Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve öğretim üyeleriyle birlikte bir aydır ayakta!
AK Parti iktidarı, ülkenin bilim ve düşünce üreten, insan yetiştiren kurumlarına yönelik yürüttüğü ideolojik ve politik operasyonun bu son halkasında ciddi bir dirençle karşı karşıya.
Bu olaya gösterilen tepki, söz konusu üniversitenin sınırlarını aşıp, büyüme temayülü gösteriyor. İstanbul’un bazı ilçelerinde ve Ankara’da eylemler oldu. Gece bazı evlerden bir süre alkışlar yükseldi, ısılık ve tencere-tava sesleri duyuldu ve ışıklar açılıp kapandı.
İktidarın sergilediği olağanüstü baskının, ülkenin fay hatların zorlayan söylemlerinin, polisin orantısız şiddetinin, yaygın gözaltı ve tutuklamaların ve elbette Bulu’nun daha koltuğuna oturmadan yaptığı tuhaf işlerin, rahatsızlığın bu kadar büyümesinde büyük payı var.
“Kâbe’ye hakaret” bahanesi ve ayrımcılık
Özellikle iktidarın, üniversitedeki Güzel Sanatlar Kulübü’nün düzenlediği açık hava sergisi için hazırlanan bir Kâbe illüstrasyonunu ve bunun bir yere asılmadan evvel bir süre yerde tutulmasını bahane ederek başlattığı “Dinimize ve kutsal Kâbe’ye hakaret ediliyor” propagandası, gerilimi, seçmen konsolidasyonu için elverişli bulduğu inanç alanına çekme çabası olarak değerlendiriliyor.
Aynı paralelde, konuyla hiç ilgisi olmadığı halde, “Kutsallara hakaret” fiilinin söz konusu üniversitenin LGBTİ+ Aday Kulübü’nün mensuplarınca yapıldığı iddiasının devreye sokulmasının da, “cinsellik ve aile değerleri” alanındaki ataerkil ve ayrımcı, ötekileştirici yaklaşımların da, iktidar tarafından hesaplı kitaplı kullanıldığını gösteriyor.
Söz konusu illüstrasyon için inanç özgürlüğü ve toplumumuzdaki çeşitlilik dikkate alındığında, belki sakil, sığ, saygısız, dikkatsiz ve düşüncesiz bir tercih, diyebiliriz.
Müslüman öğrencilerin ders veren açıklaması
İktidarın propaganda direksiyonunu bu konuya bükmesine karşın, bunun Bulu’nun rektör atanmasını protesto eden eylemlerle ve LGBTİ+ Aday Kulübü ve üyeleriyle hiçbir alakasının olmadığı da biliniyor.
Nitekim, üniversitedeki Müslüman öğrencilerin yaptığı açıklama, dili, ölçüsü ve içeriği itibariyle olayı köpürten ve körükleyen iktidara ders niteliğindeydi. Müslüman öğrenciler bu illüstrasyonu “kırıcı ve incitici” bulduklarını, ama sorunun Boğaziçi Üniversitesi’nde yıllardır korunan “saygı, hoşgörü ve özgürlük çerçevesinde” çözülebileceğini söylüyorlardı.
Zaten muhalefet partileri ve kamuoyu da, iktidarın konuyu zoraki bir şekilde inanç ve toplumsal cinsiyet kimlikleri alanında kutuplaştırma operasyonuna çevirme girişimlerine pek yüz vermediler. Söz konusu üniversiteye yapılan yanlış atamayı gündemde tutmaya devam ettiler.
Melih Bulu’nun bu işe uygun olmadığı ortada
Şu anda söz konusu üniversitenin hiçbir fakültesi ders vermesi için rektör Bulu’yu kadrosuna almıyor. Öğrencilerin kabullenmediği, akademik yeterliliği son derece tartışmalı, yaptığı doktora tezi şaibeli, bu üniversiteyle alakasız birinin rektör koltuğuna oturtulmasının kabul görmemesinde anormal olan ne var?
Öyle ki, kendisine danışman olsun diye atadığı, Ali Babacan’ın genel başkanı olduğu DEVA’nın kurucularından ve aynı üniversitenin öğretim üyesi Oğuzhan Aygören de “Ayrıştırıcı ve hedef gösterici mesajlar, bugün üniversite ve çevresinde polis baskısıyla gerçekleşen olaylar, öğrencilerimize güvenlik görevlilerinin müdahalesi kabul edilebilir değildir“ diyerek, bu görevi reddetti.
Mızrak çuvala sığmıyor!
İktidarın hukuku, kuralları, teamülü, liyakatı, etik değerleri ve insanlığın evrensel birikimlerini yıllardır boşladığını biliyoruz. Türkiye’yi adım adım demokrasi dışı ülkeler ligine taşıdığını görüyoruz. Tek adam rejimi ve tek parti devleti aracılığıyla bunu gerçekleştirdiğini görüyoruz.
Ama başka gördüklerimiz ve yaşadıklarımız da var. Bunlar da öyle saklanabilir şeylerden değil. Pahalılık, enflasyon, yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik, adam ve şirket kayırma, özgürlükleri kısıtlayıp ülkeyi neredeyse bir açıkhava hapishanesine çevirme ilk etapta sıralanabilecekler. İktidar bunların konuşulmasından hoşlanmıyor ve sürekli ortaya kamuoyunu meşgul edip asıl sorunlardan uzaklaştıracak mevzular atıyor. Aslında rektör meselesinde de aynı durumla karşılaştık. Yüksek hassasiyetli fay hatlarını devreye sokarak, asıl gündemi saklamaya çalışıyor. Ama kabak tadı verdi.
Tabii bu çok bildik bir makas değiştirme girişimi. Ne var ki muhalefet de, toplumun büyük bölümü de bunlara alışmış durumda. Bütün iktidar ricali ve küçük ortakları, ha babam, de babam “Kutsallarımıza hakaret edildi” nakaratını köpürtmek, istim üzerinde bekleyen yandaş kuvvetleri ve samimi dindarları harekete geçirmek için sıraya girse de, beklenen heyecan ve sindirme dalgası artık kolay yaratılamıyor. Çünkü olayda zerre kadar haklılık ifade eden bir boyut yok.
Bir zamanlar rektör Hasan Tan vardı
1970’li yıllarda öğrencilik yapanlar, Rektör Hasan Tan ismini gayet iyi bilirler. Zamanın Milliyetçi Cephe iktidarının ODTÜ’deki temsilcisi ve militanı gibiydi. Atanır atanmaz, ilk icraatı, 700 “ülkücüyü” işçi sıfatıyla ODTÜ’ye alması oldu.
Başta ODTÜ öğrencileri ve akademisyenleri olmak üzere, eski mezunlar, çalışanlar, öğrenci aileleri, birçok üniversitenin öğrencileri ve akademik kadroları, sivil toplum örgütleri bu atamaya karşı çıktılar. “Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamaz” direnişi ve onu destekleyen muhtelif eylemler tam dokuz ay sürdü. Aylar boyunca bale gösterileri, yarışmalar, konferanslar, tiyatro oyunları ve konserler düzenlendi. Bunları engellemeye dönük tertipler ve saldırılar sırasında ölümler yaşandı. Neredeyse bütün dekanlar ve bölüm başkanları görevlerini bıraktılar. Yeni görevlendirmeleri kabul etmediler. Sonunda Hasan Tan gitti.
İktidarın ve Melih Bulu’nun, devletin hafızasındaki bu büyük olaydan hiç ders çıkarmaması akıllara seza bir durum. İşi kitabına uydurmanın her zaman çözüm olmadığını gösteren bilmem bundan daha iyi bir örnek var mı?
Melih Bulu istifa edip kendini kurtarsın
Boğaziçi Üniversitesi’nin sınıflarında bir saat olsun ders vermemiş, bu kayyım kıvamındaki rektörün, iktidar gücüyle o seçkin koltuğa oturtulmaya çalışılması, olacak şey değil. Üç-dört hafta içinde öğrencilerin önüne çıkıp, iki çift laf edemeyecek hale geldi.
Oraya buraya keskin nişancı yerleştirmek, üniversite kapısına kelepçe vurdurmak, üniversiteyi polis kışlasına çevirmek, gece yarısı operasyonlarıyla kulüp odalarının kilidini değiştirmek, rektörlüğün ablukaya alındığını iddia etmek, “Bana dokunmak devlete dokunmaktır” gibisinden devletin zırhına sığınma halleri sergilemek ve bütün bunlarla Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olmaya çalışmak, profesör unvanına sahip biri için, etkisi yıllar boyu sürecek çok hüzünlü bir hikâye gibi geliyor bana.