“Gläds då, du levande, i din ljuvt uppvärmda säng innan Lethes iskalla våg slickar din flyende fot”.
“Sıcacık mis gibi yatağınızın keyfini sürün, Siz, yaşayanlar, Lethe’nin buz gibi suları yorganın altından çıkan ayağınızı yalayıp geçmeden önce.”
Goethe’den bu alıntıyla başlar 2007 yapımı Du Levande (You, Living / Siz, Yaşayanlar) filmi. Almanca olsa aşina olurdunuz biraz, filmdeki gibi İsveççesini yazdım ki havalı bir giriş olsun.
Yunan mitolojisinde yeraltında olduğu söylenen cehennem Hades’in içinden geçen unutkanlık nehrinin adı Lethe. Batı sanatında çok sık göndermeler yapılan nehir. Türkiye unutkandır, kötülükleri hemen unutur, toplumsal hafızamız çok zayıf diyenlerdenseniz biraz düşünmenizi öneririm. İnsan unutur. Hem İsveçli de olsa insan insandır. Bence önemli olan unutuşumuz değil, neyi unuttuğumuz. Yazının başlığını düşünürken esinlendiğim büyük yönetmen Roy Anderrson’a şükranlarımı sunarım.
Bizim küçük sıradan kötülüğümüzü yazacağımı söylediğimde avukatım;
“Hadi ya, Arendt diyosun yani, çok yazılmadı mı ya o meseleyle ilgili” dedi.
“Yok yok, ben Olive Kitteridge üzerinden yazacağım” dedim.
(Tabii ki avukatıma sormadan yazı yazmıyorum).
Neyse böylece Hannah Arendt’in adını anmış oldum.
2014 yapımı şahane bir HBO dizisi Olive Kitteridge. Yönetmen Lisa Cholodenko insana “neden dünyada bu kadar az kadın yönetmen var ya hu” diye sordurtuyor. Cevabını biliyoruz tabii.
Olive Kitteridge karakterini Frances McDormand oynuyor. Fargo’yu (1996) bilmeyen de ne bileyim…
Şahsen benim ilk on sıralamamda Fargo da var Olive Kitteridge de. Ama benim ilk on sıralamamda neden yaklaşık yüz elli tane dizi ve film var bilmiyorum.
Olaylar Orta Amerika’da küçük bir kasabada geçiyor. Olive Kitteridge ortaokulda matematik öğretmeni, eşi aynı kasabada eczacılık mesleğiyle iştigal eden aşırı nazik bir beyefendi ve çok zeki bir oğulları var. Aslında hikaye bu kadar. Yaklaşık dört saat süren dizi boyunca neredeyse hiç olağanüstü bir olay olmuyor. Her şey can sıkacak kadar normal, sıradan. Ama ağır aksak ilerleyen yavaş sanat filmlerimiz gelmesin aklınıza. Şaşırtıcı olan, bu kadar sade bir hayat hikayesinin nasıl bu kadar bizi etkilediği. Tabii yönetmenin anlatım biçimi olağanüstü. (Biçim demişken, bence sinema ile profesyonel olarak ilgileneceklerin ya da ilgilenenlerin ders olarak defalarca izlemesi gerekir). Fakat asıl mesele Olive’in aynı bize benzemesi. Evet Olive’le çok rahat özdeşlik kurabiliyoruz. Çünkü küçük kasaba hayatında sıkışıp kalmış, potansiyelini gerçekleştirememiş, çok zeki, çok hazır cevap bir karakter kendisi. Aynı biz. Biliyorsunuz hepimiz çok zekiyiz ve hepimiz sıkışıp kaldık burada.
Olive insanlara laf sokmadan duramıyor, minik minik aşağılamalardan ve sinsi sinsi kötü davranmaktan alıkoyamıyor kendini. Hepimiz birbirimize yapıyoruz bunları. Ama özünde iyi bir insan Olive Kitteridge. Öğrencilerine çok sert davranıyor belki ama onların başarısı için tabii ki. Oğlunu disiplinli bir şekilde yetiştirmeye çalışırken biraz abartıyor ama yetişkin olduğunda güçlü bir insan olsun diye tabii ki. Eşini sık sık azarlıyor ve maalesef onunla evlendiğine çok pişman çünkü okuldaki alkolik Edebiyat öğretmenine aşık. Tamam burada Olive’den biraz ayrışıyoruz. Biz biriyle evliyken ya da bir ilişkinin içindeyken başka birine aşık olacak insanlar değiliz. Aynen.
Her dönem popülerdir bu arkadaşlar arasında, birinden hoşlandığınızı hatta aşık olduğunuzu söylediğinizde “seviyorsan git konuş bence” deriz. Bunu söylemek kolay. Evliliğinden şikayet eden ya da ilişkisinden nasıl da mutsuz olduğunu anlatan arkadaşlarımıza ne diyelim? Ben hiç uzatmıyorum; “sevmiyorsan git bitir abi.” Ve bir de gençler ilişkilerini anlatırken sık sık “toksik” sıfatını kullanıyorlar artık. Zehirli insanlar tabirini öneriyorum bakın daha kullanışlı. Zehrin “panzehir”i var hem toksik sadece toksik.
Olive Kitteridge’in yaşamak dediğimiz dertle nasıl baş edemediğini görmek bize iyi geliyor. Yalnız olmadığımızı görmek gibi. Küçük sıradan hayatlarımızda en sevdiğimiz insanlara bile küçük kötülükler yaptığımızla yüzleşiyoruz galiba. Ve bu yüzleşme ekranda başka bir insan üzerinden olduğu için bizi rahatsız etmiyor. Hatta bunun da ötesinde sıradan kötülüğümüzün evrenselliği, ırk, dil, din gibi ayrımlardan bağımsız aynılığımızın ayan beyan ortaya çıkışı rahatlatıyor bizi. Dünyadaki kötülerden ve kötülüklerden bahsetmek ve öfkelenmek kolay. Kendi kötülüğümüzü itiraf etmek çok zor. En son kimi azarladım, tanımadığım insanlara nasıl davranıyorum, hizmet aldığım insanlarla konuşma biçimim beni kötü yapar mı? Daha muktedir olsam neler yaparım? Mesela devleti yönetenlerden biri ben olsam? Ne kadar para bana iyi veya kötü insan ayrımı yapmayı unutturur? Ya zaten şimdiden yeterince kötüysem?
Sosyal medyada bir video serisi yapmayı tasarladım. Ama sonra üşendim. Size serinin içeriğini anlatayım, olur ya belki birine ilham kaynağı olur.
Sık sık karşılaştığımız videolar gibi aslında. Kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan, dünyada güzel şeyler de oluyor dedirten kısa filmler gibi düşünün.
Naciye Hanım 73 yaşında. Emekli ilkokul öğretmeni. Evinin bir odasını mahallesindeki okula gidemeyen Suriyeli çocuklara ayırmış. Onlara Türkçe öğretiyor. Çok güzel oyunlar oynuyorlar beraber. Hatta onlardan Arapça öğreniyor ve aileleriyle de vakit geçiriyor. Şahane. Adeta kanatları olmayan bir melek. Fakat komşusu İlker’i apartmandan uzaklaştırmak için imza kampanyası başlatmış, diğer komşularından destek istiyor. Çünkü tonton Naciye teyzemiz eşcinsellerden nefret ediyor. Buyrun sohbete.
İhsan Bey 38 yaşında. Bilgisayar mühendisi. Eşi ve iki çocuğuyla yaşadığı mahallede gece evsizlere yemek taşıyor, sokaklardaki açları doyuruyor. Havalar soğuduğunda arabasıyla kimsesizleri toplayıp belediyenin tahsis ettiği mekanlara götürüyor. Bazı kahramanlar pelerin takmaz evet. Fakat İhsan Bey Kürtlerden nefret ediyor. İşyerindeki çalışma arkadaşının burnunu kırmış ve mahkemesi devam ediyor. Hadi buradan yakın.
İnanılması zor ama ben bu kurgusal karakterleri yazarken sokaktan polis sireni sesi geldi. Camı açıp dışarı baktım ve polis aracına doğru kibarca konuşan karşı komşumu gördüm.
“Memur bey kat mülkiyeti kanununa aykırı zaten, lütfen ne gerekiyorsa yapın” dedi ve en üst katında oturduğu apartmanın alt dairelerini işaret ederek;
“Yani alt katımıza Suriyelileri koydular, bu Airbnb zıkkımıyla yapıyorlar bunu. Herifler on kişi kalıyorlar evde. Bazen günübirlik kiracılar geldiği oluyor hatta. Bir alt katta da travesti var. Ya tamam travestiliği bizi ilgilendirmez de yani gitsin başka bir yerde otursun kardeşim.”
O sırada bahsi geçen diğer komşularımız pencerelerinden kafalarını biraz uzatıp içeri kaçtılar. Tam bu küçük kötülüklerimizi anlatırken bunu yaşamak biraz tuhaf oldu. Diğer kurgu karakterlerimi yazamadım maalesef. Eşini döven ama çok iyi bir insan olan Erdem beyi anlatacaktım size. Sokak hayvanlarını tekmeleyen örnek öğrenci Mehmet mesela. Ama hayatın serbest kurgusu her zamanki gibi beklenmedik bir şekilde ve zamanda sert geldi.
Olive Kitteridge arabasına bindi ve kendi kendine dedi ki;
“Sen kendini ne zannediyorsun da insanlara böyle kötü davranıyorsun Olive?”