Neşesini ve zekasını sevdiğim gürültücü bir arkadaşım var. Ankara’yı terk ettiğimden beri görüşemez olmuştuk. Geçenlerde aradı; “Seninkiler iyice faşist oldular” diye bağırıp kahkahayı bastı. Benimkiler dediği, tahmin edileceği gibi reformist döneminde desteklediğim AKP…
Benim “siyasal İslam” tarafından aldatıldığımı düşünüyor. Aslında kendi cümlesinde de AKP’nin değişim geçirdiği anlamı gizli. “Oldular” deyişi, “daha önce değillerdi” iması taşıyor. Her neyse…
Bütün taşların yerinden oynadığı yıllarda durmadan tartışırdık. Arkadaşım vesayete karşı mücadelesinde siyasal İslam olarak nitelediği AKP’den nefret eder; “özne demokrat değil; bu maceradan demokrasi çıkmaz” deyip noktayı koyardı. Şimdi “haklı çıkmanın” gururunu taşıyor. Ne kadar tanıdık bir durum değil mi?
Kendilerini Kemalist, sosyal demokrat, sosyalist kimlik içinde tanımlayan milyonlarca insan 2000’li yıllar boyunca yaşanan değişim sürecinde bu fikri zeminde durdular. AKP’yi gerici, İslamcı bir hareket olarak kodladılar ve bütün önemli kırılma noktalarında vesayet rejiminin yanında oldular. Kuşkusuz bunu “Askeri vesayeti tercih ediyoruz” diye bağırarak yapmadılar. Onlar “siyasal İslam”la mücadele ediyorlardı! Söylem buydu…
Aynı mahalleden gelen bir azınlık da tersini yaptı. Öznenin “öz”ü üstüne kurulu önyargılara yüz vermedi; sağ-sol ayrımına dayalı ezberleri dikkate almadı; tarihin önümüze koyduğu siyasi yönelimlerin ne yapmaya çalıştığına baktı. Askeri vesayetin aşılması, bir dizi demokratik reformun gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Çekirdeğini ordunun oluşturduğu bürokratik egemenliğin, sivil siyaseti sınırlamaya ve denetlemeye yarayan mekanizmalarının etkisizleştirilmesi; tartışılması topluma yasaklanmış tabuların yıkılması özgürleştirici bir yönelimdi ve tarih bu rolü muhafazakarlara vermiş görünüyordu. Kuşkusuz, geleceğin nasıl şekilleneceğinin bir garantisi yoktu. Siyasal dinamiklerin nereye doğru evrileceğini; tarihin nasıl seyredeceğini öngörebilmenin her zaman bir sınırı vardı ve sürükleyici öznelerin “öz”ü üzerine sahip olduğumuz peşin hükümler bu öngörülerde güvenilir bir rehber olamazdı.
İki nedenle siyasi özneler üzerine sahip olduğumuz yargılara güvenemezdik. Bir; bu yargılar belli bir ideolojik filtrenin ürünüydü ve öznelerin değişmez “öz”leri olduğunu varsayıyordu. Oysa siyaset kuran özneler, içinden geldikleri kültürel değerler, dünya görüşleri kadar; iktidar mücadelesinin dayattığı ihtiyaçların da etkisi altındadırlar. Eğer iktidara sahip olmak ve elinde tutmak o özneye demokratik yolda yürümesini dayatıyorsa, özne bu hedeflerle çelişen inançların içinden geliyor olsa bile alacağı kararları ideolojisinden daha çok reel siyasetin gerekleri belirleyebilir. Siyaset hem öğretir, hem değiştirir. Özne siyaseti dönüştürürken, siyaset de özneyi dönüştürür. Bu demokrasi yönünde olabileceği gibi tersi doğrultuda da olabilir. Önemli olan siyaset-özne ilişkisinin statik değil, (sayısız faktörün durmadan değişen etkileriyle) dinamik bir süreç olduğunu bilmektir. Doğru metodoloji budur. Örnek olarak son derece katı doktriner yapılar olan bazı eski Avrupa Komünist partilerinin (İtalya, İspanya, bir dereceye kadar Fransa) totaliter ideolojik çerçevelerinden uzaklaşabildiklerini, demokratik açılımlar gerçekleştirdiklerini hatırlayabiliriz. Dahası, Marksist ideoloji zemininden, bir yandan Batı demokrasisine büyük katkılar yapmış Sosyal Demokrat siyaset damarı çıkarken, öte yandan Sovyet ve Çin örneklerindeki gibi totaliter, aşırı kıyıcı, eli kanlı bir politik çizgi de vücut bulabilmiştir. Aynı durum İslami alanda da gerçekleşmiştir. Tunus örneği bir yanda, İŞID diğer yandadır. “İdeolojik öz” çok farklı siyasetlere evrilebilmekte, kendi içinde uçurumlu değişimler gösterebilmektedir. Benzer deneyimlerden Yeşiller hareketi de geçti, geçiyor. Reel siyasetin gerçekleriyle uyuşmayan radikalizmlerini revize etmek; esnemek zorunda kaldıklarını biliyoruz.
Demokrasi konusuna özneler üzerinden yaklaşamayacağımızın Türkiye’ye özgü ikinci bir nedeni daha var. Türkiye tarihi demokrat bir özne üretmedi. 2000’li yıllara geldiğimizde AKP’yi “siyasal İslam” olarak kodlayıp demokratik bir karakter taşımadığı gerekçesiyle desteklemeyen, karşısında yer alanların gösterebileceği bir “demokrat özne” mevcut muydu? Kendileri gerçekten demokrat mıydılar? Laiklerin fikri dünyası demokratik değerlerle mi yüklüydü? Kendisini sol, Atatürkçü, sosyal demokrat olarak niteleyen siyasal yapılar kazık gibi ortada duran vesayet rejiminden rahatsızlar mıydı? 30’lu yıllara kadar gitmeye gerek yok; 80’lerde patlayan Kürt hareketi karşısında ya da 28 Şubat’ta nasıl tutum takındılar? Parti kapatmaları geçelim; özelleştirmelere bile ideolojik perspektifle burnunu sokup iptal eden, siyaseti MGK’nın doğrultusunda denetlemeye kendini adamış yargı sistemini desteklemiyorlar mıydı?
Kısacası, demokrasi mücadelesinde “ne yapıldığıyla” değil, “öznenin (özünün) demokrat olup olmadığıyla” ilgilenecek olanlar, Türkiye’de destekleyecek hareket bulamazlar. Çünkü sorun öznede de değil aslında; toplumda egemen olan zihniyetin kendisinde. Özneler de nihayetinde sahip olduğumuz zihniyetin biçim verdiği siyasal kültürün ürünleri. Sol/sağ, Laik/muhafazakâr… Bütün kimlikleri kuşatan bir kültürden söz ediyoruz.
Özetleyerek eleştirmeye çalıştığım “öz”cü anlayışın bugüne yansıyan yanlışları olduğunu düşünüyorum.
Bugün de muhalif kesimlerin bir kısmı, özellikle CHP tabanının önemli bölümü sorunu “siyasal İslam” etiketi üzerinden algılamayı sürdürüyor. Türkiye siyasetindeki ve AKP’deki değişimi kanımca yanlış okuyor.
Gittikçe koyulaşan otoriterleşmeyi Erdoğan’ın İslamcılığına bağlıyorlar. Şeriat devletine doğru yol aldığımızı düşünüyorlar. Bu, bir türlü terk edilemeyen eski bir ezber. Devlet olgusunu, onun içindeki iktidar dağılımını ve Erdoğan’ın yeni tercihlerini görmeyi engelliyor. Bugünün koalisyonu Türkçü-Avrasyacı- otoriter bir çizgi üzerine kuruldu. Erdoğan özellikle 15 Temmuz’dan sonra rotayı buraya kırdı. Bazı İslamcı gruplara yapılan şirinlikler bu devletin “hakiki sahiplerini” çok rahatsız etmez. Kısacası Erdoğan “devletleştirildi”…
Siyasal İslam sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada zaten kaybetti. Bugünün İslami Ortadoğu rejimleri İsrail ile iş tutuyorlar. İhvan’ı bulsalar bir kaşık suda boğarlar. Erdoğan’ın İhvancılığı da pragmatizminden daha fazla değil. Yakında Sisi’yle el sıkışırsa kaç kişi şaşırır?
Meseleyi ısrarla siyasal İslam-dindarlık olarak gören yukarıda eleştirdiğim çevreler, aslında muhalif cepheyi daraltan, bozan bir işlev görüyorlar. Muharrem İnce gibi oportünist siyasetçiler de, kendilerine kariyer ararken bu yanlış bakış açısının istismarından medet umuyorlar. Kılıçdaroğlu’nun muhafazakârlara açılan esnek iş birliği politikasına karşı, bu dar bakışlı İslamofobik duyarlılıkları kışkırtıyorlar. Abdullah Gül’ün adı geçtiğinde; Davutoğlu, Babacan gibi AKP çevresinden gelen aktörler sahada rol aldığında dudak büküp küçümseyen akıl, meseleyi işte bu sözünü ettiğim “siyasal İslam” tehdidi prizmasından gören akıl. Bu bakış açısına göre, bu aktörlerle iktidara karşı demokrasi için iş birliği yapılamaz.
Böyle düşünenler dün askeri vesayeti destekledi. Bugün de yine aynı kafayla demokrasi cephesini daraltan sekter politikalar önererek iktidarın işini kolaylaştırıyorlar.
Muhafazakarların bir kısmı demokrasi perspektifine yönelirken, laiklerin bir bölümü yerinde sayıyor.