James McAuley*
Hz. Muhammed’in karikatürlerini öğrencilerine gösterdiği için bir terörist tarafından Paris banliyösünde kafası kesilerek öldürülen Samuel Paty, bir ortaokul öğretmeninden ulusal bir sembole dönüştü. Paty, 2012’den beri bu tarz saldırılara maruz kalan 260’tan fazla Fransızdan biri.
2016’da Saint-Étienne-du-Rouvray kasabasındaki kilisesinde Müslüman köktenciler tarafından boğazı kesilen 85 yaşındaki rahip Jacques Hamel cinayeti gibi, Paty cinayeti de Fransa’nın ruhuna yapılmış bir saldırı olarak nitelendirildi. Macron da cenazesinde onun için “Cumhuriyetin sureti haline geldi” dedi.
Fransız toplumunun çeperlerinde radikalleşen Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ve yıllardır sürdürülen vahşi saldırılardan sonra hükümet artık yeter demiş, Macron bu ayın başında çok beklenen planını açıklamıştı. Teklifte, güya yabancı etkisini azaltmak için Müslüman komünitelere yurtdışından aktarılacak fonlara kısıtlama getirme, Fransızca eğitimi almış imamlar yetiştirmek için sertifika programı ve daha başka birtakım önlemler vardı.
Paty’nin öldürülmesi bu meseleyi daha acil bir konuma getirmiş durumda. Fransa İçişleri Bakanlığı da, nefreti körükledikleri tespit edilen 50 kadar Fransız-Müslüman kurumun lağvedileceğini açıkladı. Bu listede İslamofobiyle mücadele eden bir anaakım grup da vardı. Macron kendi deyimiyle “Fransa’da İslam Aydınlanması olabilecek bir İslam” inşa etmek ve paralel bir toplum yaratmayla sonuçlanan cumhuriyet değerlerinden sürekli sapmaların önünü kesmek istiyor.
Halkın içgüdüsel bir destek verdiği bu yaklaşım mantıklı gözüküyor: Fransa’yı bundan sonraki saldırılardan korumak. Macron da “Savaşmamız gereken, İslamcı ayrımcılığıdır” diyor. Lakin bu metot terörist şiddetinden ziyade başka bir problemi çözmek için tasarlanmış gibi gözüküyor. Özellikle şehirden uzak gettolar ve banliyölerde yaşayan Fransız Müslümanların (ki buralar uzmanların büyük bir bölümüne göre radikalizasyon ve şiddet için elverişli yerler) yabancılaştırılması üzerinde durmak yerine, hükümet, 1400 yıllık bir geçmişe ve 10 milyonu Batı’da olmak üzere 2 milyar barışçıl takipçiye sahip bir inancın pratiklerini etki altına almayı hedefliyor.
Bu, probleme garip bir yanıt şekli. Fakat Napolyon’un Yahudilik pratiğini regüle edişi gibi kulakta yankı buluyor.
Fransa, laik veya seküler bir Cumhuriyet. Bu nosyon, katolisizm tarafından domine edilmiş ülkede “baskıcı dini otoriteden özgürlük” olarak görülüyor. Fakat bu sarih ve tartışılmaz gözüken sekülarizm vizyonu, büyük ölçüde farklı zamanlara, ülkenin etnik ve kültürel olarak bugünden çok daha homojen olduğu zamanlara ait.
20. Yüzyılın başında Fransa’da ağırlıklı olarak Katolikler, küçük bir Protestan azınlık ve onlardan da küçük bir Yahudi azınlığı bulunmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız İmparatorluğunun çöküşü, metropol Fransa’nın yakın bir zamanda kolonyal tebaasına ve onların Kuzey ve Batı Afrika’daki, Karayipler ve Güney Asya’daki torunlarına ev sahipliği yapacağının habercisiydi. İslam da böylece resmi olarak ülke kıyılarına ulaştı.
Bu değişimlerle laisite, büyük ölçüde İslam’ın kamusal alandaki görünürlüğünü sınırlandırmak gibi, hukukta yeri olmayan yeni bir yoruma kavuştu. Fransa’nın Cezayir’deki utanç verici yenilgisinden sonra -hâlâ sindirilememiş olan bir travma- Fransız vatandaşları İslamın kamusal alandaki varlığını ülkenin seküler özüne bir saldırı olarak görmeye başladı.
Başörtüsü ve nerede giyileceği mevzusu, kamusal hayatın en rahatsız edici tartışmalarından biri haline girdi. Fransızlar başörtüsüne karşı mücadeleyi, aynı vatanı paylaştıkları insanların dini baskıdan kurtulup özgürleşmesinin bir yolu olarak gördü. 2004’te yürürlüğe giren bir kanunla başörtüsü lise düzeyinde yasaklandı, 2010’da çıkarılan bir başka yasayla da dışarıda peçeli çarşaf giymek “ulusal güvenlik” gerekçesiyle yasaklandı.
Müslüman kadınlar başörtüsünü yasak olmayan sınırlar içinde takıp Fransa toplumunun bir parçası olmaya teşebbüs ettiklerinde bile eleştiri oklarının hedefi oluyor. Örneğin geçen sene, Sağlık Bakanı Agnes Buzyn, piyasaya koşuya uygun başörtüsü çıkaran Decathlon spor giyim markasını yermiş, “Bunu bir Fransız markanın yapmamasını yeğlerdim” demişti.
Bu türden sözlerin ve özellikle sağcı bazı beyaz Fransızlar arasındaki önyargının sonucu olarak, birçok Fransız Müslüman tam da Macron’un korktuğu gibi, anaakımdan uzak, bir bakıma karşı-toplum içinde yaşıyor. Ve bu çoğunlukla kendilerinin seçtiği bir konum değil. Paris, Lyon ve Marsilya çevresindeki banliyöleri -tarihçi George Bennoussan’ın sözleriyle- “Cumhuriyet’in kaybettiği yerler” diye adlandıran muhafazakâr yorumcular haksız değil. Buralar çoğunlukla İslam’ın radikal yorumlarının, anti-semitizmin ve çeteciliğin kol gezdiği, terörist şiddetin kuluçkalandığı yerler.
Ama asıl mesele bu bölgelerin neden kaybedildiği… Buna getirilen açıklamalardan birine göre sorun yapısal: Göçmenlerin kalabalık konutlarda yaşayan torunları çoğunlukla, “renk körü” bir cumhuriyetin kâğıt üstünde kalan sosyal hareketliliğe dahil olma çağrısına katılmakta zorluklar çekiyor.
İş pozisyonlarına ve belirli konut projelerine başvurularda hâlâ fotoğraf isteniyor, farklı renge sahip insanlara bilinçli veya bilinçsiz bir önyargıyla üstten bakılıyor.
Müslümanların sürekli olarak yüz yüze kaldığı bu kamu denetimine rağmen, ayrımcılığın varlığını ispatlayabilmek bazen çok zor olabiliyor. 1978’den beri, Fransız kanunları ırksal, dinsel ve etnik istatistik verilerinin toplanmasını (akademik sosyal bilimcilere bile) kesinkes yasaklıyor.
“L’islam une religion française,” kitabıyla Macron’un İslam reformu projesine ilham kaynağı olan Fransız-Tunuslu yazar Hakim El Karui, tüm bunların Fransa’daki Müslüman komünitesi üzerindeki “ayrımcılık (seperatism)” fenomenine katkı yaptığını söylüyor.
“Kendini Fransız olarak hissetmeyen önemli bir azınlık var, ya reddedildiklerinden ya da böyle bir arzuları olmadığından” diyor Karui ve “İslam bu boşluğu dolduruyor” diye ekliyor.
Bu boşluğun bir bölümü sekiz yılda İslam’ın saldırganlarca hayata geçirilen radikal ve şiddet içeren bir versiyonu tarafından dolduruldu. Fakat bunlar Fransa’nın yüzde 10’undan daha azını teşkil eden bir popülasyonun çok ama çok küçük bir kısmını temsil ediyor. Yine de bu oran kamu güvenliğini tehdit etmeye yetiyor.
O zaman sorun, Macron’un anlaşılır bir şekilde varolan bir tehdidi gösterme isteği değil. Teklif ettiği kanun, a) İslam’ın saptırılmış yorumlarının Fransız müminlere ulaşmasını engelleyebilir, b) sosyal medyadaki kin ve nefretin yayılımını kısıtlayabilir. Bunların Paty’nin katilini azmettiren iki faktör olduğu düşünülüyor. Ama bu meseleler, Fransa’nın büyümesine yardımcı olduğu tecrit ve dışlanma problemlerini çok yakından ilgilendiriyor. Hakikat şu ki karşı-toplum kavramının Fransa ve İslam’la çok ilgisi var.
Paty’nin ölümünün ortaya çıkardığı çiğ nefret, bir durup düşünmeye çok az fırsat veriyor. Çoğu Fransız politikacı, sekülarizmin sert yorumunda daha çok ısrarcı olmaya başladı. İçişleri Bakanı Darmanin, ulusal televizyona çıktı ve süpermarketlerdeki helal yiyecekleri, saldırıya yol açan ayrılıkçı fikirleri besleyen “cemaatçi mutfak” olarak tanımladı.
Paty’nin ölümünden günler sonra, iki kadın saldırgan, Eyfel çevresinde yürüyen iki Müslüman kadını “pis Araplar” diye bağırarak bıçakladı. Fransız siyaset bilimci Rachid Benzine olanları “Çok histerik bir iklim var” diyerek yorumluyor.
Sekülarizmin o aşırı yorumunu paylaşmayan bir kişi varsa o da Samuel Paty’di. Müslüman öğrencilerinin muhtemel endişeleri konusunda hassastı, o yüzden Hz. Muhammed karikatürlerinden rahatsız olacak biri varsa başını çevirebileceğini söylemişti. Müslüman kültürü onu açık bir şekilde büyülemiş, Paris’teki Arap Dünyası Enstitüsü’ne kaydolmuş, hatta öğrencilerinin yararına bir Arap müziği konseri düzenlemişti.
Ne var ki “Cumhuriyet’in yüzü” Paty’nin bu yönlerini şimdiden unutmuş gözüküyor. Anlatılamaz bir barbarlığın kurbanıydı, ama başkasının davası uğruna can vermiş sayılabilir.
*James McAuley, The Washington Post’un Paris temsilcisi. Oxford Üniversitesi’nden Fransız tarihi üzerine doktorası var.
Çeviren: Enis Aydın