Kur’ân’ın indiği ve inen vahye göre nasıl bir hayat yaşanacağını Peygamberin mü’minlere bizzat gösterdiği ve öğrettiği zaman dilimi olarak Asr-ı Saadet, Müslümanlar için bir referans noktasıdır. Bütünüyle İslâmî miras, bu zaman diliminde inen âyetler ve yine bu zaman diliminde Peygamber’den sâdır olan söz ve fiiller üzerine inşa edilmiştir.
Asr-ı Saadet’in mü’minler için yol gösterici nitelikte olayları içinde bir olay, son dönemlerde ‘cehaletin egemenliği’ diyebileceğimiz bir olguyla yüzyüze geldiğimiz için midir bilmem, gözümde giderek daha bir önem kazanıyor. Hasta bir sahabi ve onun ağır hastalığını tedavi için Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın o günün Arabistan’ındaki en iyi hekimi çağırtması… Bu olay, Peygamber’in vefatından üç ay önce gerçekleşen ve bir nevi sahabileriyle vedalaşma niteliği de taşıdığı için Veda Haccı olarak anılan hac ziyareti esnasında yaşanır. Peygamber’e ilk iman eden sahabilerden Sa’d b. Ebu Vakkas bu sırada çok ağır bir kalb rahatsızlığı geçirmiştir. Öyle ki, ölümün eşiğinde olduğunu düşündüğü için vasiyette dahi bulunur. Ancak onun bu durumu karşısında Resûlullah tedavisi için Taifli hekim Hâris b. Kelede’yi çağırır. Hâris’in uyguladığı tedavi ile iyileşen Sa’d bu olaydan sonra yaklaşık yarım asır daha yaşayacak, öyle ki hayatta iken cennetle müjdelenen on sahabi, yani ‘aşere-i mübeşşere’ içerisinde en son vefat eden isim olacaktır.
Tedaviyi gerçekleştiren Hâris b. Kelede, kaynakların belirttiğine göre, o tarihte İslâm’a davetin başlangıcı üzerinden yaklaşık çeyrek asır geçmiş olmasına karşılık, İslâm’ı seçenler arasında yer alan bir isim değildir. Kendisi, gençliğinde Doğu’nun ve Batı’nın bilgi birikiminin harmanlandığı bir muhitte, İran’ın Huzistan bölgesindeki Cundişapur Tıp Okulu’nda okuduktan sonra memleketi Taif’e dönmüş ve uyguladığı tedavilerin olumlu sonuçları ile bütün Arabistan’da şöhret bulmuştur.
Resulullah’ın en güzide sahabilerinden birinin tedavisi için Müslüman olmayan ama alanında en ehliyetli kişiyi çağırdığı bu olayda mü’minlere verdiği bir dizi ders mevcuttur. İnsan hayatına verilen değer, bilgiye ve uzmanlığa duyulan saygı ve işin ehline verilmesi gereği, bu derslerin başlıcalarıdır. Bu olayda, zımnen, çözüm gerektiren bir meseleyi ‘bizden-öteki’ diye ayrıştırmalar üzerinden asabiyet veya gurur sebebiyle derinleştirmeme, bilakis çözümü getirecek en uygun yola aklıselimle başvurma dersi de verilmektedir.
Gerek hadis gerek siyer kitaplarında bu olay açık ve berrak bir şekilde aktarıldığı halde, özellikle son zamanlarda tıbbî bilgiyi âdeta şeytanlaştıran; konvansiyonel tıbbî ilaç ve yöntemlerin reddi ve yerleşik tıp bilgisine güvensizlik ile en mü’minâne duruşu sergilediği zehâbına kapılan anlayışların mütedeyyin insanlar arasında bulduğu revaç karşısında doğrusu nutkum tutuluyor. İşinin ehli olan gayrimüslim bir hekimin bilgisine ve tedavisine yüksünmeksizin başvurmak da Peygamber’in tıp alanındaki açık bir uygulaması olduğu halde, ‘tıbb-ı nebevî’ kavramını âdeta tıb bilimine karşıtlık olarak kurgulayıp, Resûlullah’ın daha ziyade ‘koruyucu tıp’ alanında yer alan ve önemli kısmı o günün Arabistan’ında maruf uygulama ve önerilerini ‘tedavinin yegâne yolu’ gibi görme ve gösterme gayreti içine giren; hastalıklar için kullandıkları ilaçlar hakkında kendisine gelen sahabilerine Resûlullah’ın “Hastalığı da, şifasını da yaratan Allah’tır” diyerek açık onay vermesinin rağmına ilaç aleyhtarlığında dindarlık vehmeden; her hâlükârda uzmanlığı şifa arayışında bir ‘gereklilik’ olarak değil, bilakis ‘tehdit’ gibi gören bir anlayış epeyce mevzi kazanmış gözüküyor şimdilerde.
Halbuki, bu olayın açıkça gösterdiği ‘bilgiye ve uzmanlığa saygı’ ile ‘işin ehline verilmesi’ noktasında Asr-ı Saadet mü’minler için başka birçok örnek olayı da cömertçe içeriyor. Bedir’de ve Hayber’de ordu için karargâhın yeri belirlenirken Medineli sahabi Hubab b. Münzir’in zeminin yapısı, eğim gibi bir dizi kriter üzerinden başka bir yeri önermesine Resûlullah’ın verdiği olumlu karşılık; yüksek verim için hurma ağaçlarının aşılanması konusunda hurma üretiminde ehil sahabilere son tahlilde “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz” buyurması; bütün kritik meselelerde sahabileriyle istişare ederek karara ulaşması ve hatta kendi görüşünün azınlıkta kaldığı durumda çoğunluk görüşünü esas alması, özel uzmanlık gerektiren konularda ise bilhassa o konuda ehil sahabilerden görüş alması; Bedir savaşında esir düşen Mekkelilere Medine’deki on çocuğa okuma-yazma öğretmesi karşılığı serbest kalma seçeneğinin sunulması; Peygamber’in genç sahabi Zeyd b. Sabit’ten İbranice okuma-yazma öğrenmesini istemesi… Öte yandan, öldürülmesine karar verilen Mekke’den mecburen az bilinen yollardan gerçekleşecek bir yolculukla Medine’ye doğru hicretinde, bu çetin yolculukta kılavuz olarak gayrimüslim ama işinin ehli Abdullah b. Uraykıt’ın seçilmesi; Medine’ye ulaştıklarında ise, mescidinin inşası sırasında diğer ustalara göre farklı bir kumu seçen sahabisine bunun sebebini sorması, bu harç ustası seçtiği kumun yapının sağlamlığına etkisini açıkladığında diğer ustalara ondan öğrenip onun gibi yapmalarını söylemesi; ve yazık ki bu topraklarda ve başka diyarlarda şu zamanın mü’minlerinin pek uzağında kaldığı bir hadisiyle “Allah her işte ihsanı (işini güzel yapmayı) farz kılmıştır” buyurması da, doğrudan veya dolaylı biçimde, yine bilgiye hürmet, uzmanlığa saygı, işi ehline verme ve her iş için en iyi olanın izini sürme dersini içeriyor.
O halde, bir referans noktası olarak Asr-ı Saadetten bütün bu örneklikleri üst üste koyduğumuzda, Müslümanlar dediğimizde bilgiye ve uzmanlığa saygı, tecrübeye hürmet, işi ehline verme ve en iyinin arayışı içinde olmanın belirleyici özellikler arasında olması beklenir. Nitekim bunun böyle olduğu zamanlar da olmuş; bu zamanlarda Doğu’nun ve Batı’nın birikimini harmanlayan, dönüştüren ve üstüne yenisini de ekleyen Müslümanlar bilim, düşünce, sanat ve medeniyet alanında bayrak taşıyıcı konumda olmuşlardır. O günlerden bugüne intikal eden, kitaplar ve mimarî yapılar başta olmak üzere bütün eserler bunu açıkça gösteriyor.
Ama Müslüman coğrafyada zaman içinde tıpkı tıp için sözkonusu olduğu gibi hayatın başka bütün alanlarında da farklı bir anlayışın boy verdiği, yol bulduğu ve kök saldığı da bir vâkıa. Siyasî istibdatların gölgesinde büyüyen bir anlayış bu. Vahye muhatap olması itibarıyla otoritesi tartışmasız Peygamber bile bir işe girişmeden önce istişare eder, ehliyete değer verir ve farklı düşünceye hürmet ederken, ilgili süreçte peygamber olmadığı halde kendisini sorgulanmaz konumda görenlerin zuhuru olgusuna idarî mecralardan başlayarak bütün alanlarda ulaşmak zor değil.
Bugünlerde ise, bu ülke dahil Müslüman dünyanın birçok ülkesinde, sorgusuzca itaat edilen liderler ve sorgulamayan yığınlar oluşturma gayreti içinde, sadakatin hakikate değil kişiye atıfla ölçüldüğü, cehaletin övüldüğü, bilginin ise tehdit olarak görüldüğü garip bir kuşatılmışlık yaşanıyor. Bilgi bir tehdit bazıları için; çünkü bilgilenme süreci sınırları zorlamayı, seçenekler geliştirmeyi, bu seçenekleri test etmeyi, sorgulamayı, sonuçta doğruya doğru diyebildiği ölçüde yanlışa da yanlış diyebilmeyi gerektiriyor. Bilgiye ve hakikate hürmetin olduğu bir mecrada, bir söz kimden geldiği ile değil, doğru ve hakikatli olup olmadığına göre değer kazanabiliyor ancak. En muktedirin bile sözüne itibar olunması için doğru konuşması ve doğruyu konuşması gerekiyor. Ama sorgusuz sadakat bir ideal, özlem ve hedef haline gelmişse, apaçık gerçekleri dahi çarpıtmayı mümkün kılacak bir rüzgârın peşine düşülüyor. En akıldışı evanjeliklerin ürettiği türlü çeşit tercüme komplo teorileri üzerinden hoşa gitmeyen her veriyi, yanlışlayan her bilgiyi, ehliyetsizliği ifşa eden her uzmanlığı bir tehdit olarak algılama hastalığı bu yüzden. ‘Sadakat’i ‘hakikate sadakat’ olarak öğreten bir Kitaba iman ettiğini ifade edip, kişi kültüne mensubiyete indirgenmiş bir sadakat tanımı üretmek ne dehşetli bir düşüş…
Böylece, olanı olmamış gibi, olmayanı olmuş gibi göstermek mümkün oluyor ama. Bu şekilde, birçok insanı bir müddet, bazı insanları her daim kandırmak da mümkün oluyor. Ama “Fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayanı reddeder, atar” diyen bir düşünürü doğrulayacak şekilde, hayat vâkıaya, realiteye, hakikate hürmetsizlik olarak beliren hiçbir tutumu cezasız bırakmıyor. Hakikate, bilgiye ve ehliyete karşı hiçbir hürmetsizlik, yapanın yanına kâr kalmıyor. Sürdürülmüş cehalet, bu kez daha da büyümüş bir problem yumağıyla karşımıza çıkıyor. Depremde, selde, salgında yahut tıpta, mühendislikte, ekonomide, hukukta, siyaset biliminde… Hayatın hangi alanına bakarsak bakalım, bilgiye saygı ve ehliyete hürmetin ödüllendirildiğini, cehalete övgü ve ehliyete hürmetsizliğin ise er veya geç ağır bir fatura getirdiğini görüyoruz. Özellikle de musibetler, cehalete itibar, bilgiye saygısızlık, akla hürmetsizlik, ehliyete riayetsizlik ve sorgusuz itaat üzerine kurulu otoriterliklerin makyajını ibretlik şekilde kaldırıyor…
Ama ağır bir hasar var önümüzde. Meselâ ekonomide varolan hasardan çok daha ağır bir hasar. Cehaleti öven, bilgiye düşman olan, ehliyeti tehdit olarak gören, kaba ve kibirli bir popülizm uğruna işinin ehli insanları okey masalarının hakaret mezesi yapmaktan çekinmeyen ve daha az akılla daha fazla inanç ve sadakat devşireceğini sanan bir zihniyetin hasarı bilmem nasıl tarif edilebilir ve bilmiyorum nasıl aşılabilir?
Nicedir bu sorular uykumu kaçırıyor.
Ama belki sabırlı olmak ve bazı şeylerin çözümünü hayata ve zamana bırakmak gerekiyor. Zira tecrübeten görüyoruz; hayat ve zaman bazı şeyleri tasdik, bazı şeyleri tashih, bazı şeyleri tamir, bazı şeyleri tekmil, bazı şeyleri tekzip, bazı şeyleri de tasfiye ediyor…
Er ya da geç!