Tribünde ön sıralarda oturanlardan bir seyirci ikide bir arka sıralara dönüp “Hüsamettiiiin” diye bağırıyormuş… O bağırırken, seyirciler -hiçbiri Hüsamettin olmadığı için- doğal olarak adama hiç aldırmadan maçı izlemeye devam ediyormuş… Nihayet, belki yirmincide o kalabalıktan biri avazı çıktığı kadar bağırarak, ağzından köpükler saçarak terslemiş adamı: “Ben Hüsamettin değilim lan, değilim, anladın mı!”
Gülçin Avşar’ın 23 Mart’ta Serbestiyet’te yayımlanan “Otoriterlikten çıkışın formülü İstanbul mu?” başlıklı yazısını okuyunca aklıma bu hikâye geldi: Avşar’ın eleştirisine cevap vermeli miydim? Verdiğim takdirde ‘Hüsamettinlik’ etmiş olur muydum?
Gerçi yazıda adımdan ve yazılarımdan söz ediliyor, yazı bana ve o yazıya cevapmış gibi duruyordu ama (“Hayır Alper Görmüş, otoriterlikten çıkışın formülü, senin iddia ettiğin gibi İstanbul değil, İstanbul’un kazanılması değil!”), bir yandan da bu “formül”ün bana değil, benim işaret ettiğim seküler muhalefete aitmiş izlenimine yol açabilecek muğlak ifadelere baş vuruluyordu. İşte bu da beni tereddütte bırakmış, ‘Hüsamettin tedirginliği’ne sürüklemişti. Fakat sonra anladım ki başlıktaki “Otoriterlikten çıkışın formülü İstanbul değil” hitabı ‘ortaya’ değil doğrudan bana (da) söyleniyor. Dolayısıyla, özeti “Ben bu eleştiride bana isnat edilen şeyi-şeyleri söylemedim” olan, işte okumakta olduğunuz bu polemik yazısını yazmaya karar verdim. (Gülçin Avşar’ın eleştirdiği bana ait iki yazılık seride başlıklar ve tarihleri şöyle: “Laik-seküler muhalefet için nihilizm köprüsünden önceki son çıkış: İstanbul seçimi” – 4 Mart ve “İmamoğlu, mevcut koşullarda bir duygu olarak umudun var kalmaya devam etmesinin biricik imkânı” – 11 Mart).
Yazılarımda ne anlatıyordum
Gülçin Avşar’ın bana yönelttiği eleştiriye gelmeden önce sözünü ettiği iki yazıda ne dediğimi hatırlayalım.
Ben yaklaşık 20 yıldır CHP tabanının giderek koyulaşan bir umutsuzluk girdabına girdiğini ele alan, her dönemeçte bu duygunun mevcut halini yorumlayan yazılar yazıyorum. Son iki yazımda da bunu yapmış, bazı hatırlatmalarda bulunarak, bundan sonra dört yıl daha seçim olmadığını da vurgulayarak İstanbul seçimine özel bir önem atfetmiştim. O yazıların özet mahiyetindeki spotlarıyla yazılarda neyi anlatmak istediğimi hatırlayalım:
“Başta CHP tabanı olmak üzere laik-seküler muhalefet AK Parti’nin uzun iktidar dönemini -arada umutlandığı anlar olsa da- giderek koyulaşan, zaman zaman nihilizm boyutlarına varan bir umutsuzluk duygusunun eşliğinde idrak etti. Sürecin en umutlu ânı olan 14-28 Mayıs seçimlerindeki ağır travmayı da hesaba katarsak, geldiğimiz noktada bu nihilizmin belirsiz bir süre boyunca kalıcı hale gelmesini önleyecek tek bir imkân kalmış görünüyor: İstanbul’un kazanılması…”
Ve:
“Bir duygu olarak umudun var kalmaya devam etmesi, geleceğe dair ona yüklediğimiz olumlu anlamların bir garantisi olmasa da önemlidir. Mevcut gerçeklik içinden üretilmiş bir umudu, barındırdığı soru işaretleri ve problemler nedeniyle ‘sahte’ diye niteleyip nur topu gibi bir umuda ebelik edeceği beklentisiyle bir umutsuzluk dönemini ehven-i şer bulmak siyaset değil. İmamoğlu, mevcut koşullarda bir duygu olarak umudun var kalmaya devam etmesinin biricik imkânı; sonrasına bakılır.”
Görüldüğü gibi iki yazıda da derdim İmamoğlu değil seküler muhalefetin otoriterlikten çıkma ümidi… İstanbul seçimleri kaybedilirse mevcut depresyonun belirsiz bir dönem için kalıcı hale geleceğini, mevcut gerçeklik içinde bunu önlemenin yani umudu sürdürmenin tek yolunun da İstanbul seçiminin kazanılması olduğunu öne sürüyorum. Devamla İmamoğlu’nun eline ülkeyi yönetme fırsatı geçtiğinde ne yapacağının hiçbir garantisinin olmadığını, fakat bunu öne sürerek ona bağlanan umutların bugün manalı olmadığı hatta ‘tehlikeli’ olduğu tespitine itiraz ediyorum. (Erdoğan’ı başlangıçta destekleyen demokratlar, liberaller ‘gelecek’ için emin miydi Erdoğan’dan?)
Ben bu eleştiride bana isnat edilen şeyi-şeyleri söylemedim
Gülçin Avşar’ın bana ve yazılarıma yönelttiği eleştirinin büyük problemi şurada: Bana ait olmayan bir düşünce bana aitmiş gibi gösteriliyor.
Yazılarımda İstanbul seçiminin kazanılmasıyla otoriterlikten çıkış arasında hiçbir bağ kurulmadığı halde sanki ben öyle bir bağ kuruyormuşum iddiasında bulunuluyor. Oysa yazılarımın yukarıda aktardığım başlıklarından da anlaşılabileceği gibi ben İstanbul seçiminin kazanılmasını otoriterlikten çıkışın değil mevcut koşullarda bir duygu olarak otoriterlikten çıkış umudunun var kalmaya davam etmesinin imkânı olarak görüyorum. İkisi bambaşka şeyler. Burada sadece başlıkları zikrediyorum ama iki uzun yazının hiçbir yerinde böyle bir atıf gösterilemez. Zaten madem benim böyle bir bağ kurduğum iddia ediliyor, o zaman buna karşılık gelen cümlelerin, paragrafların gösterilmesi gerekmez miydi?
Bu noktada eleştirinin zaaflı başka bir yanını görebiliyoruz: Böyle ciddi bir iddiada bulunurken iki uzun yazıdan sadece iki satırlık tek bir cümle alıntı yapmak! İddiayı temellendirmek için baş vurulan alıntı da şöyle: “İmamoğlu, mevcut koşullarda bir duygu olarak umudun var kalmaya devam etmesinin biricik imkânı; sonrasına bakılır.” (Alıntıyı izleyen yorum: “Alper Görmüş’ün bu cümlesinden hareket ederek fakat esasen bunu da aşan muhalif kamuoyunun İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerine yönelik ‘Mesele belediye değil, sen hâlâ anlamadın mı’ tavrı, bir süredir seçim ikliminin belirleyicisi.”)
Bu alıntının ilk bölümüne dair söyleyeceğimi söyledim yukarıda. Şimdi de şunu ekleyeyim: Bu cümledeki “sonrasına bakılır” bize ne söylüyor? Burada İmamoğlu’nun kurtarıcılık vasfına mı işaret ediliyor yoksa ona dair bir şüphe mi belirtiliyor?
Hani nerede benim İmamoğlu’nu ve İstanbul seçimini “otoriterlikten çıkışın formülü” olarak gördüğümü gösteren cümleler? Yok. O zaman buna ancak te’vil yoluyla eleştiri diyebiliriz. (Te’vil: Bir söze görünen anlamından başka bir anlam vermek, bir sözü başka bir mânâ ile yorumlamak –Kubbealtı lugati).
İmamoğlu değerlendirmem öyle olsaydı, ona oy vermeyecek Kürtleri kınayan muhalifleri kınar mıydım?
İmamoğlu’nu tabii ki Türkiye’yi otoriterlikten kurtaracak politik figür olarak görmüyorum. Öyle olsa, benim başka her şeyi bu hedefe tâbi kılmam, mesela İstanbul’da Kürt seçmenlerin bu ‘yüce’ dava için kendi ‘küçük’ meselelerini bir tarafa bırakıp bütün güçleriyle İmamoğlu’nu desteklemeleri gerektiğini söylemem, böyle bir çizgi tutturmam gerekirdi, değil mi?
Peki öyle mi yapıyorum. Hayır, tam tersini yapıyorum. Bunun için 26 Ocak’ta Serbestiyet’te yayımlanan “Kürtler, Selahattin-Başak Demirtaş ve muhalif aydınların telaşı” başlıklı yazımı şahit gösterebilirim. O yazıda şöyle demiştim:
“DEM’in İstanbul’da aday çıkarması, hele hele Başak Demirtaş gibi güçlü bir aday çıkarması ihtimali muhalif kanaat önderlerinde bariz bir telaşa ve sinirliliğe yol açmış durumda. Bu telaş kendini, Kürtlerin ve Demirtaş’ın ‘otoriter iktidara karşı direnmeye çalışan demokrasi ve özgürlük cephesine ihaneti’ne dair yazılar, görüşler, sosyal medya mesajlarıyla ortaya seriyor. Bu, örneklerine daha önce de rastladığımız tipik bir ‘modern’ aydın tavrı: Başkalarının tatminini kendi tatminleri kadar ‘kıymetli’ görmüyorlar ya da başkalarının tatmininin de ‘kıymetli’ olabilmesi için o tatminlerin kendi tatminleriyle uyumlu olması gerekiyor.”
Bir kez İstanbul seçimlerini “otoriterlikten çıkışın formülü” olarak gördüğüm ilan edildikten sonra Gülçin Avşar’dan ‘muhalefet’le birlikte başka goller de yiyorum:
“Muhalefetin; siyasetsizlik, politikasızlık, gelecek tahayyülü sunamama düzleminde iktidarla yarışmak için bulduğu tek formül ‘Erdoğan’ın hakkından gelebilecek kişi’ seviyesinde gözüküyor.”
Ya da:
“İmamoğlu’na vehmedilen ‘güçlü lider’ imgesi, ‘Erdoğan’ı ancak bir güçlü lider yener’ fikri; Erdoğanizm’le yerleşmiş karizmatik liderliğin kurumsal olarak devam etmesi anlamını taşıyor.”
Bunlar da te’vil yoluyla eleştirinin öteki çıktıları…
Hiç böyle düşüncelerim yok. Hem yanlış hem haksız.