Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBir temas bir tevafuk

Bir temas bir tevafuk

İnsanları hapse atmak ya da kovuşturmakla çözülemeyecek bir sorun bu. Elbette suçlar cezasını bulmalı. Buna kuşku yok. Ama o temas noktasının sırrına kafa yormadığımız sürece bu hastalık bittiğini sandığımız noktadan hücre hücre büyüyebilir. Pekiyi, ağız dolusu sövmekle bunun önüne geçilebilir mi?

15 Temmuz 2016’da, emekli bir imamın talimatıyla Türk Silahlı Kuvvetlerindeki bazı üst düzey subaylar darbe yoluyla yönetimi ele geçirmeye çalıştı. 

Vonnegut romanlarının absürt girişlerini andıran yukarıdaki cümle bizim tarihsel gerçeğimiz.  15 Temmuz halka karşı silah gücünün doğrudan kullanıldığı ilk darbe denemesiydi. 12 Eylül ya da 27 Mayıs’ın devamı son derece kıyıcı olmuştur, doğru. Ama darbenin gelişme sürecinde halka veya kurumlara böyle ateş açıldığı vaki değildir. Savaş uçakları Meclis’i bombaladı, tanklar sokaklardaki insanlara ateş açtı. Bütün şiddetine rağmen 15 Temmuz – neyse ki – Türkiye tarihindeki başarısız ilk darbe girişimi olarak kayda geçti. 

Bütün bunların sorumlusu olan emekli imam geçtiğimiz hafta ABD’de öldü ve içlerinde bazı firari subayların da bulunduğu taraftarlarının katıldığı kalabalık denebilecek bir törenle Pensilvanya’da kaldığı çiftliğin arazisine gömüldü. Bu ölüm, 10 yıl kadar önce gerçekleşmiş olsaydı muhtemelen Türkiye topraklarında bir yere türbesi dikilecek, geride bıraktıklarıyla hesaplaşma sürse bile ismi temiz kalacaktı. 

Cemaat, hizmet, camia, FETÖ, PYD… Devletin en derin, en mahrem aygıtlarına kadar sızan, 90’lardan beri Türkiye Cumhuriyeti nezdinde en yüksek seviyede selamlanan bir örgüt. Yani bir dönem neredeyse devlet kendi vatandaşını teşvik etmiş bunlara katılması için… 

90’lı yıllardan bir anı: Milli Görüş mensubu İslamcı camiadan entelektüel bir dostum Cuma namazından geliyor. Namazı yarıda bırakmış, kalkmış, gelmiş, çünkü yanında oturan kişi cebinden çıkardığı Zaman gazetesini açıp hutbe sırasında okumaya başlamış. Namazın bozulduğuna kanaat getirip orayı terk etmiş. 

Yani sonradan “kandırıldık” diyenlerin büyük bir çoğunluğu ne olup bittiğini bütün derinliğiyle olmasa bile bütün kötülüğüyle biliyordu, anlıyordu. Öyle biraz değil, tiksinecek kadar biliyordu. Bu örgütle başka İslami cemaatler arasında sadece bir denge ilişkisi vardı. Belki bu derece zıvanadan çıkacaklarını tahmin edememişlerdi ama ne yapmaya çalıştıklarını hatta nasıl çalıştıklarını az çok görüyorlardı.

TSK’da bu derece örgütlenebilmeleri, bu ölçüde etkili olabilmeleri dehşet vericidir. Ancak polis içindeki varlıklarını 90’larda sağır sultan bile biliyordu. Kahve muhabbetlerinde bile az çok lafı geçiyordu. Hocalar, ağabeyler, şunlar, bunlar… Artık gündelik hayatın parçası olmuştu. 

Hiç kandırılmadığını söyleyip böbürlenenler var bir de… Bunu diyenlerin büyük bir çoğunluğu 15 Temmuz’a kadar hala vesayete güveniyordu. Kemalist nutuklar atanları alkışlıyorlar, alkışı alanlar da sahibi olduğu televizyon kanallarını, gazetelerini örgüte satıyordu. Örgütün polisteki varlığını 2011’de Hanefi Avcı’nın pek de yeni olmayan şeyleri derlediği kitabından öğrendiler. Geç olsun güç olmasın. 

Kandırılmayanların bazıları hala tıpkı zamanında bunların yaptığı gibi ‘tevafuk’ sözcüğünü yanlış anlamda kullanmaya devam ediyor. Ama belki de hala kandırılmıyorlardır? Ne dersiniz?

Bugün FETÖ ile ilgili her şeyi bildiğimizi düşünüyoruz. Devletin içinden ve kurumlardan, kargaları kovar gibi kovduğumuzu sanıyoruz. Öyle mi? Doğrusu bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Bildiğim şey şu: Adına ister cemaat ister FETÖ diyelim, bu ve benzer yapıları anlamak, denetlemek, önlemek için büyük değil küçük resme yakından bakmamız gerekir. Mikroskopla, en derine, en dibine sokularak, insana temas ettikleri aşamayı anlamaya çalışarak.  Bu kısmı hala mesele edilmiyor, ele alınmıyor, işlenmiyor, araştırılmıyor. 

Fikri yönden sığ, alelade ve yetersiz bir söylem bunca akıllı insanı nasıl kendine esir etti? Bu hipnotizmanın sırrı nedir?

Adına ‘Hizmet’ denen bu hareket her şeyden önce bir insan devşirme sistemiydi.  Elbette adına ‘himmet’ dedikleri yöntemlerle para toplamaya, finansal bir altyapı oluşturmaya ve kurumlara sızmaya çalışıyorlardı. Ama hepsinden önce insanları talebe olarak – onlar şakird diyordu – elde edebilmek asıl hedefleriydi. Fareli köyün kavalcısı gibi bir kuşağın genç, nitelikli ve idealist insan kaynağını peşlerine takmayı başardılar. Sırrı neydi bunun? Emekli imamın bayağı şiirleri mi? İnlemeli/ağlamalı vaazlar mı? Bu insanlar neyin peşine düştü? Neyi umdu?

Bana kalırsa bu yapıyı özetleyen en temel terim şu: Dersane. Dersane deyince ister istemez 90’lardan 2000’lerin ortasına kadar üniversite sınavlarına hazırlık eğitimi veren özel kurumları anlıyoruz. FETÖ için dersane hem genç öğrencilerin hayatına sızmak için büyük bir imkandı hem de bir çalışma ve yaygınlaşma yöntemiydi. Düşünün: İnsanları üniversiteye hazırlıyorsunuz. Kariyerlerini,  geleceklerini yönlendiriyorsunuz. Genç nüfusun katlanarak arttığı enerjik bir ülkede ilkokul mezunu hatta karacahil anne babaların yetenekli çocukları için dikey hareket alanları açtılar. Bu çocuklar, güya kendi değerlerinden,  kendi yuvalarından, kimliklerinden kopmadan ‘büyük adam’ olabilecekleri bir yola girdi. Köyden kente göçmüş bir genç için üst düzey bir subay, bir hekim, bir mühendis ya da bankacı olabilmenin yöntemlerini yarattı. Yarattı diyorum, çünkü hem İslami değerlere bağlı kalmak hem de bazı kurumlarda kariyerinde ilerlemek Türkiye’de kağıt üstünde pek mümkün değildi. Mesele sadece başörtüsü de değildi; 80’ler ya da 90’larda bir bankanın üst düzey yöneticileri arasına girebilmek için taşralı bir gencin insan olarak da değişmesi beklenirdi- en azından bu yapının yarattığı illüzyonlardan biri buydu. 

Öğrencilerin öğrencileri çektiği, birbirini zehirlediği, zincir gibi akıp çoğalan bir yapı. “Kandırılmayan”lardan bazıları o yıllarda sınav sorularını çaldıklarını, böylece devletin çeşitli kurumlarına kendi adamlarını yerleştirdiklerini düşünecek kadar safdil… Hayır… Onların amacı “en iyi” üniversitelere öğrenci yerleştirmek değildi. “Bütün” üniversitelere öğrenci yerleştirmekti. Düşünün, üniversiteye hazırlık amaçlı dersanelerin bir bölümü  yatılıydı. Bir kolej yatılı olabilir, ama bir dersane? Öğrencilere sadece test sorularını nasıl çözecekleri noktasında yardımcı olmadılar. Kazandıkları üniversitenin bulunduğu şehirde yurt bulmalarına, eksik kaldıkları derslerinde destek almalarına daha ilerleyen yıllarda yurt dışında eğitim almalarına çalıştılar. 

Bu derece ciddi bir eğitim ağı içinde öğrencilerin özel hayatına dahil olacak kadar sırnaşıktılar. Belletmenlerin öğrencinin dibinden ayrılmadığı, her günün, her saatin “ağabeyler” kontrolünde planlandığı kamplar kurmuşlardı. ‘Şakird’ her saniyesini cemaatin tanımladığı bir şeye ‘hizmet’ etmek üzere yaşardı. O yıllarda belediye otobüslerine binenler ayakta bir eliyle tuttuğu Sızıntı dergisini okurken Walkman ile ‘vaaz’ dinleyen gençleri mutlaka görmüştür.  Gençleri kendilerine yakın tutmak için halı maçları düzenler, moral geceleri örgütler, ihtiyaçları oldukları her anda yanlarına koşarlardı. 

Elbette karşılığını da fazlasıyla aldılar. Türkiye’de, Cumhuriyet yıllarından sonra ortalama insanın manevi hayatını sürebileceği sosyal ortamlar kalmamıştı. Tekke ve zaviyelerin kapatılması bir bakıma gerekliydi, ama bir yandan da çoğunluğun sosyal anlamda başvurabileceği, bir anlam dünyası kurabileceği sivil yapılar ortadan kalkmıştı. 70’lerde bu durum devrimci sol ya da ülkücü hareket içinde hız kazandı, ama bunun bedeli de neredeyse bir iç savaş olarak ödendi. Bu yapı – aslında benzer küçük yapılar gibi – halkın manevi dünyasını sohbetlerde inşa edebileceği risksiz, sıradan, steril görünen buluşma alanları yarattı. Birçok ilde esnafın gönlü kazanıldı, bağışları toplandı. Kurban derilerine kadar her şey cemaate aktı. Açık artırma yoluyla bağış toplayan birkaç hareketten biridir herhalde… Servetlerini, çocuklarının geleceğini bağışlayanlar oldu. Ve aldılar… Hiçbirine “Kendini bitirme!” demediler. 

Afrika’da, Türk Cumhuriyetleri’nde, Balkanlarda… Az çok “İslam” dokunuşu olan her yerde görünüp örgütlenmeye başladıklarında devletimiz de bayram etmedi mi? Düşünün: Konyadaki imalatçı Madagaskardaki mağazaya terlik satıyor. Bu gayreti daha önce kim göstermiş? Bürokratlar kendinden emindi, kumanda kendilerinde sanıyordu, fişi istediklerinde çekebileceklerine kuşkuları yoktu. 

Kimileri bu hareketi Amerikan “Christian Science” gibi güncel sapkın tarikatlara benzetiyor. Christian Science gibi hareketler FETÖ’nün yanında hobi gibi kalır. Christian Science türü işler en fazla Adnan Oktar’ın pavyonuyla kıyaslanabilir. Bütün hayatını olmadığı biri gibi yaşama iradesini kazanmış tam örgütlü bir yapı. 

CIA ya da başka istihbarat birimlerinin bu hareketle ilgisi olmuş mudur? Mutlaka olmuştur. Kimileri bunları CIA’in eğittiğini söylüyor, bence tam tersine CIA bu hareketten çok şey öğrenmiştir. 

İnsanları hapse atmak ya da kovuşturmakla çözülemeyecek bir sorun bu. Elbette suçlar cezasını bulmalı. Buna kuşku yok. Ama o temas noktasının sırrına kafa yormadığımız sürece bu hastalık bittiğini sandığımız noktadan hücre hücre büyüyebilir. Pekiyi, ağız dolusu sövmekle bunun önüne geçilebilir mi?

- Advertisment -