıkaranlar, sürekli yerin dibine batıranlar ve güçlüyken göğe çıkarıp zayıfken yerin dibine batıranlar… Ne Gülen’i Hızır, Mehdi ve İsa olarak görenlerden oldum, ne de ona ‘kardinal’ yakıştırması yapanlardan. Ona cahil bir köy vaizi muamelesi yapanların da terazisi elbette çok eksik tartıyordu.

Açık söylemek gerekirse, Gülen sıradan bir vaiz değildi, öylesine bir cami imamı da hiç olmadı. Bilakis, kendisinde vehmettiği bir ‘tavzif’in peşisıra düşünce ve eserlerinde müthiş bir ‘seçmecilik’ ve ‘muvazene’ sorunu arzetmekle birlikte, kendisi siyer başta olmak üzere dinî ilimler alanında ortalama bir âlimden daha üst bir bilgiye sahipti. O kadar ilahiyat profesörünün onun peşinden gitmesi de ancak böyle mümkün olabilirdi zaten. Dahası, Türkiye’de dinî ilimler alanında konuşan, yazan, ders veren ulema çevresinde eksik kalan bir veçhe olarak cezbe, vecd ve şevk onda ve söyleminde hep mevcut oldu. Bunun da kazandırdığı ayrı bir cazibe vardı. Öyle ki, ilimce belki Fetullah Gülen’den daha ileri olduğunu düşündüğüm bir tefsir profesörünün nasıl kendisini onun talebesi olarak konumlandırabildiği merakımı mucib bir husus olduğu için, vaktiyle bu hareketin önde gelenleri arasında yer almış bir kişiye bunun izahını sorduğumda şu cevabı aldım: “O zât daha doktora zamanından başlayarak ilahiyat ortamında bulamadığı şevki, vecdi, cezbeyi Gülen’in sohbetinde bulduğu için ona her zaman medyûn-u şükran olagelmiştir.”

Bu teşekkür borçlanma hali ve bu genel minnet hissi, sadece sözünü ettiğim o ilahiyatçıya mahsus değildi elbette. Gülen’e ve cemaatine intisap eden insanların büyük çoğunluğunda aynı minnet hissini görürüz. Kaldı ki, bu topraklarda ‘minnet altında bırakma’nın, ‘hissen ve manen borçlandırma’nın ebeveynlerden siyasîlere herkesin yapageldiği bir ata sporu, bir ecdad yadigârı gibidir. O ise, bunu en iyi yapanlardandı; cemaati de ondan görerek başarıyla uyguladı. Nice insan başka türlü bir hayattan kurtulup imanla, namazla, (Gülen’in filtresinden geçmiş şekliyle de olsa) Asr-ı Saadetten hatıralarla süslendiğini düşündüğü bir hayata bu sayede geçtiği için minnet hissetti, o ve hareketi de insanların iradesini liderin lehine selbetmek için bu minnet hissini iyi kullandı. Bir dostum, “İçinden çıkabildiğin yer yuva, çıkamadığın yer kafestir” derdi. “Orada barınmakla birlikte çıkıp her yere gidebiliyor, sonra dönebiliyorsan orası evindir; hiç çıkamıyorsan, başka yerlerde dolaşmana izin verilmiyorsa orası hapishanendir” de derdi. İnsanların duyduğu bu minnet hissinin reel bir karşılığı vardı; ama bu minnet hissinin bana göre ‘istismarı’yla bu yapı niceleri için yuva ve ev değil, kafes ve hapishane oldu. (Adil olalım, bu durum sadece bu yapıya mahsus bir durum da değil.)

İnsanların üzerinde iradelerini ona teslim etmelerini sağlayacak derecede bir etkiye sahip olabilmek, sıradan bir kişinin, herhangi bir vaizin mahareti olamaz. Fetullah Gülen, dinî ilimlerin en azından bir kısmında Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki ortalama bir ilahiyat hocasından daha ileride olmasının yanında, insan ve topluma dair başarılı bir okuma yapabilen biriydi de. Bu toplumdaki hastalıklar kadar zaafları da onun kadar iyi görmüş ve hareketi lehine kullanabilmiş başka kaç insan vardır, bilmiyorum.

Velhasıl, Gülen’e dair net eleştirileri olan biri olarak söylüyorum, güya onu aşağılamak adına ortaya konulan propagandist, ucuz, yanıltıcı ve karikatürize edici yaklaşımlar ne ahlâkî açıdan doğru, ne de epistemik anlamda isabetli. İddia edildiği gibi ‘boş bir adam’ın bu kadar çok insanı bu kadar uzun bir zaman diliminde bu derece etkileyebileceğini düşünmek insan ve toplum gerçeğine de hakaret olur. Ortadaki durum, çocukluktan itibaren çevresinde sivrilen ve böylece aşama aşama sahip olduğu ilim ve cezbeye binaen kendisine birtakım özellikler yükleyen ve bu ‘tavzif’ psikolojisi içerisinde ‘hakikate hizmet’ diye girdiği yolda ‘hakikati zihninde belirlediği şemaya, projeye, hedefe hizmet ettirecek şekilde hakikatin ölçüleriyle oynayan’ birini bize tarif ediyor (ki bir cahil değil, ancak âlim biri bunu yapabilir).

Böyle yanlış yaklaşımlara itibar etmeden, Gülen’in problemini, ‘hakikatle temasın tek başına yeterli olmadığına, hakikatin kendi içindeki bütünlük ve dengesini koruma gibi bir yükümlülüğümüzün de olduğuna’ dikkat çeken Said Nursî’nin şu tahlilinin kapsama alanı içerisinde görmüşümdür:

“İşte hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, sünnet-i seniyeye ittiba etmeyerek, meşhudatına itimat ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler” (bkz. B.S. Nursî, Sözler, “Yirmibeşinci Söz” [Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi]).

Bu tahlilin kapsamı içerisinden bakarsak, ‘örnekleri kendinden hareketin’ bânisi olduğunu düşünse bile, o ve hareketi benzeri daha önce yaşanmış bir tecrübeler dizisinin bir yenisiydi. Maamafih, hareket içindeki kişiler aleyhlerindeki gördükleri bir yaklaşım karşısında sıklıkla tercih ettikleri bir yöntemi burada da uygulayarak, ‘sünneti seniyyeye ittiba etmeyerek’ ifadesini ona yakıştırmayı büyük bühtan olarak tanımlayıp, onun Asr-ı Saadete ve Peygamber sünnetine çokça atıflarına dikkat çekebilirler. Bu atıfları yok sayarak bu tanımın içinde onu görüyor değilim. Gerçek şu ki, Peygamberin sünnetinin toplamındaki bütünlük ve dengeyi F. Gülen’de hiç görmedim. O, ifrat ve tefrit salınımları içerisinde, sünnetin içinden konjonktüre, o günkü ve o zemindeki şartlara göre uygun gördüğü tarafını bütünlüğünden kopuk şekilde öne sürüp kendi çizgisini bununla teyid ve tahkim yolunu seçti. Sünnetten çok bahsetti, ama sünnetteki bütünlük ve hakikatlerin dengesi  onun söyleminde ve eyleminde yoktu. Bir taraf lehine ifrat ve tefritler vardı. Öyle ki, çok değil beş sene içinde aynı konuda iki aykırı yaklaşım o ve hareketinde görülebildi. Çok değil birkaç sene önce Ve Tesettür Meselesi diye bir kitapla tesettürle ilgili helal kılınanı dahi haram kılacak bir daraltıcı yaklaşım sergileyen (öyle ki, kitapta kadınların sadece bir gözünün gözükmesi gerektiği, siyah-beyaz-kahverengi gibi tek bir renge izin olduğu, renkli başörtülerin tahrik edici bir nitelik arzettiği gibi hükümler serdediliyordu) bir yapının başındaki kişi çok zaman geçmeden 28 Şubat’ın gölgesinin ülkeye düştüğü şartlarda “Başörtüsü teferruattır” diyebildi, tepkiler karşısında ise “Füruattır anlamında söylenmiş sözdür” diye teviller üretildi.

Bu uzunca girişten sonra sadede gelecek olursak, kendisine ve hareketine her zaman eleştirel yaklaşmış biri olarak gri alanda ve munsıf bir çizgide durmaya dikkat ettiğimden olsa gerek, yapı içinde farklı karakterlerde insanların varlığını görebildim. İçlerinde hiçbir şey konuşulamaz durumda olanlar da vardı, herşeyin konuşulabildiği insanlar da. Yolumun hiç kesişmeyeceği türden kişiler de vardı, birçok noktada anlaşabildiğim kişiler de. Benden hiç hazzetmeyenler de olduğunu biliyordum, beni dertleşeceği bir dost olarak görenler de. Neticede, adaletin ve insafın bir lâzımı olarak, yapıya ve liderine bakarken ‘artılarla eksileri beraberce gözetme’ çabası içinde oldum. Bu yapı içinden de bana böyle bakan insanlar vardı. İyi ki böyleydi. Bu sayede eleştirilerimi asla kör bir nefretin çukuruna düşmeden onlara aktarabildim. Bir tesiri ve neticesi olsa da, olmasa da…

Bu uzun girizgâhtan sonra 2000’li yıllar faslına geçecek olursak; yirmibirinci yılın ilk onyılı, hem dünya hem Türkiye hem de bu yapı için önemli bir dönemeç niteliğindeydi. Kendi hayatım açısından bu onyılın en önemli iki olayı, beklemediğim bir davetle bir yılımı ailece ABD’de geçirmem; dönüşte yazarlığın ötesinde doğrudan yayıncı olarak yayın dünyasının içinde olmamdı. 2000 yılında davet edildiğim bir seminerde sorduğum soruların ardından benimle temasa geçen Filistinli bir profesörden SUNY Press’te yayınlayacağı kitap için bir makale talebi geldi ve yanısıra kendisinden bir ‘visiting scholar’ daveti aldım. Kurumu adına beni davet eden merhum Prof. İbrahim Abu Rabi o sıralar ABD’deki bağımsız bir ilahiyat fakültesine bağlı Müslüman-Hıristiyan İlişkileri Merkezinin biri Hıristiyan diğeri Müslüman iki eşmüdüründen biriydi. Talihe bakın, 11 Eylül 2001’e aldığımız bileti bir sebeple iptal etmiş, gidiş tarihimizi 18 Eylül olarak güncellemiştik. 11 Eylül saldırıları sonrasında Avrupa’dan New York’a inen ilk uçakta ailece biz de vardık. Amerika’daki bir yılımızda başka pek çok gözlemin yanında, Fetullahçılığın bu ülkedeki serencamıyla ilgili de epeyce şey öğrenmiş oldum. Bu yapının onulmaz illeti istilacılık, maalesef orada da hükümferma idi. Bulunduğumuz eyaletteki bir üniversitede doktora çalışması yapan Risale-i Nur talebesi bir arkadaşım, ilgili yapı tarafından bölgeye tayin edilen ilk Fetullahçının, kendisinin muhitteki Türk, Boşnak ve Arnavut Müslümanlarla yıllar içinde oluşturduğu sohbet halkasına nüfuz edip sonra ‘tehditle’ kendisini safdışı bıraktığı hadiseler zincirini bana anlatmıştı.

Bir yayıncı olarak ise, bu onyılda, bu yapının okullar, yurtlar, dershaneler (ve bu sayede ağ ve bağ kurdukları ebeveynler) vasıtasıyla artık ülkenin bir numarası haline gelmiş dağıtım şirketiyle epeyce macera yaşadım. Bir yayıncı olarak dağıtımcı şirketle yaşadığım bu ilişkinin İngilizce’de ‘ambivalence’ kelimesiyle ifade edilen ‘ikircikli’ bir tarafı vardı. Ya da şöyle diyeyim. Yapı genelinde olduğu gibi bu şirket içinde de, eleştirel bir duruşum olduğunu bildikleri halde kitaplarımın genel olarak ‘dine hizmet ettiği’ düşüncesiyle daha pozitif yaklaşanlar da vardı, eleştirel duruşum sebebiyle ‘yasaklı yazar’ sınıfında olmam gerektiğini düşünenler de. Bu sebeple yayıncı-dağıtımcı ilişkimiz sürekli bir gerilim halinde oldu; lâkin uzunca bir zaman ne koptu, ne de uzadı. Öyle ki, ambargo tehditlerine maruz kaldığım zamanlar oldu, ama koca koca yayınevlerinin onlarla ilişkilerinde yaptığını söyledikleri şeye asla rıza göstermedim. Bana anlı şanlı bir yayınevinin kitaplarını yayınlatmadan önce kendilerine gönderip onay aldığını, onların şunu çıkar-bunu düzelt taleplerine göre bir yeniden düzenlemeden sonra baskıya gittiklerini söylediler. Bu olay gayet normal bir durum olarak bana anlatıldığında, “Bu bir skandal!” demiştim kendilerine. Öyle maceralar oldu ki, kurum adına birinin yakışıksız ifadelerle tehdidini de gördüm, bir başkasının bu olaydan dolayı kurum adına özür dilediğini de. İma yollu tehditlere karşılık, yayınevimizle de irtibatlı websitemiz üzerinden şöyle bir cevap yazmam gerekmişti: “Bana ve yayınevine zarar vermeye kalkışanın yaptığını da yanına kâr bırakmam. Sizin yapmayı bildiğiniz varsa, bizim yapmayı bildiğimiz de var. ‘Biz güçlüyüz, yaparız’ diyorsanız; buyrun meydan, elinizden geleni ardınıza koymayın… Yapacağınız varsa, göreceğiniz var.” Onlar bir numaralı dağıtımcı, bizimki küçücük bir yayıneviydi. Birşey yapamadılar ama…

Esasen gri alanda yaşanan şu hayatta müzakereyi her zaman değerli bildiğim için, bir yayıncı olarak ilgili dağıtım şirketi üzerinden gördüğüm arızaları bu yapının kültür-sanat tarafında mevki sahibi bir isme aktardım ve şahit olduğum pervasızlığın kendileri hayrına olmayacağı kanaatim ilettim. Bana, bunun bir gün bir yerden patlayacağı endişesini kendisinin de taşıdığını söyledi. Resmiyette etkili bir konumda görünüyordu, lâkin fiiliyatta durumu düzeltmek adına hiçbir şey yapamadı. Çünkü F. Gülen, ‘paralel yapılanma’yı devletten önce kendi cemaatinde başlatmıştı. Bu yapı bünyesindeki her kurumda bir resmiyette görünen yöneticiler vardı, bir de Gülen’in bizzat görevlendirdiği, zamanında onun rahle-i tedrisinden geçmiş sözü çiğnenemeyen ‘gölge yönetici’ olarak ‘molla’lar…

Diğer taraftan, internetin giderek yaygınlık kazandığı o yıllarda bir grup arkadaş olarak kurduğumuz sitemiz hatırı sayılır bir izlenirliğe ulaşmıştı. Müzakerenin önemine inanan insanlar olarak, sitemizi yorumlara açık tutmuştuk. Ancak zaman içinde şunu gördük: Sanki işi gücü bizim siteyi tarassut etmek ve yazıları yoruma boğmak olan birileri vardı. Öyle ki, geçmişinde bu yapının içinde olmuş ama artık yolunu onlardan ayırmış bir yazarımız Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın Hürriyet’ten Ayşe Arman’la söyleşisini eleştiren bir yazı yazmıştı. Yapının mensubu bir isim, güya yorum namına ‘kan dökme’li tehditlerle mukabele etti buna. İşin garibi, anlı şanlı yayın yönetmeninin söyleşideki ezik cevaplarını Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın ‘Hudeybiye antlaşması’na benzeten garip mi garip yorumların varlığıydı. Peygamberin hayatını ve sünnetini rehber edinmek ile kendi filtresiyle siyeri okuyup yapıp ettiğine sünneti âlet etmek arasındaki fark nasıl da belli oluyordu…

2000’lerin ilk on yılında hayatın akışı içinde bizzat yaşadığım böylesi olaylar, hayatın bana öğrettiği temel bir ölçü açısından ilgili yapının sınıfta kaldığına alâmetti. 2005’te yazdığım “Mikro İktidar Üzerine” başlıklı yazımda dile getirdiğim bir ölçüydü bu: “Gerçekten ‘özgürlükçü’ olup olmadığımızın sınaması, ‘mikro iktidar’ alanlarında gerçekleşiyor.” Yazıda diyordum ki, bir kişi veya topluluğun gerçekten özgürlükçü ve hakperest olduğunu gösteren, zayıf olduğu yerde haktan, hukuktan, adalet ve özgürlükten söz etmesi değildir. Bilakis güçlü olduğu yerde eylemi ile söyleminin tutarlı olması; yani kendi ‘mikro iktidar’ alanında haktan, hukuktan ve adaletten kopmayıp, tahakküme de yeltenmemesidir.

2005’te bu yazıyı bana yazdıran söylem-eylem tutarsızlığı bu ülkede sadece bu yapıya has değildi elbette. Ama o yazının bu yapının yapıp ettikleriyle birebir ilgisi vardı. Buna karşılık nice yayınevinin ciro, nice yazarın satış rakamı ve telif hesabıyla kalemlerini bu yapıya kiraya verdiklerini yakînen biliyorum. Onlardan bir kısmını zaman ilerleyip devran döndüğünde gücün yeni odağına temennâ çekerken görmek elbette tiksindiriciydi.

İlgili yapı ise gücü eline geçirdiğinde asıl ne gibi zalimlikler yapabileceğini Ergenekon soruşturmaları sürecinde ifşa etmişti. Açıkçası, bu süreç ile bu yapı arasında doğrudan ve birebir ilişki olduğu yönündeki iddialara ilk başta hiç inanamadım. Gizli şekilde bu derece derin bir ağ kurabileceklerini düşünemediğim gibi, böyle bir meseleyle kendilerini bu kadar ifşa etmekten de korkacaklarını düşünüyordum. Ama gerek gazeteleri Zaman’ın gerek yapının içinden kalemlerin konuya nasıl bir hırsla abandıklarını gördükçe, düşünemediğim şeylerin muhtemelden öte vâki olduğu kanaati gelişti bende. Kendilerine açıktan muhalif gördükleri herkesi Ergenekon çuvalına doldurmaya başlamaları ve çuvala doldurdukları kişileri itibarsızlaştırmak için aile arasındaki mahrem yazışmalarını dahi ortalığa yaymaları ile ise dehşete düştüm. Zaman bünyesindeki bazı yazarlarla diyalogum ve hukukum olduğu için, onlardan birine ilk karşılaşmamızda eleştirilerimi aktardım ve şöyle dedim: “İlk yayın kurulu toplantınızda oturun ve şunu konuşun: Gerçekten darbeci olsa bile, bir insanın özel hayatını bu şekilde deşifre etmek Müslümanlığa sığıyor mu?”

O sıralarda Said Nursî ile ilgili bir anma toplantısı sebebiyle davet edildiğim büyükçe bir Anadolu şehrinden dönüş yolunda havalimanında şahit olduğum bir olay vardı ki, bana bu yapının emniyetle ilgili bütün kritik yerlere yerleşmiş olduğunu göstermişti. Hükûmetin bundan haberi varsa bir felâket, haberi yoksa başka bir felâketti. Benim gördüğüm ipucu, ülkece çok büyük bir güvenlik riskiyle yüzyüze olduğumuzu hissettiriyordu. ‘Din, iman, namaz, Kur’ân, peygamber’ diye yola çıkıp günün sonunda devlet içinde kritik yerlere yerleşip istediği şeyi elini kolunu sallayarak yapabilir hale gelmiş bir yapı oluştuğunu anlamıştım. Bu tablonun günün sonunda en büyük zararı dine, dinî değerlere ve dine davetle ilgili bütün çabalara vereceğini görmek için dahi olmak gerekmiyordu.

Bu noktada beni tedirgin edip teyakkuza sevkeden bir sebep, Bediüzzaman’ın 31 Mart isyanı üzerinden yaptığı ikazlardı. Alaylıların, “Zabitlerimiz namaz kılmıyorlar” söylemiyle mektepli subayların emrini çiğneyip isyana yeltenmesinin ülkenin güvenliğini teminle yükümlü çarkın darmadağın olmasına sebebiyet vereceğini görmüştü Bediüzzaman. “Biliniz ki: Asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse bütün fabrika hercümerc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. (…) Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik münevverü’l-efkâr ve fenn-i harbe aşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara ve İslâmlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir.” Bu kabil sözlerle sekiz taburu isyandan vazgeçirten Bediüzzaman’dan aldığımız bir ders, her türden paralel yapılanmanın devletin işleyişini altüst edeceğiydi. Hele ki bunu ‘din, iman, Peygamber, namaz’ diye yola çıkan ve bu şekilde insanlardan sempati toplayan bir topluluk yapıyorsa, bunun dine ve imana hizmet eden her türden çabaya düşüreceği gölge ve şüphe nasıl görülemezdi. Durum her bakımdan vahimdi.

O havalimanında gördüğüm o ipucu sebebiyle hayli me’yus bir halde İstanbul’a döndüm. Devleti yönetenlerin durumun vahametinden belki haberi yoktur düşüncesiyle, İçişleri Bakanı başta olmak üzere ilgili mercilere gördüğüm olay üzerinden endişemi yazıp uyarıda bulunmayı düşündüm. Ama başta türlü de endişelerim vardı: Yazdıklarım adresine mi ulaşacak, yoksa yine aynı tayfanın eline mi düşecek? Faraza ulaştı diyelim, görünüşe bakılırsa olup bitenden hiçbir rahatsızlığı olmadığı izlenimi edindiğim devletlûlar yazdıklarımı hakikaten dikkate alacaklar mı?

Bu sebeple, ikinci bir şeyi daha yapmam gerektiğini düşündüm. Görünen ‘cemaatî’ yüzü dışında, gördüğümü zannettiğim ‘kült’ yüzünden de derin ve karanlık bir üçüncü ‘örgüt’ yüzü olduğu anlaşılan bu yapıya dair kamuoyunu uyandırmayı amaçlayan ve bu yapının dağıtım ağlarının engeline takılmaması için İletişim gibi bir yayınevine sunacağım bir kitap çalışması…

O havalimanında gördüğüm ipucunu, bunun bende uyandırdığı endişeleri ve kendimce ne yapabilirim sorusuna cevaben düşündüklerimi, evvelemirde Ankara’da devletin önemli kurumlarından birinde görev yapan bir arkadaşımla paylaştım. Bana, birincisini yaptığımda yazdıklarımın muhtemelen önce yine onlardan birinin eline geçeceğini, dolayısıyla asıl adrese ulaşamadan kendimi onlar için bir hedef haline getirmiş olacağımı söyledi (faraza asıl adrese ulaştığında ciddiye alınacağı konusunda da açıkça kuşkuluydu). İkincisinin de kendimi bir açık hedef haline getirmek olacağını söylüyordu. Her yere sirayet etmiş, her köşeyi tutmuş durumda olduklarını söyledi bana. İktidarın bu konudaki aymazlığı karşısında o da dehşet içindeydi. Kendimi, hayatımı, çoluk çocuğumu düşünüyorsam her iki girişimden de uzak durmam gerektiği konusunda çok netti. Ergenekoncuların başına gelenlerin benzeri benim de başıma gelebilirdi. (Arkadaşımın söyledikleri bir evhamın eseri olarak görülebilir. Oysa bir olay, bilakis bunun gerçekçi bir müşahedenin ifadesi olduğunu tek başına teyid ediyor. Yapının artık kavramaya başladığım ‘mahrem örgüt’ boyutuyla ilgili birkaç küçük ipucu kırıntısını hususi bir ortamda kendisiyle paylaştığım otuz yıllık bir arkadaşım bunları sosyal medyada yazınca, yapının ürettiği uyduruk Selam-Tevhid terör örgütü soruşturmasına onun da dahil edilip telefonlarının aylarca dinlendiği sonradan ortaya çıktı.)

Sonuçta, düşündüğüm iki şeyi, en çok da eşimi ve çocuklarımı düşünerek, yapmadım, yapamadım. Endişelerimi devletin en üst yönetimiyle doğrudan iletişimi olduğunu bildiğim genç bir siyasetçiye aktarabildim yalnızca. Endişelerime yüzdeyüz hak verdi ve bana dert yandı: “Çok söyledik; anlatamıyoruz…”

- Advertisment -