Fransa, akıllıca bir iş yapıp olimpiyat oyunlarının açılışını stadyumdan çıkardı, herkesin esas görmek istediği Paris’i bir stadyuma çevirdi, bütün tarihini, bugünkü çeşitliliğini sergiledi.
Bunun için de Thomas Jully adlı bir koreografla anlaştı.
Cezayirli Zidane meşaleyi taşıdı, Malili pop yıldızı Aya Nakamura, Cumhuriyet Muhafızları’yla çalıp söyledi, LGBT bireyler öpüşürkeni, odalara kapanırken göründü, Marie Antoinette kesik başıyla – ki onu da iki erkek canlandırmış-Fransız Devrimi’nin şarkılarından “Ah Ça Ira”yı ( İyi olacak iyi, aristokratları astığımızda) söyledi, iki siyahi sporcu meşaleyi yaktı, Lady Gaga MoulinRouge’yu canlandırdı, Celine Dion Eyfel Kulesi’nden Edith Piaf’ın Aşk Duası’nı okudu.
Macron’un “Fransa budur” diye bayıldığı gösterinin en büyük tartışması ise “drag queen” denen trans aktörlerin “Son Akşam Yemeği” tablosunda görünmesi oldu.
Son Akşam Yemeği, Leonardo Da Vinci’nin bir tablosu ama kutsal olan tablonun kendisi değil, bizzat İncil’de geçen yemek.
Hz. İsa’nın hayatının en kritik anlarından biri olan 12 havariyle yemek,kiliselerdeki ekmek-şarap ayinlerinin Tanrı’nın kuzusu İsa anlayışının başlangıç anı.
Tabii Hz. İsa ve havarilerini, bir sanat bienalinde değil, milyarlarca insanı birleştiren insanlığın en büyük etkinliğinin açılışında drag queenlerle canlandırınca beklenen tepkiler de geldi.
Tepkilere herkes katılınca organizasyon özür diledi.
Buna rağmen en başta söylenmeyen başka bir iddia döndürülmeye başlandı: “Burada canlandırılan Da Vinci’nin Son Akşam Yemeği değil, Hollandalı ressam Bijlert’inTanrıların Ziyafeti tablosu. Onlar İsa ve havarileri değil, Yunan Tanrıları.”
Çünkü koreografide birbirine benzeyen bu iki tabloya da atıf yapan iki farklı sahne vardı.
Yani istersen hem Son Akşam Yemeği diyebilirsin hem de Tanrıların Ziyafeti.
Ama zaten bu iki tablonun birbirine benzemesi de tesadüf değildi.
Hollandalı ressam Bijlert’in Tanrıların Ziyafeti tablosu, Da Vinci’den 150 yıl sonra yapılmıştı ve Son Akşam Yemeği’nin bir yorumu olduğu hatta onunla dalga geçtiğini görmek için sanat tarihçisi olmaya gerek yoktu.
Bijlert’in tablosunda masanın ortasında oturan Apollo’nun başının etrafında Yunan Tanrılarından görünmeyen hale vardı ve ne tesadüf masada da 12 Tanrı ona eşlik ediyordu.
Sanat yönetmeninin bu atıfların farkında olmadığını herhalde kimse düşünmüyor.
Özel olarak bu mesajı vermeye çalıştı, çünkü Fransızların bir geleneği de Kilise ile böyle dalga geçmek.
İlk akla gelen örnek ilk sesli Fransız filmi L’Age d’or (Altın Çağ).
Luis Buñuel ve Salvador Dalí’nin ortak yapımı olan film 1930 yılının sonlarında Paris’i karıştırmıştı.
Hazreti İsa’nın orjiden çıkan biri gibi gösterildiği ve Katolik Kilisesi’ne ağır hakaretler içeren filmin gösterildiği sinemayı aşırı sağcı Ligue des Patriotes’ın üyeleri ve Katolikler basmış, perdeye bomba atılmış, koltuklar parçalanmış, lobide sergilenen Dali’nin, Joan Miró’nun eserleri tahrip edilmişti. Filmin bir sonraki gösterimi ancak 1979’da San Francisco’da yapılabildi.
Filmi karısına doğum günü hediyesi olarak finanse eden milyoner aristokrat Charles de Noailles Papalıkça aforozla tehdit edilmişti.
El Kaide’nin katliam yaptığı Charlie Hebdo da bu geleneğin bir devamıydı.
Ama bu geleneğin kökleri Fransız Devrimi öncesine uzanıyor.
Voltaire ve Marquis de Sade ilk akla gelen isimler.
Ama esas çılgınlıklar Fransız Devrimi sonrası yaşanmıştı.
Bir zamanlar dindar bir Katolik olan Fouche gibi her yola gelen devrimciler kiliseleri basıp, yağmalamış, papazları meydanlarda evlendirip, çocuk sahibi olma zorunluluğu getirmiş, kiliselerde ateist vaazlar verdirmiş, mezarlıklara “Ölüm sonsuz bir uykudur” yazdırmıştı.
Sadece binlerce rahibi, aristokratı değil, devrimciler birbirilerini de giyotinlerde tüketmişlerdi.
Fransız Devrimi’nin kurban ettiği evlatlarından Madam Roland giyotine giderken şöyle bağırıyordu: “Ey özgürlük senin adına ne cinayetler işleniyor.”
Yani işler Fransız Devrimi’nin meşhur şarkısında dendiği gibi pek de iyi olmamıştı.
Fransa’daki devrimci radikalizmi büyük bir dehşet içerisinde izleyip yazan İngiliz düşünür Edmund Burke, bu devrimciliğin sonunun diktatörlük olacağını önceden tahmin etmişti:
“Orduya hâkim olan popüler bir general sizin [Fransızların]… meclisinizin, bütün cumhuriyetinizin efendisi olacak. Çünkü, “evrensel sonuçlar çıkartılan metafizik önermeler oluşturanlar, sonuçta bunların mantıksal semeresini despotizmle sınırlamak” zorunda kalacaklardır.”
Öyle de oldu. Bu kızıl terör dönemine Fransızlar 15 yıl dayandı, Napolyon geldi ve tacı Papa’nın elinden alıp kendi başına takarak imparatorluğu, merkeziyetçi bir askeri diktatörlük olarak geri getirdi.
O günkü devrimci coşkuyu, özgürlük, eşitlik adına giyotinde hıyar keser gibi kelle kesmeyi, ikna yerine dayatmayla tarih çarkını hızlandırma arzusunu bugünkü bazı aktivistlerin Woke adı verilen dayatmacı heyecanına benzetilebilir.
Onlar da cinsel özgürlüğü, ırksal eşitliği hemen şimdi istiyor, toplumu ikna etmekle vakit kaybetmek istemiyor, buldukları her iktidarı bunu yapmak, buna itiraz edenleri iptal etmek, yasaklamak ya da cancellamak için kullanıyorlar.
Tabii bu da hem halk kitlelerinde “ne oluyoruz, nereye gidiyoruz” gibi güvensizlik hissini tetikliyor hem de verilen eşitlik ve özgürlük mücadelelerinin şeytanlaştırılmasına neden oluyor.
Bu haliyle de popülist, aşırı sağcı, otoriter siyasetlerin mezesi hatta benzini oluyor.
Bu aşırı hızlı be kontrolsüz, iknasız değişimden ve dayatmalardan ürken insanları Putin, Orban, Trump gibi liderler tahrik edip, mobilize ediyor.
Olimpiyat açılışı da şimdiden dillerine düştü.
Peki, günün sonunda bu özgürlük mücadelesinden kim kazançlı çıktı?
Çakması, ikinci el sanayisi Napolyonlar tabii.
Özgürlük ve demokrasinin olmadığı ise açık.