Annem Babam Malatya, şairane duygularla yazılmış bir kitap. Bu yüzden, Malatya’yı ve yazarın geçmişten getirdiği anıları anlatsa da garip bir zamansızlık ve mekândan bağımsızlık taşıdığı hissi veriyor. İlk sayfayla birlikte adeta bir anda perde açılıyor ve sahne arkasında hazır bekliyormuş hissi veren kalabalık bir ekip, düşler ülkesinden bir bölüm sergiliyor. Her şey yerli yerinde. Sözler ağızdan kendiliğinden dökülüyor. Teatrallik yok. Kimse rol yapıyormuş gibi gelmiyor. Sayısız kez tekrarlanmış sahne karşısında neresi oyun neresi gerçek ayırt etmek mümkün olmuyor. Çocukluğumuzun şehirleri, Necati Güngör’ün kaleminden bizi selamlıyor. Her okuyana kendi masalını anlatıyor.
Çünkü çocukluğumuzun geçtiği şehirler, her zaman bir masal alemi gibi kalır aklımızda. Hayatın zorlukları karşısında bizi bekleyen güvenli bir sığınak gibidirler. Sevgiye ve şefkate fazlaca ihtiyaç duyduğumuzda bunu yaşadığımız mekânda ve zamanda yeterince karşılayamıyorsak eğer çocukluğa kaçış kaçınılmazdır. Ve çocukluğa kaçış, o dar sokaklara, renkli şekerlerle dolu küçücük tozlu dükkanlara, taş döşeli yollarda yavaş yürüyen ciddi insanların arasına, develeme (topaç) çevrilen, çivi oynanan çamurlu boş arsalara, daracık sokak aralarındaki çift-kale maçlara kaçıştır. Çocukluğumuzun şehri, ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım ondan kaçamadığımız yerin adıdır çünkü. Gitsek de ardımızda bırakamadığımız, sevmesek de onsuz yapamadığımız bir sevgili diyarıdır. Hiç şüphesiz hemşehrileri için Malatya, bir şehirden çok daha fazlası olmuştur hep. O, kesinlikle bir diyardır.
Çocukluğumuzun şehirleri, bir sis perdesinin ardından bizi sürekli izleyen, hiç değişmeden öylece dönüşlerimizi bekleyen vefalı bir özleyiştir. Ailemizden biridir. “Ailenizin eski kuşak insanlarını özlerken, belki de özlediğiniz, kendi çocukluğunuzdur, kim bilir…Çocukluk çağını özleyişinizin altında, ana-babanızın koruyucu varlığı yatıyor olabilir.” (s.141). Söz konusu olan Malatya olduğunda, bir gün kurusu doğallığında güneşin çağıldayan suları kıskanarak izlediği bereketli bir coğrafyanın dinmeyen hüznü de eklenir buna. Malatya’nın havası Malatyalılar için hiç tartışmasız, koruyucu bir örtüdür. Onun altından çıkıldığında kara kışta korumasız kalınmış gibi hissedilir; çocukluktan çıkış gibi, geçmeyen bir tedirginlik nedenidir.
Necati Güngör’ün Annem Babam Malatya’sı (Heyamola Yayınları), gerçek bir şehir masalı. Hakkı teslim edilmemiş bir Malatya kitabı. Şehir edebiyatımız için hayli önemli bir katkı. Kitabı okuduğunuzda Malatya’nın siyasi çalkantılarla, bereketli zamanlarla ve bu şehirle kaderini birleştirmiş insanlarla dolu geçmişini bütün ruhuyla içinizde hissetmemeniz mümkün değil. Satırların arasından sızan samimiyet ruhunuza işliyor çünkü. Sizi bir hayal alemine götürüyor. Yer yer ölümün ağırlığı yazarın karamsarlığıyla birleştiğinde bunalır gibi olsanız da okudukça öğrendiklerinizin ötesinde bir şeyin daha size geçtiğini içten içe duyuyorsunuz. Beydağı’na kar yağdığında üşüyor, eteklerdeki Aspuzu bağlarının tertemiz havasını ciğerlerinizde hissediyorsunuz.
Okudukça, Çatlak Pınarı’nın buz gibi suyundan içmiş kadar oluyor, güzel bir bahar vakti çıkılan kır gezmesinde açık ekmek arası Şamkebabı yiyerek karnınızı doyuruyorsunuz. Bitmeyen söylenceleri, her nesille yeniden canlanan efsaneleriyle sayısız yatırları ve elbette ki suları suları ve sularıyla bütün Malatya’nın koca bir kayısı bahçesi gibi olduğu zamanlara gidiyorsunuz. Ağaçlar, bembeyaz çiçeğe kestiğinde genç kızların düğün hazırlıklarına başladığı, kayısılar kızardığında gelin oldukları zamanlara…bir türlü satılamayan ıskartalar (kayısılar) nedeniyle alınamayan futbol toplarıyla dolu hatıralara…
Yazar, ölüm döşeğindeki annesinin son günlerinde yanında olmak için yıllar sonra döndüğünde koca bir geçmiş canlanır gözünde (Çocukluk, koca bir geçmiştir!). Benzer şekilde babasını da yıllar önce kaybetmiş ve onun son zamanlarında da gelmiştir ama bu kez söz konusu olan annedir. Onca zorluğa dayanan, metanetli ve şefkatli bir annenin hayat mücadelesi üzerinden şehre bakar Necati Güngör. Bu şehir sahiden o eski kıt-kanaat hayatların şehri midir? Onca at arabası ve fayton tam olarak nereye gizlenmiştir? Bunu bulmaya çalışır yazar. Eski yemekleri, ilişkileri, esnaf kültürünü, gündelik hayatın sade hareketini son derece canlı bir biçimde bugüne getirir. Sinemaların önünde bekleşen parasız serserileri ve mahallenin delilerini sevdirir.
Yoğun anlatımlı sayfaları çevirirken bir anda Kasaplar Çarşısı’nda buluyorsunuz kendinizi ya da Demirci Pazarı’nda… Ermeni çömlekçilere, nalbantlara, marangozlara selam vermek, Bağdadi evlerin avlularında oyundan gelen çocukların bir türlü kanamadıkları sudan içmek istiyorsunuz. Güngör’ün “Çocukluk yıllarımızda, ilkgençlik çağımızda yaşadığımız bayram sevinçleri görüp görebileceğimiz en önemli mutlulukmuş.” (s.68) dediği, çocuklarının ellerinden tutmuş caddeler dolusu yürüyen ailelerin birazdan çalacakları kapıdan birlikte girecek gibi oluyorsunuz. Ama sonra kendinize gelip bunun bir rüya olduğunu hatırlıyor ve bütün bunların “Bir kayısı ağacının dalında asılı unutulmuş bir gömlek gibi boşlukta sallandığını” (s.69) düşünüyorsunuz.
Malatya, kendisinden uzak kalmış Malatyalıların kafasında tam olarak bu tasvirle varlığını sürdürür bana göre: bir kayısı ağacının dalında asılı kalmış bir parçanın boşlukta sallanışı gibidir. Yerinden memnun ama vaktiyle yaşanan bir mutluluğun hüznü altında başıboş bir sallanmadır o aynı zamanda.
Çocukluğumuzun şehirleri, kimselere hesap vermediğimiz yerlerdir. Kral bizizdir. Her şey bize göre ve istediğimiz gibidir. Kayısı ağacı naif ve kolay kandırılan bir ağaç olduğundan tıpkı havalar biraz ısındığında bahar sanıp erkenden çiçek açması gibi bu şehrin insanları da sıcaklık gördüğünde çabuk kanar. Kayısı, oyun oynamak için harika bir ağaçtır! Tıpkı onun gibi bu şehir, çocukla çocuk olabilen bir yer olmuştur hep.
Daha ne yok ki kitapta? Malatya hapishanelerinde yatan (dama tıkılan) Kemal Tahir’in dilindeki yöresel kelimelerden, Fahri Kayahan’ın trajik hikâyesine, elektrikçi çırağı Selahattin Alpay’dan hamal çocuğu İlyas Salman’a kadar pek çok şey…karıncayı bile incitmekten çekinmeyen horoz dövüşçüleri, taş döşeli yollar, çıkmalı kerpiç evler, Ramazan gecelerinin ılık şenliği, patlıcanlı kağıt kebapları, peynir helvaları, fırın tavaları, mahalle hamamları, sokak fırınları, bulgur köfteleri, tereyağlı çökelek, Malatya peyniri…Kifaye Teyze, Nesibe Teyze, Fadime Teyze…
Necati Güngör, İnönücü bir aileden gelir. Malatya’nın daha Batılı damarını temsil eden bir hayatın izlerini öne çıkarır, buna bağlı olarak. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki kitabın şiirsellikten en çok uzaklaşan bölümleri alttan alta siyasi mesaj içeren kısımları. Oldukça gereksiz satırlar karışmış aralarda, ama neyse ki bu da bu memleketin bir gerçeği!
Bu kısımlar her ne kadar şiirsellikten uzaklaşsa da şehrin damarlarında var olan siyasi genin acımasızlığını da ele verdiği için hâlâ önemli sayılabilir. Malatya insanı siyasete her daim hayli ilgili olmuştur. Başka bir ifadeyle, Malatya’da ilginç olan, bağlılık gösterilen isimler, partiler ve siyasetçiler değişse de halkın kendisini hiçbir zaman siyasetin nesnesi ya da etkileneni değil bizatihi belirleyeni, öznesi olarak görme anlayışının değişmemesidir. Eylemin ve itirazın gizlenmesi, bağlılığın güçlü biçimde sergilenmesine neden olur.
Siyaset burada bireysel bir tavır değil hemşehrilik bağlarıyla bağlanılan toprağa dayalı, ideolojik içeriğinden arındırılmış bir ekip biçme işidir. Daha açık bir ifadeyle, siyaset farklı fikirler üzerine kurulu bir müzakere alanı değil tıpkı memleket gibi bizi birleştiren, ideolojik içeriğinden arındırılmış bir icraat işidir. Bu nedenle, Malatyalılar siyasete hemşehrilik bağlarıyla bağlı olmuşlardır hep. Siyaset burada, aynı yerli olmak türü bir doğallık ve değişmezlik içerir. Belirli bir fanatizm de barındırır bu yüzden. İrrasyonellikler taşır. Alt etme, çekişme ve muhalifini bir şekilde kötü görme itiyat haline gelmiştir. İşte onlardan birini, İnönü’ye bağlı insanlara dair bir manzarayı şöyle anlatıyor Güngör:
“Evet, zaman değişiyordu gerçekten: Amerikalılar Ay’a adam göndermişler; insanoğlu ilk kez Ay toprağına ayak basmış, Malatya’da herkes radyolarının başında coşkuyla dinlemişti olayı. O gün sokaklardan el ayak çekilmiş, insanlar evlerine, radyo başına koşmuştu. Gençler, yerinde sayan ülkeleri adına kaygı duyuyor; yaşlılar, söylenenlere kuşkuyla bakıyorlardı. O günün Malatya’sında, Ay’a gitme planlarının İsmet Paşa tarafından yapıldığına, bu planları daha sonra Celal Bayar’ın Amerikalılara satmış olabileceğine inanan yaşlılar vardı…” (s.173).
Geçip giden bir hayata duyulan özlem ve hüzün var bu kitapta ama bu bir geçmiş kitabı değil. Tam tersine, ne olursa olsun, hayat ne kadar değişirse değişsin değişmeyen ve geçmeyen, geçip gitmeyen şeylerin kitabı. Tıpkı çocukluk gibi yani!
Fazla uzatmamak adına kitaptan şu cümlelerle bitirebiliriz bu masalı:
“Bizler masal çağının çocuklarıydık. Bir masal dünyası içinde yaşıyor ve her şeyi ona göre algılıyorduk. Bizim dünyamızda olağanüstülükler vardı. Koca Vaiz’in kellesi koltuğunda savaştığından kuşku etmiyorduk. O yüzden belki mutluyduk. Çocuklar masaldan uzaklaşıp gerçeğe yaklaştıkça daha akılcı ama daha mutsuz oldular belki de… Nitekim bu bizler için de geçerliydi, büyüdükçe masaldan uzaklaştık, büyüdükçe gerçeği öğrendik ve mutsuzluğa battık. Örneğin çocukluğumuzda ölüm masal gibi gelirdi. Mezarlıklara gider, mezarları görür, mezar taşlarına dokunurduk ama ölümü anlayamazdık. Tanımıyorduk böyle bir şeyi. Hayatın masalı sürüyordu bizim için. Masal hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu o yaşlarda…Ölüm vardı, gerçekti, ama biz onunla yüz yüze gelememiştik henüz…yakınlarımızın varlığı mezar taşlarından daha gerçekti bizler için. Onların üstümüzde gerdiği kanadın gölgesinde rahattık!” (s.156).
Kısacası, çocukluk bitmeyen bir masaldır ve çocukluğumuzun şehirleri bu masalın en önemli kahramanlarıdır.