Akıllarından ziyade gözleriyle hüküm verenler sayıca çok olduğu sürece, ‘görüntünün iktidarı’ dediğimiz olgunun da hükmünü sürdüreceği aşikâr. Nitekim bugün reklam endüstrisinden halkla ilişkiler alanına, siyasal iletişimden her türlü propaganda yöntemlerine kadar uzanan geniş yelpazeye dikkatle baktığımızda, gözün akıl üzerinde tahakkümünü sağlamak için çaba gösterildiğini fazla zorlanmadan farkederiz.
Bunun belki en açık örnekleri siyaset alanında sergileniyor olsa gerektir. Verdiği savaş emriyle onbinlerce insanın ölümüne sebebiyet vermiş bir diktatör, bir çocuğun başını okşarken çekilmiş fotoğrafıyla ‘dünyanın en merhametli siyasetçisi’ izlenimi vermeyi de hedefler meselâ. Bir toplumun fakirleşmesine, hatta açlığına, hatta bir kısmının açlıktan ölmesine sebep olmuş bir başka otokrat, üç-beş yoksulun karnını doyurduğu, hatta bir ihtiyarı kendi elleriyle beslediği birkaç fotoğrafla bütün bu cürümlerini örtmeyi hesap eder. Kibir kumkuması bir siyasetçi, bir mizansenin ürünü olarak tasarlanmış birkaç kare ile ‘tevazuda dünya markası’ olmaya çalışır. Aldığı olumsuz kararlar ve alması gerektiği halde almadığı kararlar ile denizin dibindeki canlıların bile hayatını tehlikeye atan çevre katili bir yönetim, sahile vurmuş bir yavru balinanın kurtarılması için seferber ettiği imkânlarla ‘çevre dostu’ gibi görünmeyi başarır.
Bu gözbağcılığın ekonomi alanında da tezahürleri vardır. Tekelleşerek piyasaya hâkim olan ve bu sayede üretim zincirindeki kişileri âdeta ‘kuru ekmek pahasına’ çalıştırdığı köleler hale getirip kârını azamîye çıkaran kimi şirketleri, bir yardım kuruluşuna uzattığı çek ve bu kuruluşun doyurduğu bir çocuk üzerinden kendisini aklayıp paklarken görür gözlerimiz. Dünyanın bir tarafında ‘insan hakları’na dair destek ve duyarlılık üzerinden itibar devşiren bir çokuluslu şirket, dünyanın öte tarafında diktatörlerle akçeli ilişkiler yürütür. Hatta şirketin hangi ülkede insan haklarına duyarlı hangisinde ise kayıtsız ve duyarsız olacağını, ilgili ülkelerin yatırım ve pazarlama için şirkete bir avantaj temin edip etmediği belirler.
Gözün akla tahakkümüne, görüntünün iktidarına, gözbağcılığı ile gerçeğin üstünü örtmeye dair pek çok örneği birbiri ardınca sıralamak zor değil. Böyle yüzlerce, belki binlerce ‘göz boyama’ yahut ‘göz bağcılığı’ olgusundan haberdar olmak için internet üzerinden hızlı bir tarama bile yeterli olabilir.
İşin hayret verici bir tarafı ise, bu gözbağcılığı icra edenlerin, özellikle siyaset cenahında bu işi sürdürenlerin, ‘büyük resim’ söylemiyle sorgulama yeteneğimizi bir kez daha dumura uğratmaya yeltenmeleridir. Öyle ki, gizlenen bazı kabahatler, dahası kabahat ne kelime, insanlığa karşı işlenmiş suçlar ortaya çıktığında dahi, ‘büyük resme bakmak gerektiği, bu olayı tam da şimdi ortaya atmakla kimin ne amaçladığını sorgulamak gerektiği’ gibi söylemlerle, tekil ‘insancıl’ görüntüler üzerinden yapılan göz boyamalarla örtülen cürümler, açığa çıksalar dahi örtbas edilmek istenir.
Olumlu tekil örnekler üzerinden olumsuz büyük zulümleri örtbas etmek, münferit bir merhamet fotoğrafıyla devasa bir zalimliği gizlemek, bu zalimliğin örtüsünü kaldıranları ise ‘büyük resim’ söylemi üzerinden kriminalize ederek olup bitene dair bir sorgulamayı her halükarda bertaraf etmek… Bir itirafta bulunayım: Yerel veya küresel ölçekte, siyasette ve ekonomide, çokça karşımıza çıkan bu taktikleri, iletişimin imkân, araç ve yöntemlerinin olabildiğince geliştiği modern dönemlerin bir özelliği olarak düşünüyordum doğrusu. Ama Hz. Musa ve Firavun kıssasına dair daha önce göremediğim bir hususu yakın dönemdeki Kur’ân okumalarımda farkedince anladım ki, bu taktikler sadece bugünün konusu değil. Küçük iyilikler üzerinden büyük kötülükleri örtme, dahası bu iyilikler üzerinden insanları ve toplumları borçlandırma, borçluluk psikolojisi üretip minnet borcu hissettirerek itirazları susturma, haksız güçlülerin kadim bir yöntemi. Haydi açık söyleyelim, esasen bir Firavun mirası…
Bunun böyle olduğunu anlamak için, Hz. Musa’nın hayat serencâmını hızlıca hatırlamak gerekiyor. Gördüğü rüya üzerine köleleştirdiği İsrailoğullarından bir çocuğun büyüyünce saltanatını ortadan kaldıracağı korkusuna kapılan zalim bir yöneticinin bu topluluktan doğacak bütün erkek çocukları öldürtmesi… Doğan oğlunun Firavun’un askerleri tarafından öldürüleceğinden korkan İsrailoğullarından bir annenin koruma güdüsüyle bebeğini bir sandığın içinde Nil’e bırakması… Nil’deki bebeği Firavun’un karısının bulması, böylece bebek Musa’nın evlatlık olarak Firavun sarayına alınması… Olaylar bu şekilde ilerler. Derken, gençliğiyle birlikte Musa’ya âyetin ifadesiyle ‘ilim ve hikmet’ verilir. Genç Musa artık hem kendi hayat hikâyesi ve kökenleri hakkında bilgi sahibidir, hem de ortadaki büyük haksızlık ve zulümlere karşı ciddi bir duyarlılığı vardır. Nitekim şahit olduğu bir olaya, böyle bir haksızlığın sonucu olarak ortaya çıktığı düşüncesiyle müdahale eder. Ardısıra vukua gelenler onu hayatını korumak için şehri ve ülkeyi terke mecbur kılar. Medyen’de geçen yaklaşık on yılın ardından dönüş yolunda Tuvâ vadisinde mucizeye mazhar kılınmış bir peygamber olarak Hz. Musa, Allah tarafından kendisine verilen uyarma emrini yerine getirmek üzere Firavun’un sarayına çıkar. Firavun’a Rabbinin emrini bildirip, onu hem ilahlık iddiasını terkedip Allah’a kul olmaya, hem de köleleştirdiği İsrailoğullarını özgür bırakmaya çağırır. Kavmine “Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?” diye soracak kadar haddi aşmış ve “Kanun benim!” pervasızlığı içinde her türlü zalimliği kendine hak bilmiş Firavun, sarayında büyümüş Musa’nın bu uyarı ve çağrısından hoşlanmaz. Musa kimdir ki, ona böyle birşey söyleyebilsin:
“Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yılını aramızda geçirmedin mi? Sonunda o yaptığını da yaptın. Sen nankör birisin!” (Bkz. Şuarâ sûresi, 26:18-19)
Baksanız, Firavun’un dedikleri doğrudur. Nil nehri üzerindeki sandığın içinde Firavun’un karısı tarafından bulunup saraya alınmasa belki daha bebekliğinde ölüp gidecekken Firavun’un himayesi altında büyütülmüş, çocukluk yıllarının yanısıra gençlik yıllarının epeyce bir kısmını onun himayesi altında geçirmiştir. Yani hayatını Firavun’a borçludur!
O halde Firavun karşısında ona yakışan, ancak minnet duymaktır. Ona karşı böyle bir minnet borcu varken, nasıl karşısına çıkıp “şunu bırak, şunu yap” diyebilir?
Hz. Musa yaptığı uyarıda haklıdır ama. Firavun hem Yaratıcı hem de yarattıkları açısından, haddi aşıp zulmetmektedir. Yaratılmışlığına karşılık kendini ilahlaştırması dikey düzlemde, başka insanları köleleştirip her türlü fiili onlara reva görmesi ise yatay düzlemde bir zulümdür. Her iki zulmü terkedip gerçeğe ve adalete uyma çağrısı karşısında Firavun, geçmişte yaptığı iyiliği yüzüne vurarak Hz. Musa’yı ve çağrısını etkisizleştirmeye çalışır. Halbuki ne geçmişte yapılmış bir iyilik sonradan yapılmış kötülüğü giderir, ne de tekil bir iyilik sebebiyle zararı herkese dokunan bir kötülük gözardı edilebilir. Muhakemeye vurulduğunda, bu apaçık görülecektir. Ama Firavun dikkatleri tekil merhamet manzarasına kilitlemek ister. Böylece Hz. Musa’yı minnet duyması gereken kişiye nankörlük eden biri konumunda göstererek, kendisine yapılmış haklı uyarı ve çağrıyı etkisizleştirme hedefindedir.
Firavun’un münferit iyilik görüntüsü ile borçluluk duygusu ve minnet psikolojisi oluşturma çabasına karşı, Hz. Musa büyük gerçeğin örtüsünü kaldırarak cevap getirir:
“O başıma kaktığın nimet, İsrailoğullarını kendine köle edinmiş olman (dolayısıyla)dır” (Şuarâ, 26:22).
Ortada minnet duyulacak bir iyilik yoktur velhasıl. Herşeyin hakka ve hukuka uygun şekilde işlediği bir zeminde doğup büyüdüğü evde can korkusu olmadan anne babası tarafından büyütülecek bir çocuk, köleleştirdiği kavim içinden doğacak bir çocuğun saltanatını yıkacağı korkusuyla erkek çocuklarını öldürten bir zalim yüzünden o serencâmı yaşamıştır. Firavun’un karşılığında ‘minnet’ beklediği o sözümona ‘iyilik’ esasen çok büyük bir kötülüğün sonucudur. Firavun zulmetmese, Benî İsrail’i köleleştirmese, doğan erkek çocuklarını öldürmeye yeltenmese, o ‘iyiliğe’ zaten mahal kalmayacaktır.
Sözümona tekil iyilik görüntüsü üzerinden Firavun’un Hz. Musa’yı ‘borçlandırmak’ istemesine karşı Hz. Musa ortadaki büyük zulme işaret ederek bu gözbağcılığını bertaraf ettiğinde, Firavun başka bir yola başvurur. Hz. Musa’nın gözüne sokmaya çalıştığı küçük resimdeki ‘iyilik’ görüntüsünün örtemediği büyük zulüm fotoğrafını gizlemek için, güya ‘asıl büyük resim’den söz açar. Der ki yanındaki ileri gelenlere: “Bu, herhalde çok bilgili bir sihirbaz! Sizi sihriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?” (Şuarâ, 26:34-35).
Firavun’un hem Yaratıcıya hem yaratılmışlara karşı haksızlık ve azgınlığını ortadan kaldırmak üzere onun karşısındadır Hz. Musa. Ama Firavun, adaletsizliği bertaraf etmek isteyen bir peygamberi ‘sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyen bir sihirbaz’a dönüştürmek suretiyle bu çağrıyı hükümsüz kılma gayreti içindedir.
Hz. Musa ve Firavun kıssasındaki yeni farkettiğim bu detay, binlerce sene öncesinden bir olay gibi değil de, bugünün de bir gerçeği olarak gözüküyor gözüme… Koca bir topluma yönelik büyük bir zulmü örtmeyi hedefleyen ve aslında bu zulmün sonucu olarak ortaya çıkan münferit bir ‘iyilik’ fotoğrafı…
O fotoğraf üzerinden oluşturulmak istenen bir izlenim ve yine o fotoğraf üzerinden üretilmek istenen bir borçluluk psikolojisi: “Sayemde…” “Sayemizde…”
Bu firavunca oyun bertaraf edildiğinde ise, ‘asıl büyük resme bakalım’ söylemiyle, haklı adalet talebini ‘bozgunculuk çıkarma, düzen bozma, yerinden yurdundan etme’ diye yaftalayarak boşa çıkarma, haksızlaştırma ve kriminalize etme gayretkeşliği…
Hz. Musa ve Firavun kıssasının bu veçhesini farkettiğimden beri, sevecenlik ve iyilik yüklü PR ve propaganda çalışmalarına, minnet üretme söylemlerine ve ‘büyük resim’ anlatılarına ne zaman rastlasam, aklıma Firavun sarayındaki bu diyalog geliyor.
Ve bilhassa şu soruyu sıklıkla soruyorum: Neredeyse ‘gözümüze sokulan’ bu sevecenlik ve iyilik fotoğrafı daha büyük bir iyilikten bir detay mı gerçekten, yoksa büyük bir zulmü perdeleme çabası ve bir gözbağcılığı mı?