Cumhurbaşkanı Erdoğan “Ekonomi ve hukukta reform seferberliğini başlatıyoruz” dedi ve “reform” tartışmaları ülke gündeminde önemli bir yer buldu. Bu açıklama, Biden’in ABD seçimlerini kazanması, eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifası ve Merkez Bankası Başkanının değiştirilmesinin hemen akabinde geldi.
Cumhurbaşkanının reform açıklaması piyasalarda başlangıçta olumlu bir etki yarattı. İşveren örgütleri temkinli birkaç açıklama yaptı. Bunun dışında “reform” açıklaması toplumsal bir karşılık bulmadı. Zaten reform söylemleri karşısında iktidar ortağı MHP liderinin açıklamaları; bir mafya liderinin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na tehditleri; bu tehditler sonrasında hükümettin karşı bir duruş ortaya koymaması; Bülent Arınç’ın Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala hakkındaki sözlerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çok sert tepkisi ve Arınç’ın Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliğinden istifası gibi süreçler reform beklentisinde olanların hevesini kursağında bıraktı. Dolayısıyla reform söyleminin ülkenin ihtiyacı olan ekonomi, siyaset ve hukuk alanındaki demokratik değişim beklentilerini kapsamayacağı da ortaya çıkmış oldu.
İktidarın demokratik bir reform sürecine girme niyetinin olduğunu gösterir herhangi bir söz ya da eylem ile karşı karşıya değiliz.
Görünen o ki yeni yönetim sistemi çok kısa sürede tıkandı ve artık sürdürülemiyor. Fakat bu yazıda bunu tartışmayacağız. “Reform” açıklamaları sonrası hangi adımlar atıldı, bu adımlar neye işaret ediyor; atılan adımlarda baştan eksik olan neydi, bu yazıda bu sorulara cevap aramaya çalışacağım.
“Reform” açıklaması sonrası neler yaşandı?
Yakın zamanda, başta ekonominin yeni isimleri olan Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan, TCMB Başkanı Naci Ağbal ve Adalet Bakanı Abdulhamit Gül TOBB’u ve TÜSİAD’ı ziyaret etti. Bu ziyaretlerden sonra yapılan açıklamalarda “Ekonomideki sorunları diyalog ortamı ve istişare ile çözeceğimize inanıyoruz” denildi. İş ve yatırım ortamında yaşanan sıkıntılara değinildiği ve hukuk alanında çözümlerin, yapıcı bir istişare ortamında ele alınmasından büyük memnuniyet duyulduğu ifade edildi.
Şimdi soracaksınız, bunda ne var? Doğru, bir sorun yok ama koca bir eksiklik var: Milyonlarca çalışanın temsilcisi olan sendikalar bu görüşmelerde yer almadı. Ne bir işçi örgütü temsilcisi ne de memur örgütü temsilcisi herhangi bir tartışmanın tarafı değildi. Halbuki, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin çoğunda, ekonomik ve istihdam krizlerinin süregeldiği dönemlerde ve reform taleplerinin öne çıktığı zamanlarda uygulana yöntem, sosyal diyalog ve üçlü işbirliğidir. Bu üçlüyü de hükümet, işveren ve işçi kuruluşları oluşturur.
Sosyal taraflar bir araya gelmeli
Türkiye’de bu üçlü mekanizmayı çalıştıracak enstrümanlar vardır, ama işletilmemektedir. Düşünün ki Türkiye ILO’ya 1932 yılında üye olmuştur, (imzalamadığı çok önemli sözleşmeler olsa da) birçok sözleşmesini de imzalamıştır ama hala işçi örgütleri ile sağlıklı ve düzenli bir diyalog sağlanamamaktadır.
Ülkede bu üçlü diyalog örnekleri aslında Osmanlı Devleti’nin son ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar uzanmaktadır. İkinci Meşrutiyet döneminde kurulan 24 üyeli İktisat Meclisi ve 25.6.1927 günlü Meclis kararı ile kurulan 24 üyeli Âli İktisat Meclisi bu açıdan değerlendirilebilir. Bu üçlü diyaloğu sağlayacak enstrümanlar günümüzde de vardır ama uzunca bir süredir kullanılmamaktadır. Çalışma Bakanlığının kurulmasıyla işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan Çalışma Meclisi, Üçlü Danışma Kurulu, 2001 yılında yasal düzenlemesi sağlanan Ekonomik ve Sosyal Konsey bunlar arasındadır. Bunların dışında Avrupa Birliği-Türkiye Karma İstişare Komitesi vardır. (DİSK, işçilerin sorunlarını gündem yapmaması ve işleyişin demokratik olmadığı gerekçesiyle 2006’da bu yapıdan çekilmiştir.)
Bunların yanında, düzenli olarak işçi kanadının bir temsilcisinin bulunduğu tek mekanizma Asgari Ücret Tespit Komisyonu’dur. Bu yapı da diğer işçi sınıfı temsilcilerini içermemesi ve demokratik bir işleyişe sahip olmaması nedeniyle eleştirilmektedir. Hatırlayalım, geçen yıl tek başına görüşmelere katılan Türk-İş Konfederasyonu Başkanı Ergün Atalay’ın asgari ücret açıklamasında mikrofonu eliyle kapatarak söylediği, “Uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle” sözleri büyük tepki çekmişti.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu geçen bahar aylarında, 12 yıldır toplanmayan Ekonomik ve Sosyal Konsey’in pandemiyle oluşan ekonomik ve sosyal krizlerin çözümü için acilen toplanmasını önermiştir. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, Cumhurbaşkanlığına devredilen mevzuat çalışmalarının tamamlanmasından sonra konseyin toplanabileceğini belirtmiş olmasına rağmen 7 aydır toplanmamıştır.
Halbuki bir reformdan bahsedilecekse sosyal adaletin sağlanması, evrensel insan ve çalışma haklarının korunması, ele alınacak en temel noktalardır. Bunlar ise işçi örgütlerinin talepleri alınmadan, onlarla görüşmeden yapılamaz.
Yasalar hazırlanırken, TOBB başta olmak üzere işveren örgütlerine danışılırken, milyonlarca çalışanı ilgilendiren konularda işçi sınıfı örgütlerine danışılmamaktadır. Hatta taşeron şirketlerde çalışan işçilerin kamu idarelerine ve belediye şirketlerine geçişleri bir KHK düzenlemesiyle gerçekleştirilmiştir. Bu da hala devam eden birçok haksız, eşitsiz uygulamalara neden olmuştur. KHK ile yapılan birçok yanlış, işçi sendikaların haklı itirazları sayesinde kısmen düzeltilmiştir.
Emekçiler takipte
Yakın bir zamanda yine milyonları ilgilendiren bir konu işçi örgütlerine sorulmadan Meclis’ten geçirilmeye çalışıldı. Ama neyse ki bu sefer yasa tasarısı işçi sendikalarının kararlı ve haklı itirazları sonrasında geri çekildi. Bu yasa geçseydi, 25 yaş altı ve 50 yaş üstü işçiler güvencesiz ve geçici işçi haline dönüşecek, kıdem tazminatı hakkı başta olmak üzere hakları elinden alınacaktı.
İşçileri bekleyen reform acı reçete
Aslında iktidarın neden işveren örgütlerini muhatap alıp işçi sendikalarını almadığı, Berat Albayrak’ın istifası sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklamadan anlaşılıyor. Erdoğan, “Yaşadığımız kritik dönemin ruhuna uygun şekilde, gerekirse devlet ve millet olarak fedakârlık yapmaktan, acı da olsa doğru reçeteleri uygulamaktan kaçınmayacağız” demişti. Biliyoruz ki, bu acı reçetelerin işçilere yansıması her zaman gelirlerin düşmesi, ilave vergi ve kemer sıkma politikaları olmuştur. Bu acı reçeteler uygulanırken iktidarlar bırakın işçiler ile diyalog kurmayı, sendikaları daha çok baskı altına alır, kendisine yandaş olan sendikalar üzerindeki tahakkümünü de arttırır. Çünkü acı reçete demek; 2021 yılında çalışanların daha az kazanması, buna karşılık daha yüksek vergiler ödemesi ve hayat pahalılığının artması demektir. Düşünün ki bu acı reçete Covid-19’un neredeyse bir tür işçi sınıfı hastalığı haline geldiği koşullarda yazılıyor. Asıl olarak desteklenmesi ve korunması gereken toplumsal kesimler sistemden dışlanıyor. Halbuki yapılan araştırmalar da gösteriyor ki; işçi sınıfının yoğunlaştığı, gelir eşitsizliğinin arttığı kentlerde ve mahallelerde vaka oranları da ölüm oranları da daha yüksek. Bu koşullarda işçi sendikalarının taleplerini almamak, bir ortak akıl geliştirmeye çalışmamak, acı sonuçları olacak bir durum yaratır.
Toplumun beklediği reform
İşveren örgütlerini muhatap alırken işçi ve memur örgütlerini muhatap almayan bir yöntem ile iş barışının, toplumsal barışın tesis edilmesi mümkün değildir.
Ben yaptım oldu, benim yaptığım kadar oldu anlayışıyla reform yapılamaz. Toplumun beklediği reform; ekonomik, siyasal ve sosyal alanlardaki demokratik işleyişin sağlanması; hukukun bağımsız olması, güven vermesi, ekonominin ise tüm toplumun çıkarlarını düşünerek demokratik bir şekilde yönetilmesidir. Aksi yönde atılacak her adım var olan krizi daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.