Sohbetleri genellemelerle taçlandırmak, sıkışınca onlara sığınmak eskimeyen bir “yöntem”. Öksüz kalmıyorsun zira: “Genellikle öyle…” Kaideyi bal gibi bozan durumları da “istisna” diye geçiştirirsen tamam. “Herkes öyle…” dedin mi “evren”den kopardığın örneklemin zaten keyfe keder.
Hayatındaki “herkes”in bir avuç, örnekleminin evinin bir bileninden, mahallenin, ekranının bilmişinden, ezberinden ibaret olması dert değil. Genellemeleri her türden “Biz”le kurup başköşeye kurulman da mümkün. Söze “Biz Türkler” diye başlarsan ezelden yapılmışı da hazır misal. “Biz”in karşısındaki “Onlar-bunlar” da…
Çocukluğumuzda, ilk gençliğimizde de geçer akçe. En özel genellemelerin beşiğindeki “haber”ler gazetelerin “efsane tirajı”nın yanında fısıltı medyasıyla da katlanıyor herhalde. Kulaktan kulağa köy-şehir efsanelerinin üstüne bir de “Gazeteden okudum” dedin mi, tamam. Kesin bilgi.
Herkes evden kaçıyor
Mesela kızlar artist, “yıldız” olmak için evden kaçıyor o günlerde. Yüzde 90’ı öyle; her gün okuyoruz. Kalanının da sesi güzel-gazel; firarını sahne ışıkları aydınlatıyor. O da beyazperdeye otomatik geçiş. Sahneden beyazperdeye, perdeden sahneye transfer serbest. Her gün seyrediyoruz. O günlerde yüzde 97’si öyle valla…
Sevgilisiyle kaçanlar da var galiba ama haberden sayılmıyor pek. “Yıldız”ların yanında sönük haber. Sıradan… Zira evdeki ata-peder-şahzâde zapturaptından kurtulmak, müstakil bir hücre, yusyuva kurup “evinin kadını” olmak için herkesler kaçıyor bir şekilde. Kaçmadan önce resimden-pencereden görücü usulü anlaşanlar daha bilinçli.
Kırpılıp yıldız yapılanlar
Gazete haberleri birbiriyle yarışıyor: “Artist olmak için evden kaçan kız…” Bazen yıldız olamayanların başına gelenler, bazen de kırpılıp kırpılıp gökyüzündeki yıldızlardan birisi yapılanların hikâyeleri. Hepsi “özel” haber… Dramatik.
Az biraz umut vaat ediyorsa… Adları atandığı role nispeten uygun olarak sonradan koyuluyor (takılıyor). Kızılderililer gibi… Star yahut Samanyolu’nda küme yıldız olamazsa sadece B. Ç. Onların gözlerinde takma kirpik değil kara bir bant var. Yanlarındaki komiser Hulusi Kentmen değil.
Milat yerleştiren gazeteciler
Magazin gazetecilerinin işi de başından aşkın. “Yıldız”ların hayatına milat yerleştirmek için hevesle, pürtelaş bekliyorlar. O yıldız parlamadan, Milattan Önce nasıldı; işte o fotoğrafı. Fotoğraf Altı’nda “Burna bak… Neydi, ne oldu!” albümü.
Zaman geçip yıldızı, havalı haberleri sönünce, buyurun o da işte bu fotoğrafta. Bakınız ne halde, ne hale geldi! Şükürler olsun okutuyor bunlar, başkalarının, bilhassa yıldızların başına gelenler… Bünyeye göre kıssası, “Ders” yahut “Oh olsun” etkisi de önemli.
“Kızıl afetin haline bakın!”
Öyle “tipik haber”lerden bir seçkiye rastladım geçenlerde. Zaman tüneli… Magazin dünyasındaki (ki bulaşıcı bir âlemdir) güncel başlıkların az-uz-düz kat ettiği yol, değindiğim o eski yıllara göre “bir arpa boyu” bile sayılmaz. (Belki daha azgın, pervasız.) Haberlerden birinin uzayıp giden ana başlığı “Artık bambaşka biri! 80 yaşındaki Sevda Ferdağ’ın son haline bakın! Kapıcılar Kralı’nda Kemal Sunal’ı baştan çıkarmaya çalışıyordu…”
Başka bir “haber sitesi”ndeki de aynı ama gaza iki ayağıyla basıyor: “Kapıcılar Kralı’nın kızıl afetine bakın! Sevda Ferdağ son haliyle ağızları açık bıraktı! Kemal Sunal’ı baştan çıkarmaya çalışıyordu…”
Diğerinin başlığı genelgeçerliğini atasözüne yaslamış: “Ne oldum değil ne olacağım demeli! Yeşilçam’ın kızıl saçlı afetini bir de şimdi görün! Kapıcılar Kralı’nda…” “Başlıkçı”yı ağırlaştırılmış “Tipo baskı”ya mahkûm etsen, hurufatta ünlem savurganlığı nedeniyle dizgiciden her an fırça yiyecek.
Alaminüt Habercilik dönemi
“Haber”ler proaktif provokatif… Düşünün yani, “o fettan kadın” ağlarını o kendi halinde, yoksul, saf, aile babasına bile örmenin peşinde. Üslubuyla, yani desturu saltanatından alan “haber dili”yle filmi değil Ferdağ’ın hayat hikâyesini, “öz”geçmişini aktarıyor sanki. “Rol”ünü değil “karakter”ini… Derdi o.
Bakıyorum fotoğrafına… Öyle güzel, zarif, doğal ki; 80 yaş o gül-endam ile geliyorsa, “Hoş geldi, sefalar getirdi”. O “Haline bakın!” başlıklarını atanlara da bir bakmalarını tavsiye ederdim de… Öyle sitelerin alaminüt “mutfak”ında “malzeme”leri şipşak “haber”e çevirenlerin haberlerin fotoğraflarına baktığından şüpheliyim. (Terminolojiye Alaminüt Gazetecilik/Habercilik terimi eklenmeli artık. Ne yediğimizi bilelim en azından.)
Korkuluklarla konuşan çocuk
Asıl adı Lütfiye Dumrul… İzzet Çapa’nın 2013’de yaptığı röportajda “kaçışlarla dolu” hayatını şöyle anlatıyor: “Babam Priştinalı Şakir Bey, annem de Havranlı Ayşe… Ablamın adı Fikriye olduğundan, uyum sağlaması için Lütfiye koymuşlar adımı. Sonra Sevda ve Ferda takma adlarıyla ablamla o uyumu yeniden yakaladık.” Soyadlarına da “Ferdağ” ekleniyor, az sonra.
Ablasıyla aynı yatakta, aynı düşleri, heyecanları paylaşıyorlar ama yalnızlığın ipuçları o gün de var. Çocukluğunda arkadaşları bostan korkulukları… Ne zaman canı sıkılsa yanlarına gidip onlarla konuşuyor. Geceleri bile: “Siz de üşüyor musunuz?” Babasının içkisi, kumarı yüzünden İstanbul’a taşındıklarında “onlardan da uzakta kalıyor”.
İlk filminde 15 yaşında başrol
Ailenin ekonomik durumu yine kötü… Beş yaş büyük ablası Ferda Ferdağ küçük yaşta artist olunca, ona da içten-dıştan ısrarlar başlıyor. Başta istemese, çocuk kalbiyle epey dirense de “Evet” diyor sonunda. 1958’de gösterime giren “O Günden Sonra” filmiyle başrolden dalıyor o hayata. Çekimler başladığında 15 yaşında… Çalışma şartları ağır, acımasız. O filmden sonra dört yıl adımını atmıyor Yeşilçam’a.
Sonra toplamda 150 filmle katılacağı Yeşilçam furyasına dönüş. Ama güzelliği, boyu-posu, cazibesi ve elbette ondan ibaret senaryoların yerleştirdiği “etiket”le… Namı diğer “Kötü kadın”. O iş bölümü şart. Yeşilçam’da parmağınla, adıyla sanıyla “kötü”yü göstermez, ezberletmezsen, “iyi”yi de karıştırıyor millet. Flulaşır, sulanırsa “Gazozcu”nun, “Tecavüzcü”nün peşinde.
1964’de Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları” ise o etiketin marka resmi. Refiğ hep “Donanma gibi kadın” dediği Ferdağ’a “Anadolu kadınının doğallığını ve cinselliğini ifade ediyor” diyerekten filminde rol veriyor.
Filmdeki “planlanmamış plan”
Ancak filmin yatakta çekilen bir sahnesinde bir “kaza” yaşanıyor. Şöyle anlatıyor Ferdağ: “Çekimler esnasında yatakta dönerken göğsüm açıkta kalmış. Bütün film ekibi “Stop!” diyecek mi diye Halit Bey’e bakmış ama o devam ettirmiş.
Benim için iş kazasıydı ama yönetmen için planlanmamış bir plan. Onun yüzünden göğsümden yukarı senelerce kimse bakmadı. Gözlerimi, yüzümü çok sonra fark etti insanlar. O sahne ile barışmam yıllarımı aldı, başıma bela oldu.
Gurbet Kuşları Türk sinemasının ilk göç filmi olacakken o kaza yüzünden erotik sinema tarihimize hizmet etmiş oldu. İlk kez bir kadın göğsü beyaz perdede gözüktü ve maalesef o benim göğsümdü.” Film yarım asır sonra 2014’de televizyonda gösterildiğinde, o kanalın o sahne yüzünden RTÜK’ten ceza alması, toplumsal etiketlerin yapışkanlığı hakkında da fikir verici. Şahsına münhasır bir “fikritakip”.
Dik yürüyemeyince gitmiyor
Hayatında “En İyi Kadın Oyuncu” dâhil ödüller de var. “Yasak ilişki”nin anlatıldığı “Seninle Son Defa” filminde başrolle alıyor Altın Portakal’ı. Pek faydası yok hayatına, magazin haberlerinde zaten lafı edilmiyor, gereksiz. Hatta yarattıkları algıyı etkileyebilir.
İki kez ağır omurga ameliyatı geçirdiği için son ödül törenine de gitmiyor: “Yıllarca hayranlarım ve beni tanıyanlar dik yürüyüşüme bayılırlardı. Şimdi yürüme zorluğu çeken bir Sevda’yı görmelerini istemedim. Onların üzülmesine de gönlüm razı olmazdı.”
Edebiyatı, yazarları, aynı yatakta, hayallerini paylaştıkları ablası Ferda Ferdağ’dan öğrenmiş. İki kardeşin hayatları da roman… Ama ablası Ferda, yani Fikriye Dumrul uzun zamandır yanında yok. 1996’da, 59 yaşında noktalanan hayatını röportajlardan ama asıl yazdığı “Bu Genç Kız Artist Olmak İstiyor” kitabından okuyoruz.
Cağaloğlu’ndaki Artist Mecmuası
Halasının büyük kızı gazeteci… Yeşilçam’ın, hatta ülkenin vebalinde şipşak “yönetmen”lerin yanında, ondan yönetmen olmasın gazetecilerin de payı çok. Hala kızı “artist olmak isteyen”, o amaçla Şehir Tiyatroları’na giren o çocuğu elinden tutup 13 yaşında Cağaloğlu’ndaki “Artist Mecmuası”na götürüyor. Gazeteci, senarist, yazar Oğuz Özdeş’e…
Gazeteci tecrübesiyle sıkı sıkı tembihliyor: “15 yaşındayım diyeceksin. Hakkında yazı yazılacak, resimlerin çekilecek. Artist olacaksın. Fikriye adın da hiç güzel değil. Adını Ferda koydum. Ferda ne demek biliyor musun? Gelecek, ati demek. Çabuk ezberle, beni rezil etme.”
Vebali şık bir düğümle boynunda
14 yaşında o da bir başrolle atıyor Yeşilçam’a adımını… İki başrolden sonra figüranlık. Aldığı-alamadığı düşük, komik ücretler, montaj sırasında önceden çekilen sahneleri atılarak verilmeyen yevmiyeler, olmadık eziyetler.
Yeşilçam’ın uluorta sömürdüğü her boydan figüranlara dair figürlerinde mutlu, güldürüklü son yok. O familyadan şipşak, seri filmleriyle öyle biri hayırla, takdirle anıldığında, hatta emek-onur ödülü filan aldığında yüzüne değil boynuna bakacaksın; görebilirsen vebali orada. Şık bir düğümle… Asıl film, dram Yeşilçam’dan ekmek bekleyenlerin Beyoğlu’nda yatıp kalktığı “Figüran Kahvesi”nden çıkar da ona ödül vermezler.
Pavyondan emekli “Helâcı kadın”
Ferda Ferdağ çok içmeye başlıyor. Genç yaşında hep ihtiyar, çökkün rollere mahkûm artık. Filmlerde makyajla kendi yaşındaki, kuşağındaki oyuncuların annesi, hatta ninesi. Yeşilçam’a nâmı “Dikbaşlı, sivri, uyumsuz” olarak yerleşmiş. O da dik yürüyor zira. Boylu poslu kardeşi gibi… Sevda Ferdağ’ın bazı filmlerinde başrol oyuncusu jönün ayağının altına tahtadan yükseklik yerleştiriyorlar. Öyle, ona basarak yükseliyor çoğu.
Hayat kesitlerinde Almanya’da, Hollanda’da kaçak işçilik, bulaşıkçılık, garsonluk da var.
Ferda Ferdağ 46 yaşında Atıf Yılmaz’ın “Seni Seviyorum” filminde pavyondan “emekli” olan ve artık oranın tuvaletini temizleyen teşrifatçısı “Helâcı kadın”… O rolüyle “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü”nü kazanıyor. Hayatına faydası, getirisi yok. Ödül de film setlerinin kapısını aralamıyor.
Nisan 1993’de İzmir Zübeyde Hanım Huzurevi’nde. O günleri yazdığı “Huzurevinde Genç Kaldım” kitabında anlatıyor: “Oh… Burada hırsız, arsız, yüzsüz, astarsız, iftiracı korkusu yok. Elektrik, su parası hiç yok.” Lâkin herkes çok yaşlı… Bir süre sonra “Ben biraz dolaşayım, 80 yaşında yine gelirim” diyerek, ağlaşarak vedalaşıyor onlarla.
“Ben seni tanıdım ablam…”
59 yaşında öldüğünde 54 ev değiştirmiş. Paraları zemin katlarına, akmayan sulara, yanmayan kaloriferlere, kesilen elektriğin faturasını denkleştirmeye gitmiş. Biraz zaman geçince kimse hatırlamıyor onu. Bir vesileyle fotoğrafı gerekiyor, Yeşilçam arşivlerinde bile bulamıyorlar. Hatırlayanlar da “Sizi bir yerden hatırlıyoruz, ama çıkaramıyoruz” babından. En hoş hatırlama karşılaştığı “çiçekçi kadın”dan geliyor: “Ben seni tanıdım ablam. Sen bir filmde Cihan Ünal’ın karşısında saçlarını açtın ablam.” Seni Seviyorum filminden…
O yokuşta bin 54 yaşındayım
Yeşilçam’ı üzerine kefen geçirip Taksim’de tek başına yürüyerek protesto ediyor. Yazdığı “Bu Genç Kız Artist Olmak İstiyor” kitabının sonu devriâleminin de özeti: “Sevgili Oğuz Özdeş, ben yine Cağaloğlu’na geldim. Sizinle tanıştığımız yokuşun başındayım. Bin 54 yaşındayım.”Aynı yokuşun başında başlıyor, orada bitiyor hayatı. Birçoğu öyle Yeşilçam’ın yokuşlarında, o yaldızlı mukavvadan yıldızların altında.
Yakıştırılan adları-soyadları farklı da olsa hep benzer gruptan, tınıdan. Hepsi “Vamp kadınlar”, vampirlerin dünyasında… Ömürleri boyunca kurtulamıyorlar biçilen “o rol”den. Genç ölümlerde bile. Cenazeleri “Su testisi, su yolunda…” temasıyla düzenleniyor. Gördük, görüyoruz hep.
Erkekte rol, kadında karakter
Üzerinden yarım asır da geçse “Baştan çıkaran kızıl afet”… O dünyada erkeğinki gerektiğinde “rol” zira, kadınınki “karakter”… O pespaye seks furyasında başrolü nefes nefese paylaşan erkeklerinki “rol”ünün kiri. Yıkarsın geçer, geçiyor. Kadında ise hep aynı “fikritakip”.
“O kadınlar”dan üçünün hikâyesine Serbestiyet’te dört yıl önce (30 Ağustos 2019) yayınlanan yazımda değinmiştim: Aynı filmin aynı yerden başladığı (ve bittiği) hayatlar… Bu yazıma da bir bölümünü özetleyerek almak istiyorum.
“Kadersiz Trio” buluşu
Kaynaklarda “Kadersiz Trio” olarak yer alan ve bugün aramızda olmayan üç kadın, Seher Şeniz, Feri Cansel, Mine Mutlu. Yeşilçam’ın o mâlûmu îlâm rezaletinde, furyasında “sağ kalamayan” üç oyuncuya yakıştırılan magazinel tanımlama bu.
Bu yakıştırmayı yapan “üçlü” değil “trio” diyerek, sanki her dile tercüme etmek istemiş etiketini. Cilalısından enternasyonal bir buluş. “Kadersiz” diyerek milliliği de unutmamış elbet. “Milli” olmanın bile ilk cinsel ilişki anlamına geldiği bu ülkede her şey mânâlı.
“Yumruklarıyla sevişenler”
Hele Yeşilçam eli değerse… “Tak Fişi Bitir İşi”, “Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak” ulusal mânâ kazandı, deyimler sözlüğünü yeniden yazdı bu ülkede. Ne eğlendik, ne güldük, nasıl da eğlenceli tecavüzler, fantazilerdi onlar.
Tekme yumruk kavga ederken, dövüşürken hiç durmadan “espri” yapan, alay eden, kahkahayla küçümseyen kahramanların “sevişirken” eli-ağzı boş mu duracak! Türkiye’de “Bizim Mayk” olan “Mike Hammer” serilerini, yerli filmlerini aynı sloganla tanıtıyordu yayınevleri, Yeşilçam: “Yumruklarıyla sevişen, dudaklarıyla dövüşen külhan Amerikan Hafiyesi.”
“İki Yosmaya Bir Kurşun”
Seher Şeniz 14 yaşında “Kelle Koltukta (1962)” filminde dansöz. 17 yaşında “Plaj Güzeli” seçiliyor. Bir yıl sonra “Türkiye Güzellik Yarışması”nda ikincilik. Yeşilçam bayılıyor tabii: Hem dansçı, hem oyuncu, hem güzel. Gel bakalım.
Oynadığı filmlerden birisi Semih Evin’in “İki Yosmaya Bir Kurşun (1971)”… Ama ona gelmeyen kurşun, aynı kuşaktan Feri Cansel’e isabet edecek. Semih Evin “Aynı mekânlarda aynı anda iç içe iki, hatta üç ayrı film çekerek” Yeşilçam’a “çok hızlı çalışma sistemi” getiren yönetmen olarak anılıyor. Alaminüt yönetmenlerden yani.
Senaryosuz tabii… Çekim başlarken sigara paketinden çıkan kâğıdın arkasına bir şeyler karalıyor. 1971’de bir yılda tam bir düzine film çekmiş. Toplamda 150’ye yakın film. “Yetenekli yönetmen” diye yazmış biri arkasından. Kökeninde gazetecilik var.
“Ölmeye yatan” artistin mektubu
Şeniz ölümünü kendi örgütlüyor. Önce 1984’de deniyor, dört tüp ilaçla… Son anda kurtarıyorlar. Sekiz yıl sonra garantiye alıyor ölümünü. Komşularına “Avrupa’ya gidiyorum” diyerek kapanıyor evine, “ölmeye yatıyor”. Avuç dolusu haplarla 44 yaşında “başarıyor”. Günler sonra buluyorlar bedenini.
Vebal geride bıraktığı mektubunda: “Daha 15 yaşında anlamıştım bu dünyadaki insanların ne mal olduğunu… Nihayet bu iğrenç dünyadan gitmeyi başardım. Fahişe olmak için yaratılmadım, hassas ve duygusalım. Öldüğümü kimse bilmesin. Peruklarımı yakıp, küllerini savurun. Beni beyaz bir bornoza sarıp her yerimi kapatın o yeter…”
Cüzdanında üç yaşındaki sevgili
Feriha Cansel Kıbrıs’ta doğuyor 1994’de. Feri diyorlar kısaca… İngiltere’de Hair Dressing Scholl’u bitirmiş ama onun da “kader”i Yeşilçam. O da güzelliğiyle şuh kadın, vamp ne de olsa. Ona da “Kasımpaşalı Emmanuelle” adını uygun görüyor Yeşilçam’ın isim (kimlik) babaları. 130 film çekiyorlar.
Son aşkıyla nişanlandığından söz ediyor arşivler. Evli sevgilisi. Bir gece eve geliyor; alkollü, kıskanç, asabi… Girişten “hafifletici nedenler”. Tartışıyorlar, vurup öldürüyor Feri Cansel’i. Henüz 39 yaşında. Kızı da evde… Cansel’in sonradan kızına verilen cüzdanından sevgilisinin (katilinin) üç yaşındaki fotoğrafı çıkıyor. Evde cehennemi her yaşadığında o fotoğrafa bakıyor belki: “Bu çocuk böyle değildi…”
Katilin mahkemedeki savunması bildik, standart: “Pişmanım. Ancak ağır tahrik altındaydım. Benim hayatımı mahvetti. Bana tabanca çekti, elinden almak isterken silah ateş aldı…” Otopsi raporu çıkıyor sonra; Cansel üç kurşunla başından vurulmuş. İkisi uzaktan, biri yakından, şakağından. Yedi yıl sonra afla çıkıyor cezaevinden.
Kimliğini başkasından öğrenmek
Mine Mutlu 18 yaşında tanışıyor Yeşilçam’la. O da aynı kuşaktan, 1948’li. Henüz seks furyası başlamamış; saf, masum kız rollerine çıkıyor. Başlayınca, mevzun, “balık eti” güzelliği ona farklı rollerin biçilmesinin nedeni. “Civciv Çıkacak, Kuş Çıkacak”, “Uçtu Uçtu Kuş Uçtu” buluyor kendini o adlarıyla da ünlü filmlerin içinde… Otuzuna gelmeden bırakıyor Yeşilçam’ı, kapanıyor yuvasına. Soyadının aksine mutsuz, kanserle mücadele ediyor. Yeniliyor 42 yaşında…
O filmlerin finali hep, son karesinde, eğreti kadrajında sallanan/titreyen solgun bir “SON” yazısı yerine, Attilâ İlhan’ın o “vahim” şiiriyle geliyor sanki: “korkular su mudur süzülür parmaklarından /camlarda buğulanır soğuktan yalnızlığı /içinde bir ürperme eski yanılgılardan /aynı filmin ısrarla aynı yerden başladığı /kimliğini öğreniyor her defa başkasından”…