Bazı şarkılar nostaljisine meydan okuyor, rafından inip yıllar önce tercüman olduğu derde rahmet okutuyor. Bir zamanların nidasıyla anılan “Yalaan yalaaaan yalan” ve “Palavra, palavra, palavra, hepsi palavra”şarkıları da benim için öyle artık. Tescilini Yeliz’in ve Ajda Pekkân’ın sesiyle alan bu aşk yorgunu şarkıların mânâsı da, gönlümdeki yeri de farklı şimdi. 70’lerde taburedeyse, şimdi tahtta.
Bu iki şarkının gönlüme taht kurmasının nedeni 2021’in son günlerinde “MeclisTV”den naklen, bangır bangır yayınlanması… Canlı yayında korsan yayın esasında. Kamuflajlı-kamuflajsız “Örfi İdare”lerin zapturaptında kuşağımız-mahallemiz gereği severiz cin gibi korsan gösterileri, muzır neşriyatı. Müzikle de olur, şiirle de…
CSO’da korsan eylem
Komşu sokağımızın en komünist, en güzel abisinin, Kök Özaltınlı’nın gerçek hikâyesi de o zamanlar dilimizde: Cumhurbaşkanlığının konser salonunda, CSO’da korsan eylem… Gürbüz Özaltınlı’nın harika yazısına da hatıra oldu yıllar sonra.
Kök “bir şişe ucuz şarap içip” Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konserine gidiyor. Konserin orta yerinde ayağa kalkıp yüksek sesle Nâzım Hikmet’in şiirini okuyor: “Dinlenir, dinlenmez değil /bülbülün güle karşı feryatları… /Fakat asıl benim anladığım dil: / Bakır, demir, tahta, kemik ve kirişlerle /çalınan /Bethovenin sonatları.”
Anında derdest ediyorlar tabii. Eve kendinden önce gözaltı haberi geliyor. İki gün sonra Kök de evde; babası buz gibi karşılıyor onu: “Oğlum sen bu devleti bilmezsin, sizi asarlar…” (¹) Sene 1967, darbe infazları başlamamış, lâkin bilenler biliyor devleti.
Meclis’te “ses bombası”
Aralık 2021… Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay TBMM kürsüsünde… Bütçedeki kara gerçeklerden, deliklerden, “sır”lardan ziyade her şeyin atıştırıldığı o gündemde keyifle anlatıyor: “Milletimizin bütçesidir… Tüm taraflarla işbirliği içerisinde… İki yıl gibi kısa bir sürede tamamlayarak…”
“Geleneksel Bütçe Şenlikleri” iktidar sıralarından alkışlarla sürerken o da ne! Birden Meclis’i o nağmeli, uzadıkça uzayan “Yalaaan, yalaaaan, yalan” nidası sarıyor. Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul Milletvekili Sera Kadıgil’in elindeki ses çıkış gücü mucizevi “wonderboom”dan şarkının o nakaratı biteviye, avaz avaz. Havaya kaldırdığı elinde Türkçe namıyla o “ses bombası”, yüzü de pandemi maskeli… Benzetmek gibi olmasın da, o “anarşist” film sanki; “Do-re-mi for Victory”.
“Meğer oyunmuş kolay oynanan”
Oktay o hengâmede konuşmasına devam etmeye çalışıyor; “Millete verdiğimiz hizmetler…” Meclis’te yankılanan fon müziği “Oysa gerçek farklıymış /Meğer bu bir oyunmuş kolay oynanan /Yalaaan, yalaaan”… Oktay “Türk dünyası vizyonu…” derken Kadıgil’in dinlettiği şarkı, nakarat da değişiyor; “Palavra, palavra, hepsi palavra”…
AK Partililer öfkeyle bağırıyor, Oktay da sinirleniyor; “Siz ona devam edin, biz de devam edeceğiz”. Kadıgil de tebessümle karşılık veriyor: “Bize söz hakkı veren yok. Şarkıyla, türküyle devam edeceğiz… Başkan söz versin demokratik hakkımızı kullanalım.”
İktidar partileri ayakta, o mâhut öfke, kibir, bağrış -yanına- çağrış, kıyamet… TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın sesi duyuluyor: “El sallayın, canlı yayındasınız…” Meclis Başkanı “…. kınama cezası verilmesine…” derken de nakarat devam. Velâkin iç tüzüğe göre o ceza muhatabına beş dakikalık bir savunma hakkı da tanıyor maalesef. Eylemin ardından Erkan Baş kürsüde… Beş dakika için de olsa durma bağıranlar için dayanılası değil.
İlaç niyetine “Dinleyici İstekleri”
Yıllar önce karışık “Türkçe Hafif Müzik” kasetlerime girmeyen o iki şarkı, yıllar sonra o anın klibiyle dinleme-izleme listemde. Ki o listenin bazı şarkılarla muhteviyatı -dopingden sakinleştiriciye- ilaç niyetine. Misal yorgunsan çivi çiviyi; “Çok yorgunum, beni bekleme kaptan”.
Bence “Yılın Şarkısı” kıymetinde artık o iki şarkı. O aykırı, sürpriz “dinleti”ye ba-yıl-dım. Söylemesi ayıp ve kabahat, bu ortamda durmadan kaçan hevesim kamaştı: “Ah ben de bir şarkı dinletsem.” MeclisTV’de esâmesi okunmayan “Dinleyici İstekleri” babından…
TBMM’de markalaşmış “protesto”ların, sandalye gücüyle muhalefeti alışılmış “susturma” ya da “konuşturmama” yöntemlerinin, masaları-sıraları yumruklamanın, hakaretlerin, üzerine yürümelerin, kavgaların yanında “zarif” bir kere. Tebessüme de açık; olmayan cemâlini gösteremeyip de siyaseti hadsiz celâliyle götürmeye çalışanları saymazsan.
Meşru(t)iyet ve yalan hürriyeti
Aslolan ise kendi fikrince muhataplarının yüzüne yüzüne, nağmeli nağmeli, bangır bangır “Yalan, palavra” deme hakkını, imkânını, pundunu canlı canlı, yerinden izletmesiydi belki. Pek söyleyemiyorsun, adlı adınca dedirtmiyorlar çünkü.
Ekranlarda gerçek dışı açıklamaları, yalanları her an izliyorsun, karşılarına çıkıp, yüzüne karşı “Yahu gerçek değil bunlar, düpedüz yalan” demen neredeyse imkânsız. Lisân-ı münâsip ile diyenlerin, politikacıların, uzmanların açıklamaları, ispatları da uğramıyor o ekranlara, kanallara. Zira muktedirin yalanı meşruiyet, iktidarda hükmünü sürdüren ortaklığın meşrutiyetinde “hürriyet” kazandı bu ülkede. O cenaha özgü dokunulmazlıkla yalan hürriyeti.
Gerçeklerden sapma, kendi doğrularını-yalanlarını tek gerçek sanma elbette sadece iktidarlara mahsus değil. Muhalefetin de sicili kabarık. Ötesi o değirmene, iktidar medyasının havuzuna -öyle ya da böyle- su taşıyor sık sık. Ancak iktidarın gücüyle, saha hâkimiyetiyle kazandığı imkânlar çok farklı, “Bak işte!”si uzun menzilli… Ona malzeme, meze olmak işten değil.
Yalanın derisi kalın, kat kat
Böylesi bir ortamda yokluğuyla erdem, meziyet alanına giren yalan, varlığıyla, gündelik enflasyonuyla hayatın ekran, tepe normallerine iyice yerleşiyor. Varlığıyla değer, bir makbuliyet, işlevsellik de kazanıyor. Herkes biliyor da alıştık, alışkınız. Dile yerleşen o “Ne yalan söyleyeyim”in cârî anlamı bile “doğrusunu söylemek gerekirse”den çıkmış, kahvede “Abime ne -yalan- söyleyeyim”e dönüşmüş sanki.
Yokluğuyla insanın erdem, vicdan, gönül hanesini ferahlatan yalan, voltasını vicdansızlığın, haksızlığın, adaletsizliğin, utanmazlığın avlusunda atanların en bereketli, örtülü sığınağı. Zira yalanın şalı, derisi kalın, hatta kat kat. Gücü olan örtünüyor, üstünü örtüyor gerçeklerin. Mirasyedisi de çok.
Tekzip bile nostalji, müzelik
Kelimenin tam anlamıyla ortaya sıkılıyor yalan. Tarlaya tohum atarcasına her köşeye serpiliyor. Öyle ki bazıları ana pozisyonunu oradan, yalandan üretiyor. Zira yalan hâkim medyada, ekranlarda yalanlan(a)mıyor. Tekzip bile nostalji, müzelik artık. Merkezdeyse yayınlayan da yok, olsa okuyan, anlamaya çalışan da belki…
Gazeteci bir arkadaşımın “Nasılsın, nasıl gidiyor?” babından sorulara verdiği o standart karşılık bugün de kulaklarımı çınlatıyor: “Ne olsun, hep yalan dolan…” Espriydi, iyi gazeteciydi ama sektörü, hele bugününü düşünürsen “Her şakada kocaman bir gerçek…” Güldürmüyor o ayrı.
“Parça bohça” yalan yamama
İzanın, pervânın üzerine basarak “hüküm”dar olmak, o güç, bilhassa sınırsız sanılanı, yalanı hem kolaylaştırıyor, sıradanlaştırıyor, hem de aklayabiliyor. Anında yamanıyor yalan. Yalanın iktidarların “olağan”, hatta gerekli parçalarından birisi haline gelmesini kolaylaştırıyor.
Patchwork, halk deyişiyle “parça bohça”… Hem de emek gerektirmeden. Gücün kışkırttığı kibir, fütursuzluk, küçümseme, algısındaki “gerçek”in, bazen de inandığı “doğru”ların toplum(un)ca kabulünü sağlayan her türden egemenlik alanı, her hırsa, o yolda kuyruklu her yalana müsait.
Gerektiğinde her duruma uygun biyonik maskesi de hazır. Giderek yapışıyor insanın yüzüne. Bazısında doku uyumu emsalsiz… Kendi doğrularının sert, köşeli yüz hatları, öyle hâllerin bildik mimikleri, beden dili. Bazen de alaycı, nadiren emanet bir tebessüm.
Yalana bin deren su getirmek
Yalana zaten ezelden, mirasıyla alışığız. Yanlışları doğru, yenilgileri zafer, kötü sürprizleri müjde, tedennîyi tekâmül yapmakta üstümüze yok. Açık yalanlar dolaşımda… Apaçık. Ekonomiden iç-dış ilişkilere, ekranlardan hayata öyle yürüyor/yürütülüyor, öyle dönüyor o dünya.
Bir noktadan sonra yalanla zaman kazanmak da mümkün. Yalanına, o yığma baraja bin dereden su getiriyor çoğu. Çoğu memleketin bildik derelerinden… Kuruyan olursa (kurutursan) adını değiştirip bâd-ı sabâ yapıyorsun.
Bu karambolde yalan söylemek, uydurmak mı, yoksa başkasının yalanlarına bayilik, yeminli şahitlik, ötesi o yalana gönülden sahip çıkmak, yalana iman mı beter, bilemiyorum. Ama ikisinin de zamanla aptallaştırma riski yüksek herhalde.
Bir yanıyla “tek çare”
Kimi de mecburen, mecburiyetten… “The Trial (Dava)”da “Her şey sırf doğru olduğu için kabul edilmez, zorunlu olduğu için de edilir” diyor bekçi (gardiyan)”. “Ne sefil bir görüş” karşılığını veriyor Joseph K.: “Yalan üzerine kurulu bir dünya düzeni. (…) Zannederim bu yasa sadece sizin kafalarınızın içinde var.” Bu iklimde bakıyorsun da, en abartılısına bile “Roman, film işte…” deyip geçemiyorsun.
Bariz yalanlar üzerine oturan bir sistemin sürmesi için o siyasetin, o dilin sonuna kadar zorlanması bir yanıyla “tek çare” sanki. Bırakın gelinen o noktadan geri dönmeyi, yalanlara rötuş, ayar yapmak, birazcık “inandırıcı” kılmak bile artık zor. Hangi birine yapacaksın. Belki gereksiz de kısa vadede…
Yalanla palavra farkı
O sistemin sürmesi için yalanların ve palavraların sonuna kadar zorlanması bir tür mecburiyet. Pişkin “U dönüşleri” bile dönüp dolaşıp aynı yola çıkıyor. Bazen iç içe, kol kola gezinseler de yalanla palavra da farklı oysa. Nüansı aşan bir fark… “Palavra”nın sözlük anlamında bile seziliyor.
“Gerçeğe dayanmayan, gelişigüzel söylenmiş uydurma, abartılı, yüksekten atıp tutarak ağız kalabalığı ile söylenmiş söz”. Evet, o ayrıntılı Kubbealtı Sözlük’teki karşılığında, “eş-benzer anlamları”nda bile “yalan” kelimesi yok. “Yalan”ın tanımında da “palavra” kelimesine rastlamıyorsun.
“Palavra kendini saklamaz”
Süleyman Seyfi Öğün’ün “Palavraya övgü” yazısı da bu farkı irdeliyor. Önce palavranın “tebessüm ettiren” hâllerinden söz ediyor: “Çünkü palavra, içerdiği abartı payı üzerinden daha baştan gerçekten ayrışarak rahatlatır bizi. Palavralar kendilerini saklamaz. Kendilerini daha baştan ve doğrudan ele verir. Çocuklar bile bir şeyin palavra olduğunu hemen anlar.”
Öğün palavra kelimesini işitenin yüzünde peydahlanan tebessümün ise yalan kelimesini duyduğu anda yok olduğunu vurguluyor: “Suratlar, sûretler buz keser. Fark şuradadır. Yalanlar yalan olarak kalmaz, hakikât iddiasıyla zuhur ederler. Palavra, hakikâtten ayrışarak palavra olarak başlar, palavra olarak devâm eder. Ama yalan, daha baştan hakikât iddiasındadır ve hakikât çağrışımı veren bir donanımla çıkar karşımıza.
Başarılı bir yalan, ikna kapasitesi yüksek olan; yani bize gerçeklik duygumuzu kaybettiren yalandır.” Öğün meselenin yalanın anonimleşmesinde yattığını, “dahası toplumsallaştığı nispette şu veyâ bu derecede herkesi kuşattığını, herkesin onun bir parçası olduğunu” savunuyor.
Palavra da vasfını yitirdi
Yazısında “palavranın çekim dünyasının”, “eski mahalle kültürlerinin veyâ folklörlerinin tanınmış palavracılarının” külliyatını, “Erzurumlu ünlü palavracı Tello Dayı”yı da anıyor. Bizim kuşak da nâm-ı diğer “Te(y)yo Pehlivan, Teyo Emmi”nin harika palavralarına, üzerine eklenen anonim hikâyelerine yetişti, şükür.
Öğün böyle palavracıların “arkalarında hoş hâtıralar bırakarak bu dünyadan göçtüğünü” söylüyor yazısında, rahmet diliyor. Tıp’ın onlara mitomani teşhisini koyduğunu ve “tedâvilik gördüğünü” de hatırlatıyor. Ama “hoş, etmemesini tercih ederim” diyerek…
Zehri cirminden fazla…
Hikâyesi zengin hoş palavracılar… Onlar iki azgın cümleyi, üç sıfatı, o ezberi tekrar-be-tekrar döndüren “palavracılar” değil hikâye anlatıcıları. Otoriter yahut totaliter olsun iktidarların apaçık “palavra”ları da tebessüm ettirmiyor artık. Kara mizahı, “gırgır”ı bile sorunlu, dikkat, özen istiyor.
Maalesef “palavra” hikâye anlatıcılarının, folklorun, edebiyatın, mübalağa mizahının, o zengin kültürün dilinde kazandığı vasfını, şiştikçe şişen “vasıfsız yalancılık”ın tombul koynunda yitirdi uzun zamandır. Çıngıraklı yalanları koynunda da beslemişsin… Her an duyuyor, görüyorsun da zehri cirminden de, cürmünden de fazla.
(¹) Gürbüz Özaltınlı, “Hülyalı bir kuşağın insanıydı; Mehmet Kök Özaltınlı, abim…”, 11 Mayıs 2021, Serbestiyet.